Servet-i Fünûn Edebiyatı

 

Servet-i Fünun devri veya Servet-i Fünun Ede­biyatı, edebiyat ve fikir hayatımız bakımından önemli bir safhadır. Bu güne kadar bu edebiyatla ilgili çeşitli yorum ve hükümler ortaya atılmış, de­vir ve edebiyatçılar üzerinde bir çok incelemeler ya­pılmış, yine de münakaşaların sonu gelmemiştir. Bu edebî devir hakkında yapılan tartışmalar, bu ede­bî akımın kuvvetini ve taşıdığı ağırlığı göstermek­tedir. Edebiyat tarihimizde batılı anlamda bir ekol, bir mektep karakteri gösteren yegâne topluluk Servet-i Fünun'dur. Onun, tam manasıyla batıda­ki edebî mektep karakteri gösterdiği belki münakaşa edilebilir. Fakat bu topluluğun edebiyatımızdaki topluluklar içinde batılı edebî mekteplere en yakın olduğu şüphesizdir. Servet- Fünun'un edebiyatımızdaki yerini tespit etmeden önce onun tarih­çesine; devrin edebî, sosyal ve siyasî şartlarına ve Avrupa'daki edebî faaliyetlere bir göz gezdirmek­te fayda vardır.

Servet-i Fünun Edebiyatı 1896-1901 yılları ara­sında yer alır. Bir dergi etrafında toplanan şahsi­yetlerden meydana geldiği için bu derginin adıyla edebiyat tarihimize geçmiştir. Bu bakımdan Fran-sa'daki Parnas dergisi etrafında toplanan Parnas-yenlerle bir benzerliği vardır. Fakat tabiatıyla bu bir taklit değil, sadece şartların yarattığı bir ben­zeyiştir. Servetifununcular kendilerine yazıların­da Edebiyat-ı Cedîdeciler demekte ve kendilerini Tanzimattan beri meydana getirilen edebiyatın de­vamı olarak görmektedirler. Daha çok Tanzimat edebiyatının birinci ve ikinci nesilleri için kulla­nılan bu tabir, Servetifünun topluluğuna karşı olanlar tarafından "Yeni Edebiyat-ı Cedîde" şek­line konularak Servetifünunculara yöneltilmiştir.


Böylece zamanla yıpranan ve birden fazla anlayışı temsil eden "Edebiyat-ı Cedîde" ifadesinin yerini "Servet-i Fünun" tabiri kendiliğinden almıştır. Ser­vetifünun deyiminin yirminci yüzyılın başında Fu­at Köprülü'nün yaptığı çalışmalarda görülmediği­ni, ancak 1930'dan sonraki edebiyat tarihlerinde oturmuş bir tabir olarak kullanılmaya başlandığı­nı da belirtelim. Ayrıca Tanzimatm birinci ve ikinci nesilleri için "üdeba-yı cedîde", Servetifünuncula­ra da başlangıçta daha çok "Fikret-Halit Ziya Mektebi" dendiğini ilâve etmek lâzımdır.

Servet-i Fünun 27 Mart 1891 tarihinde Ahmet İhsan (Tokgöz) tarafından çıkarılmaya başlanmış bir dergiydi. Recaizade Ekrem'in Galatasaray'dan öğrencisi olan Ahmet İhsan, Fransızcadan tercüme ettiği romanları dergide tefrika ediyordu. Servet-i Fünun dergisinde popüler fen bilgileri ve sağlık bil­gileri, Avrupa'da yapılan ilmî keşiflerin havadis­leri bulunmaktaydı. Adından da anlaşıldığı gibi dergi o zamanlar edebiyattan çok uzaktı. Derginin edebiyatla olan alâkası tercüme roman tefrikala­rından ibaretti. Güzel, resimli ve muntazam bir der­gi olan Servet-i Fünun, okuyucuların ilgisini çeki­yor, görünüş bakımından devrindeki diğer dergi ve gazetelerden farklılık gösteriyordu. İyi bir tahsil görmüş olan Ahmet İhsan, Batıdaki basın ve ya­yın tekniğini yakından takip etmekte ve uygula­makta idi. İki yıl sonra bir edebiyat dergisi olarak çıkarılan Malumat, bir müddet sonra görünüş ve mizanpaj bakımından Servet-i Fünun'un tekniğini taklit etmek zorunda kalmıştı.

Tanzimatta Şinasi ve Kemal'lerle hızlı ve he­yecanlı bir şekilde başlayan edebiyatta yenileşme hareketi, II. Abdülhamit idaresinde durgunlaşmış


ve pasifleşmişti. 1876'da Mebuslar Meclisini kapa­tarak bütün yetkileri kendisinde toplayan Abdül-hamit zamanında yeni bir edebiyat meydana gel­mişti. Namık Kemal gibi sesi çıkacak olan edebi­yat ve fikir adamlarını ceza vermeden, hattâ yük­sek maaş ve mevkilerle İstanbul'dan uzaklaştır­mak, böylece İstanbul'da kendi hakimiyetini sağ­lamlaştırmak, kimsenin tenkidine fırsat verme­mek, Abdülhamid'in siyasetiydi. Dış siyasette çok kuvvetli ve başarılı olan, fakat iç siyasette zaman zaman yanlış anlaşılmalara ve uygulamalara sebe­biyet veren Padişah, Osmanlı Devleti üzerinde oy­nanmak istenen oyunların farkındaydı ve bunlara karşı tedbir almakla uğraşıyordu. Bu arada ken­disinin dışında çıkacak bir ses, haklı bile olsa, bu siyaseti bozabilir, zaten problemli olan ülkeyi büs­bütün çıkmaza sokabilirdi. Padişahın en büyük üzüntüsü memleketin parçalanmasıydı. Bu da, yan­lış bir söz veya davranışla bazan bir an meselesi ha­line geliyordu.

Bütün bu sebeplerle sosyal bir edebiyat, önce dolaylı olarak başlayan tedbirlerle yasaklanmış olu­yordu. Edebiyat ve fikir adamları İstanbul'dan ve ve hadiselerden uzakta, dağınık bir halde idiler, do­layısıyla söz söyleyecek bir durumda değildiler. Ön­ceden çıkmakta olan gazete ve dergiler, edebiyat dışı meselelere yönelmişlerdi. Fennî konulara ağır­lık veriliyordu. Bu arada sonradan edebî hayatımız­da büyük tesirler gösterecek olan yeni bir sahaya yönelmişlerdi: tercüme.. Gerek ilmî, gerekse fennî diyebileceğimiz hafif mevzular, romanlar, hikâye­ler tercüme edilmekte ve bunlar yayın organları­na girmekteydiler.

Jules Verne'in, Octave Feuillet'nin, George Oh-net'in romanları tercüme, gazete ve dergilerde tef­rika ediliyor, bunlar okuyucu tarafından büyük bir alâka ile karşılanıyordu. Bu devirde başlayan bu tercüme faaliyeti kısa bir müddet içinde dil ve ha­yat görüşü bakımından Türk edebiyatına ve cemi­yetine büyük ölçüde tesir etti. Türk dilinin yapısı ve sentaksı üzerinde, cümle kuruluşunda değişik­lik yaptı.

1891'de Servet-i Fünun dergisi çıkmaya başla­dığı zaman Türk yayın hayatı işte bu durumda idi. Mehmet Kaplan'ın "ara nesil" diye adlandırdığı ve özelliklerini de "küçük ve günlük hassasiyetler" olarak ifade ettiği bir edebiyatçılar, daha doğrusu şairler gurubu vardı. Fakat bunlar yeni bir edebi-yatıri bütün prensipleriyle yerleşmesinde kâfi de­recede rol oynayacak güçte ve kabiliyette değildi­ler. 1880'lerden itibaren Naci-Ekrem münakaşası diye bilinen eski ve yeni edebiyat çatışması başla­mıştı. Recaizade'ye göre yeni edebiyat henüz bütün bir hayat anlayışı ile memleketimizde teessüs et­memişti. Eskinin karşısına çıkacak güçlü ve radi­kal bir topluluğa ve bu topluluğun vereceği eserle­re ihtiyaç vardı. Eski edebiyat sahası da Muallim Naci'nin 1893'teki ölümüyle ehliyetsiz kimseler elinde kalmıştı. Hocalık vasfı, sanatından kuvvetli olan ve sağlam teorik esaslara dayanan Ekrem ede­biyatta ve fikir hayatındaki bu boşlukların farkındaydı ve düşündüklerini gerçekleştirmek için fır­sat arıyordu.

Malûmat dergisi 1895 sonlarında Hasan Âsaf adlı bir genç şairin "Burhan-ı Kudret" adlı şiirini yayınladı. Şiirin

Zerre-i nurundan iken muktebes Mihr ü mâha etmek işaret abes

beyti manâ ve kafiye bakımından hatalı bulunu­yor ve tenkit ediliyordu. Eski kafiye anlayışına göre kafiye kulak için değil, göz içindi. Yani sesin aynı olması yetmezdi, mısra sonlarındaki kafiyenin esa­sı "aynı harf' olmalarıydı. Bunun için "muktebes"  ve "abes"kelimeleri farklı "se" harfleriyle (biri sin, biri peltek se) yazıldıklarından kafiye ola­mazlardı. Şiirin mânâ bakımından tenkit edilme­si o kadar önemli değildi. Edebiyat tarihimizde bü­yük bir münakaşayı alevlendiren işte böyle şekle âit, bugün için önemsiz ve mânâsız görünen bir ka­fiye meselesi oldu. Fakat bu gün için önemi olma­yan bu görüş, asırlardır devam eden klasik edebi­yat geleneğinin önemli unsurlarından biriydi. Ka­fiye uzun bir zamandır kulağa değil göze hitap et­mişti ve kulağa hitap eden bir kafiye anlayışı diye bir şuur henüz teşekkül etmemişti. Esasen Divan şiir geleneği içinde buna ihtiyaç da yoktu. Divan geleneği, kendi kalıplarının ve prensiplerinin için­de münakaşasız devam etmiş, birtakım şekil zor­luklarına da çareler bulunmuştu. Fakat yeni bir medeniyetle karşılaşan toplumda birtakım sancı­lar işte böyle basit ve anlamsız görünen; teferruat gibi görünen meseleler vasıtasıyla varlığını belli ediyordu.

Hasan Âsaf dergiye bir mektup göndererek şii­rini şöyle müdafaa etti: "Abes ile muktebes takfi-ye edilemez denilmiş! Edîb-i müşarünileyh atûfet-lu Ekrem Beyefendi Hazretlerinin (Kafiye sem' için­dir, basar için değildir) diye irad buyurmuş olduk­ları hikmet-i edebiyeyi bizzat işitmiştir." Bu mek­tup Malûmat dergisi tarafından istihza ile karşı­landı. Bu arada Ekrem'in şahsiyetine de şiddetle hücum edildi, onun "üstâd-ı edeb" oluşuyla ve "ku­lak için kafiye" taraftarlığıyla alay edildi. Ayrıca Muallim Naci'nin:

işitildi yine gülzâr-ı sühanda ma'hud Bülbül-i herze-edânın yeni bir Zemzemesi Lâ'l eder bir gün onu aksederek âfâka Yine bir bâz-ı fezâ-i edebin Demdemesi

mısralarına yer verilerek Naci ile Ekrem arasın­daki tartışmalar hatırlatıldı. îş, edebiyattan uzak­laşmış, bir şahsiyet meselesi halini almıştı. Ekrem ağırbaşlı davranıyor, ağırbaşlı cevaplar veriyordu. Fakat küfürler ve sataşmalar çoğalınca, Ekrem Ma­arif Nezaretine müracaat etti. Sansür dairesi bu­raya bağlıydı. Bunun üzerine sansür, Malûmât'm bazı nüshalarını toplattı.

Ekrem'in zihninde yeni bir edebiyat için düşün­düğü şeyler, bu hadise ile tebellür etmiş bulunu­yordu. Galatasaray'dan talebesi olan ve yeni bir edebiyata taraftar bulunan gençler vardı. Bunları Servet-i Fünun dergisinde toplamak istedi. 1895 yı­lı sonlarında Ekrem'in teşviki ve delaletiyle Servet-i Fünun'un başmuharrirliği onun en sevdiği tale­besi Tevfik Fikret'e verildi. Mektep, Maarif, Hazine-i Fünun, Mirsat, Malûmat dergilerinde ya­zan ve yeni edebiyata ilgi duyan gençler yavaş ya­vaş Servet-i Fünun dergisinde toplandılar. Dergide yeni tarzda şiirler yayınlanmaya ve hikâye ve ro­manlar tefrika edilmeye başlandı. Bu gençlerin her biri dergide musahabeler, tenkidi yazılar ve batı edebiyatını tanıtan makaleler yazmaktaydılar. Topluluğa nazımda Tevfik Fikret, nesirde Halit Zi­ya tesir ediyordu.

Dergide yazan gençler Fransızcayı biliyor ve Fransız eserlerini asıllarından okuyorlar, batıdan çeşitli tercümeler yapıyorlardı. Bu yıllarda Fran­sa, klasisizm ve romantizm akımlarından geçmiş, edebiyatta realizmin özellikle natüralizmin; tenkit ve edebiyat tarihinde de geniş olarak "romantik tenkit" diyebileceğimiz, vasıfları itibariyle de "ta­rihî tenkit" diye adlandırılan akımın etkisi altın­da idi.  Edebiyatta natüralizm bütün kötümser ha­yat görüşü ile hüküm sürerken tarihî tenkitçilik de edebiyat tarihçiliğinde zaman ve mekân kav­ramlarının doğmasına yol açmış ve bu kavramları alabildiğine genişletmişti. Edebiyat, sosyolojik, ta­rihî, biyografik, psikolojik olmak üzere edebiyat dışı bilgilerle zenginleşmiş ve dağılmış bir vaziyettey­di. Tarihî tenkitçilik görüşü her ne kadar Fransa'­da Saint-Beuve'den sonra Hippolyte Taine'in izah-larıyla sistemleştirilmiş ise de asrın sonlarında bir çok kollara ayrılmıştı. Bunların her biri bir görü­şü temsil etmekteydiler. Biyografik, empresyonist, rölativist, psikolojik tenkit türleri bunların en önemlileridir. Tabiatıyla bu görüşler, yalnız tenkit ve edebiyat tarihçiliği sahasında kalmıyor, yazar­ların ve cemiyetin düşünüş ve duyuş tarzlarını da etkiliyorlardı. Bu da hayat görüşü farklı topluluk­ların doğmasına yol açıyor, bunların birbirleriyle olan münasebetleri, tartışmaları, canlı bir edebiyat ve fikir hayatı yaratıyordu.

Şiirde ise Fransa'da Parnaslar, onlara tepki ola­rak da Sembolistler vardı. Parnasyenler şiirde şe­kil mükemmelliğine önem veriyorlar, duygudan uzak şiirler yazıyorlardı. Halbuki şiir her şeyden ön­ce duygu demekti. Onların şekle aşırı düşkünlük­leri, teferruatı işlemeleri zamanla bir tepki yarat­tı ve sembolistler ortaya aktı. Onların da mânâya değil ahenge ehemmiyet vermeleri ve düşüncelerini ifrata götürmeleri anlaşılmayan şiirler yazmaları­na sebep oldu. Servet-i Fünun topluluğu teşekkül ettiği zaman şiirde Parnas ve Sembolist hareket­ler sona ermiş bulunuyordu.

Servetifünuncular 19.yüzyıl Fransız edebiyatım bütün özellikleri ve teferruatıyla tanıdılar ve der­gide geniş tercüme yoluyla aktarmaya çalıştılar. Bu arada bizim edebiyatımızda görülmeyen yeni imaj­lar ilgilerini çekiyor, bunları tercüme etmeye çalı­şıyor, karşılıklarını bulamayınca da eski Farsça ve Arapça kelimelerden faydalanıyorlardı. Böylece ölü

kelimeleri eserlerinde, özellikle şiirlerinde kullan­dılar. Yeni bir dil ve sanat görüşü ortaya atmışlar­dı. Edebiyatın bir yüksek zümre işi olduğunu söy­lüyor, ahenkli buldukları kelimeleri kullanmakta ısrar ediyor, bunları kullanmakla anlaşılmaz ol­duklarını mühimsemiyorlardı. Bu ise, Tanzimatla-birlikte başlayan halka doğru gidiş hareketine ay­kırıydı. Ahmet Mithat, Ahmet Rasim, Hüseyin Rah­mi gibi edebiyatçılar onların görüşüne karşıydılar. Onun için çok geçmeden nasıl bir Servetifünun top­luluğu meydana geldiyse, onların görüşlerine ka­tılmayanlar da bir muarızlar gurubu meydana ge­tirdiler. 27 Haziran 1312 tarihli Mektep dergisin­de Cenab'm Terâne-i Mehtap adlı şiiri neşredildi. İçinde geçen "sâat-i semenfâm" ifadesi, muarızlar gurubunu büsbütün kızdırdı. Cenab'a hücum etti­ler. En önemlisi Ahmet Mithat'ın Sabah gazetesin­de yayınlanan makalesiydi. Dekadanlar adlı bu ya­zıda Ahmet Mithat Servetifünuncularm hareketi­ni, edebiyatı bir geriye götürüş olarak yorumluyor, onları, özellikle Cenab'ı taklitçilikle itham ediyor­du. Cenap buna karşılık Servet-i Fünun'da "deka-dizm Nedir?" adlı makalesini yazdı. Burada Deka­danlığın geriye dönüş demek olduğunu açıklıyor, bunun da Fransız edebiyatında meydana geldiğini tarihçesiyle beraber anlatıyordu. Bu arada cemiyet­lerin ve insanların hayatında taklidin geçilmesi, ge­çirilmesi ve aşılması gereken bir merhale olduğu­nu da belirtiyordu. Fakat bu yazıya rağmen Ser­vetifünuncularm "Dekadanlar" diye isimlendiril­mesi yaygınlaştı. Cenab'm sanat ve edebiyat görüş­lerini izah eden yazıları, güzelliği ve seviyeyi ön plana alan felsefesini anlatması bir işe yaramıyor­du. Bu arada dergide İsmail Safa'nın bir makalesi çıktı (sayı: 366) Yazar burada herkesi objektif ol­maya çağırıyor, güzelliklere ve edebî seviyeye dik­kati çekiyordu. Arkadan Süleyman Nesib'in de bir yazısı yayınlandı. (SF., 30 Nisan 1314, sayı 374). Bu yazı Cenab'ı müdafaa etmekle beraber onun Fran-sızcadan bazı şeyleri aktardığım da anlatıyordu. Ah­met Hikmet de bu konuda makaleler yazıyordu. Şeyh Gâlib'in bazı yenilikler yaptığım, sembolik eserler meydana getirdiğini söylüyor, taklitsiz ilerleme ol­maz diye düşünce tarzını belirtiyordu. (SF. sayı: 382, 25 Mayıs 1314, sayı: 393, 10 Eylül 1314). Hü­seyin Cahit bu devrin en velûd yazarı olarak görün­mektedir. Sembolizm hakkında seri makaleler yaz­dı. Okuyuculara sembolizmi tanıtmaya ve adını zik-retmeksizin Cenab'ı müdafaa etmeye çalıştı. Şem­settin Sami ve Servetifünuncuları müdafaa eden bir makale yazdı. Hüseyin Cahit buna cevap verdi {Ta­rik, 19 Teşrin-i Sani 1314). Bundan iki gün sonra Ahmet Mithat "Teslim-i Hakikat" adlı makalesi­ni neşretti. (Tarik, 21 Teşrini Sani 1314). "Benim Cenab ve Halit Ziya Beylere bir sözüm yok" diye­rek evvelce söylediklerini geri alıyordu. Bu arada Samih Rıfat İkdam 'da Şemsettin Sami'ye bir açık mektup ve ayrıca iki makale yazarak Servetifünun­cularm kullandığı tabirleri tenkit etti ve millî ol­madıklarını ileri sürdü.


Servetifünun topluluğunda görüş ayrılığı belir­meye başlamıştı. Ali Ekrem ve Ahmet Reşit gibi bazı» gençler ifadede aşırılığa kaçıldığını kabul edi­yorlar ve derginin sütunlarında otokritik yapmak istiyorlardı. Şahısları değil görüşü ve edebî mesle­ği müdafaa etmek fikrindeydiler. Bir taraftan da Fikret'in geçimsizliği, aşırı alınganlığı ve titizliği, aralarında bazı meselelerin çıkmasına yol açıyor­du. Fikret Vasiyet şiirinden dolayı çok beğenilen ve ilgi gören Ali Ekrem'e karşı kırıcı ve sübjektif davranmaya başlamıştı. Ali Ekrem Servetifünun hakkındaki görüşlerini içine alan ve samimî kana­atlerini belirten uzun bir tenkit yazısı yazdı. Fik­ret bunu dergide aynen neşredeceğine söz vermiş­ti. Fakat pek çok kısmını çıkararak ve hükümleri değiştirerek yayınlaması üzerine Ali Ekrem çok kızdı. Önce yazısının değiştirildiğini Yevmî Malû­mat ve Servet gazetelerinde ilân etti, sonra da ma­kalenin tamamını Malûmat 'ta neşretti (14 Aralık 1316, sayı: 286). Ali Ekrem (Ayın Nadir) bu yazıda özellikle Fikret'e hücum ediyor, "Kenan" şiirine "güzel bir fıkracık" diyor, "Kılıç" manzumesini be­ğenmiyordu. Cenab'ın da zînete fazlaca düşkün ol­duğunu, şiirlerini tezyinata boğduğunu söylüyor­du. Cenab in kullandığı tabirleri de tek tek ele ala­rak bunların şiirin değerini azalttığını ifade ediyordu. Buna üzülen Fikret bu hareketin çirkin­liğini Servet-i Fünun'daki bir makalesinde zımnî bir şekilde anlattı. Ayın Nadir ise buna ilmî bir ten­kitten ziyade dargınlığın yarattığı bir öfke ile ce­vap verdi (Malûmat, sayı: 270, 28 Aralık 1316). Ce nab, "Raik Vecdi "«imzasıyla "Müntekid-i Hakîkî" adlı makalesini yazdı. Burada Ali Ekrem'i kaste­derek onun hakiki bir tenkitçi olamayacağını an­latmak istiyordu. Yeni bir imza ile ve olgun bir ifa­de ile yazılan bu makale Malumatçıları şaşırtmış­tı. Rıza Tevfik "Mübâhasat ve Tenkidât-ı Edebiye" adlı yazısında Cenab'ın sanat hakkındaki düşün­celerine cevap verdi. Rıza Tevfik bu imzanın Ce-nab'a ait olduğunu anlayan bir ifade kullanıyordu. Hüseyin Cahit'le Mehmet Rauf da yazılarıyla bu münakaşaya katıldılar. Onların Servet-i Fün un 'da yazdıklarına Ali Ekrem Malûmât'ta hemen cevap veriyordu. Artık iş şahsiyete dökülmüştü. İki taraf da birbirini cahillikle suçluyordu. Ali Ekrem'in sa­mimi arkadaşı olan H. Nazım da Servet-i Fünun'-dan çekilmiş, Malûmât'ta yazmaya başlamıştı. O da bu münakaşaya Fikret'in "Rübâb-ı Şikeste"sini tenkit etmekle katıldı. Ali Ekrem Sembolistlerin ve Dekadanların aleyhinde bir takım yazılar neş­rediyor, hepsinde de muhatap olarak Servetifünun-cuları alıyordu. Çok geçmeden Sami Paşazade Se­zai ile Menemenlizâde Tâhir de Servet-i Fünun 'dan ayrıldılar. Bunun üzerine Fikret şu meşhur şiirini yazdı:

Ayın Nadir hakaret gördü gitti H. Nazım başka hikmet gördü gitti Sezai fazla hürmet gördü gitti Hele T ahir Beyin ahvâli malum O Tahir'le karabet gördü gitti


Ali Ekrem'in Servet-Fünûn'dan ayrılışının bir se­bebi de o sırada Mâbeynde çalışması olabilir. Ali Ekrem'le Ahmet Reşit Mâbeynde idiler. Fikret ise saraya kızıyor ve ona yakın olanlara da bu hisleri­ni yöneltiyordu.

Servet-i Fünun edebiyatının hatalarını Fikret, Cenap ve Mehmet Rauf da görüyor ve yazılarında konu ediniyorlardı.

Abdülhamid'in otoriter idaresinin bütün bu ya­zıları hoş görmediği aşikârdır. Ayrıca Servetifünun-cular sık sık dergide veya bir arkadaşlarının evin­de toplanıyorlardı. Sanat ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı bu toplantılar, saray tarafından yakından takip ediliyordu. Servetifünuncularm ortak bir ta­rafları da Abdülhamit düşmanlığı idi. İçinde bulun­dukları şartlardan memnun olmayan Servetifünun-cular bir sanatkâr hassasiyetiyle önce Yeni Zelan­da'ya kaçmayı düşünmüşler, sonra Hüseyin Sîret'in Manisa'daki çiftliğine gitmeyi hayal etmişlerdi. Bü­tün bunlar gerçekleşemedi, fakat onların eserleri­ne aksetti.

Bu arada ortaya çıkan ve kendileriyle hiç bir alâkası bulunmayan bir meseleye lüzumsuz bir has­sasiyetle Servetifünuncular da karıştılar. Şubat 1900'de ingilizlerle Güney Afrika'daki Boerler ara­sında bir savaş çıktı ve İngilizler Boerleri yendiler. Ekim 1899'da başlayan bu savaş, Şubat 1900'de İn­gilizlerin Boerleri yenmesiyle sonuçlandı. Boerle-rin hürriyet mücadelesi, İngilizler'in de sömürge­cilik hırsından başka bir şey olmayan bu savaş yü­zünden bütün dünya milletleri İngilizlerin aleyhin­deydi. Avrupa basınında İngiltere aleyhinde yazı­lar çıkıyordu. Şubat 1900'de İngiltere'nin kazandı­ğı Padelberg Zaferi dolayısıyla bazı Türk aydınla­rı İngiltere lehine gösteri yapmak istediler. Bir be­yanname hazırlandı ve bazı Servetifünuncularm da içinde bulunduğu bir grup tarafından imzalandı. Bu arada İngiliz elçiliğine giderek çelenk verenler de vardı. Bu, Abdülhamid'in politikasına asla uymayan bir durumdu. İmzacılar ve gösteri yapanlar tutuk­landı. Bunlar arasında Fikret, İsmail Safa ve Hü­seyin Sîret de vardı. Fikret üç gün içinde serbest bırakıldı, fakat hepsi bir müddet daha sıkı bir ta­kibe alınmışlardı. Bir müddet sonra İsmail Safa Si­vas'a, Hüseyin Sîret Adıyaman'a sürüldüler.

Servet-i Fünun'Aa anlaşmazlıklar böyle devam ederken Fikret'in de içinde yaşadığı buhran gitgi­de büyüyor, trajik bir hal alıyordu. Nihayet dergi­nin sahibi Ahmet İhsan'la araları açıldı ve Fikret derginin yazı işlerini bırakarak ilk inzivasına çe­kildi. Derginin idaresini Hüseyin Cahit üzerine al­mıştı. 1901 yılında Hüseyin Cahid'in Fransızcadan tercüme ettiği "Edebiyat ve Hukuk" adlı yazı der­ginin kapatılması için iyi bir bahane oldu. Süresiz olarak kapatılan dergi altı ay sonra tekrar çıkma­ya başlamıştı. Fakat artık o hararetli edebiyatçı­lardan hiç biri meydanda yoktu, her biri bir tarafa dağılmıştı. Bundan sonra da dergi eski edebî faali­yetini bir daha gösteremedi. 1908'e kadar pasif bir neşriyat yapan Servet-i Fünun dergisi bu tarihten sonra yine bir edebiyat dergisi olmuş, 1909'da Fecr-i Âti gurubunun yayın vasıtası haline getirilmiş, ancak bu görevi de çabuk sona ermiş, Cumhuriyet'-ten sonra da Servet-i Fünun ve Uyanış adlarıyla yayın hayatına devam etmişti.

Görülüyor ki bu edebî topluluğun faaliyet çiz­gisinde tesadüflerin büyük bir rolü vardır: Kuru­luşunda ve dağılmasında olduğu gibi. Fakat bu ara­da yeni bir edebiyata duyulan ihtiyacın varlığı da inkâr edilemez. Bu topluluğu meydana getiren şah­siyetler şunlardır: Şiirde: Tevfik Fikret, Cenab Sa­habettin, Süleyman Paşazade Mehmet Sami (Süley­man Nesib imzasıyla), Hüseyin Suat (Yalçın), Hü­seyin Sîret (Özsever), Faik Âli (Ozansoy), Süleyman Nazif (dedesi İbrahim Cehdî imzasıyla), İsmail Sa­fa, Ali Ekrem (Bolayır: Ayın Nadir imzasıyla), Ah­met Reşit (Rey: H. Nazım imzasıyla), Celâl Sâhir (Erozan). Küçük hikâye ve romanda: Halit Ziya (Uşaklıgil), Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit (Yalçın), Ahmet Hikmet (Müftüoğlu). Tenkitte: Ahmet Şu-ayb. Bu yazar ve şairlerden birçoğu dergide musa­habeler yazmışlardır. Bunlar sanat ye edebiyat hakkında edebiyatımızın da ihtiyaç duyduğu ciddî yazılardır. Ayrıca Şemsettin Sami ile Rıza Tevfik (Bölükbaşı) da topluluğa dahil olmamakla berbaer dergide makaleler yazmışlardır. Onlar bu gurubun hatalarını görmekle birlikte edebiyat ve sanat sa­hasındaki üstünlüklerini kabul ve takdir etmektey­diler.

1897 yalnız edebî bakımdan değil siyasî ve aske­rî bakımdan da mühim bir tarih oldu. Bu tarihte çıkan Türk-Yunan Savaşı, uzun zamandan beri mevcut olan millî şuurun şekillenmesine yol açtı. Tabiatıyla bu şuurun kaynakları Batıdaki Türko­loji çalışmaları ve keşifleri ile 19. yüzyılın başın­dan beri görülen Rus tehlikesi idi. 19. yüzyılda bü­tün Türk dünyasını altüst eden Rus siyaseti edebi­yatta bir akım doğmasına dolaylı olarak sebebiyet veriyor, Cemalettin Efgânî, Mehmet Emin gibi ede­biyat tarihinde iz bırakan şahsiyetlerin ortaya çık­masına vesile oluyordu. Bu itibarla 1897 Osmanlı-Yunan Savaşının patlak vermesiyle, zaten hazır olan bir potansiyel, Mehmet Emin'in şiirleri etra­fında kendini gösterdi. Mehmet Emin Türkçe Şiir-ler'i meydana getiren dokuz şiiri millî bir görüş ve duyuşla yazmıştı. Edebî zevk ve estetik bakımdan oldukça zayıf olan bu manzumeler, basılır basılmaz büyük bir ses getirdi. İşte 1897-1898 yılları bir ta­raftan Servet-i Fünun edebiyatının yarattığı sanat ve edebiyat meseleleriyle, diğer taraftan millî bir dil ve edebiyat şuurunun belirmesiyle hareketli bir tarih oldu.

Servetifünuncular yaşadıkları devrin sosyal ve siyasî realitelerine bigâne kalarak kendi mesele­leriyle ilgilendiler ve kendilerine çizdikleri bir sı­nır içinde derinleştiler. Onların edebiyat ve sanat anlayışları ve özellikleri şöyle hülâsa edilebilir:

1- Servetifünuncular "sanat için sanat" görü­şüne büyük bir hassasiyetle bağlıdırlar. Bütün te­orilerini bu anlayış üzerine kurmuşlar, eserlerini bu anlayışa uygun olarak vermişlerdir. Bunun için


Batıyı yakından takip ettiler. Örnekleri roman ve küçük hikâyede Fransız realistleri ve natüralistle-ri, şiirde parnasyenler ve sembolistler, tenkitte ta­rihçi tenkit metodu olmuştur. Onlar yazılarında ba­zı isimler üzerinde durmuşlar, bu suretle tercihle­rini daha açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Ha­lit Ziya romanlarında örnek aldığı Paul Bourget ve Goncourt Kardeşlerden yazılarında da bahseder. Hüseyin Cahid dergide Fransız parnas ve sembo­listlerini tanıtan seri makaleler yazar. Hüseyin Ca­hit, Mehmet Rauf ve Ahmet Şuayb, Hippolyte Tai-ne'i bütünüyle tanıtan yazılar neşrederler. 19. yüz­yılın yalnız Fransa'da değil Avrupa'da da önemli bir ismi olan Hippolyte Taine, asrın başında Ma-dame de Stael'le başlayan, sonra Sainte-Beuve'le devam eden tarihçi tenkit metodunu sistemleştir-miş, "ırk, muhit, zaman" formülüyle özetlemiştir.

2- Servetifünuncular, edebî değer bakımından hem öncekilerden, hem de kendi devirlerinden üs­tün bir edebiyat yaratmışlardır. Onlar özellikle, ye­nilik yaptıkları edebî türlerde genişlemişlerdir. Tan-zimatla birlikte edebiyatımıza yerleştirilmeye ça­lışılan roman ve yeni şiir, gerçek hüviyetini Serve­tifünuncular sayesinde kazanmıştır. Şiir, küçük hi­kâye, roman ve tenkit gibi edebî türler üzerinde cid­diyetle düşünen, bunların teorisini kurmaya ve pra­tiğini yaratmaya çalışan Servetifünuncular, her iki yolda da başarılı örnekler vermişlerdir. Yani hem bir şiir, roman estetiği yaratmışlar, hem de bu gö­rüşlerini kendi yarattıkları edebî eserlerde uygu­lamışlardır. Edebî eserin bütünlüğü üzerinde cid­diyetle düşünen Servetifünuncular, meydana getir­dikleri eserlerde bu bütünlüğe azamî derecede dik­kat etmişlerdir. Bu bakımdan eserlerinde sağlam bir kompozisyon görülür. Onlarla gerçekleşen bu sağlam kompozisyon fikri, gerek onların verdikleri örnekler, gerekse bu meselenin teorisinden bahse­den yazıları sayesinde kendilerinden sonraki ede­biyatçıların devam ettirdikleri bir yapı olmuştur. Edebî eserin bütünlüğü fikri onlar tarafından ede­biyatımıza yerleştirilmiştir.

Servetifünuncular bu görüşlerini çeşitli yazıla­rında da işlediler. Hüseyin Sîret, Hüseyin Suat gi­bi bir kaçı hariç grubun bütün elemanları dergide beş yıl boyunca kendi edebî inançlarını müdafaa eden yazılar neşretmişlerdir. Ancak bu yazılarda ve bilhassa Ahmet Şuayb'ın tenkitle ilgili maka­lelerinde sadece Fransız tenkidi üzerinde durmuş­lardır. Halbuki Avrupa tenkidi sadece Sainte-Beuve ve Taine gibi Fransız'lardan ibaret değildir. Romantik tenkit ve teori görüşlerini başlatan ve ge-nişeten ve onun üzerine bir düşünce sistemi kuran bir de Alman tenkidi vardır. Servetifünuncular yal­nız Fransız edebiyatını, tenkidini ve düşünce sis­temini tanımışlar, edebiyatımıza getirmişler, İngi­liz ve Alman edebiyatlarıyla ilgilenmemişlerdir. Dolayısıyla, daha önceden başlayan batılılaşma ce­reyanı bize yalnız Fransızlar yoluyla ve Fransız gö­züyle gelmiş ve yerleşmiştir. Servetifünuncuların hepsi batı dili olarak Fransızcayı biliyor ve Fran-


sız edebiyatının belli başlı eserlerini asıllarından okuyor ve tercüme ediyorlardı. İçlerinden Bahriye Mektebinde okuyan Mehmet Rauf un İngilizceyi bilmesi ve Tennyson gibi bazı İngiliz şâirlerini der­ginin sayfalarında tanıtması, esasa tesir etmedi, te­ferruata ait bir husus olarak kaldı. Onların esas­taki bakış ve görüşlerini değiştirmedi. Ayrıca Ah­met Şuayb Taine'i tanıtmakla beraber onun meto­dunu tenkit etti; şaheserlerin ve dehânın ortaya çıkmasında değişmez bir metot olamayacağını ile­ri sürdü. Fakat bu da topluluğun tamamı tarafın­dan genel olarak benimsenen bir hüküm olmaktan uzak kaldı. Servetifünuncular, sanat ve edebiyat hakkındaki bu dağınık görüşlerine rağmen, edebi­yatımıza hem sağlam bir edebiyat ve sanat şuuru getirdiler; hem de roman, şiir ve hikâye gibi edebî türlerde kompozisyon bakımından mükemmel eser­ler yarattılar.

3-      Servetifünuncular bir yüksek zümre edebiyatı yaratmışlardır. Bu, muhtevası itibariyle bir salon edebiyatıdır. Servetifünuncular evin içiyle ilgilen­mişler, "ev içi" romanı yazmışlardır. Onlar şu gö­rüşten hareket ediyorlardı: Bir devirde bir değil, birden fazla edebiyat vardır. Bunlar âli edebiyat (yüksek zümre edebiyatı), âdî edebiyat(Bununla da­ha geniş bir topluluğa hitap eden bir edebiyat çeşi­dini kastediyorlardı. Âdi kelimesini normal mana­sında kullanıyorlardı. Yoksa onlarda bir halk ede­biyatı fikri yoktu. Halk edebiyatı mahsullerini ede­biyat dışı sayıyorlardı). Kendilerinin "âlî edebiyat taraftarı" olduklarını İsrarla belirtiyorlardı. Ede­biyatta seviyeyi düşürmemeye azamî derecede ti­tizlik gösteriyorlardı. Bu görüş onların sanata saygı duymalarını ve edebî seviye bakımından üstün eserler meydana getirmelerini sağladı. Bu tarz eser­leriyle onlar kendilerinden sonrakilere örnek oldu­lar. Âdi edebiyat dedikleri tarzı da beğenmemekle küçük görmekle beraber, belirli tenkit hudutları­nı aşmadılar ve tenkitlerinde ölçülü oldular, sevi­yeyi muhafaza ettiler, kısacası sanata saygı pren­sibini daima hassasiyetle korudular.

4-      Servetifünuncular yeni bir dil ve üslûp ya­rattılar. Bu üslûbun hem müsbet, hem menfî bir çok tesirleri oldu. Onlar her zaman olduğu gibi eserle­rini meydana getirmeden önce bir prensipten ha­reket ediyorlardı. Halit Ziya roman ve hikâye yaz­madan önce bu türün ne olduğunu ve nasıl gelişti­ğini ve tercihlerini belirten bir inceleme yazmıştı. Hikâye adlı bu eserinde batıdaki tarihçeyi başlan­gıçtan itibaren ele alıyordu. Sonunda da realist mesleği tercih ettiğini, romantiklerin de bir takım kusurları olmakla beraber büsbütün edebiyatın dı­şında sayılamayacağını, asıl edebiyat dışı mahsul­lerin ise masallar olduğunu söylüyordu. Dil ve üs­lûpta da aynı metotla hareket ettiler. Yeni bir ede­biyat için, yeni duyuş tarzları için, yeni bir ifade tarzı lâzımdı. Halit Ziya bu görüşünü Mavi ve Si­yah romanında bütün teferruatıyla işledi. Yeni bir üslûbu yaratmak için çektiği sancıyı, Ahmet Ce­mil'in ağzından dile getirdi. Cenab, "Esâlib-i Ez-mine", "Esâlib-i Milel", "Esâlib-i Nisvan" gibi ma-

 


kalelerinde üslûbun değişik hayal ve fikirlere, me­kâna ve zamana bağlı olduğunu, durmadan değiş­tiğini izah etti. Bütün bunlar yeni bir ifade tarzı yaratmak için onların ne kadar uğraştıklarını gös­terir. Tabii onlar üslûbun teorisi üzerinde bu ka­dar durduktan sonra yazdıkları eserlerde de üslû­ba aynı ehemmiyeti verdiler, onu durmadan ve bık­madan işlediler. Hareket noktaları "güzellik" idi, bunun da başlıca unsuru olarak "âheng"i görmek­teydiler. Bunun için kullanılan mevcut kelimeler onlara yetmedi, Arapça ve Farsça lugatlardan ye­ni kelimeler buldular, ölü kelimeleri dirilttiler. Farsçayı daha ahenkli buluyorlardı. Onun için ke­limelerin çoğunu bu dilden seçtiler, Osmanlıcanın kaynakları onlara göre Türkçe, Arapça ve Farsça idi. Bu bakımdan bu kaynaklardan biri olan Fars­ça'dan kelime almakta bir mahzur görmediler. Böy­lece dilde anlaşılmaz bir ifade yarattılar. Uğradık­ları en şiddetli tenkit de bu oldu. Sun'î bir lisan ya­ratmakla suçlandılar. Başlıca kusurları; âhenge fazla düşkünlükleri, Osmanlıca ve Türkçe hakkın­daki bilgilerinin yanlışlığı ve tercümenin tesirin­de kalmalarıdır. Fransızcadan yaptıkları tercüme­ler onların sentaksını değiştirdi ve uzun cümleler, anlaşılmaz ifadeler yaratmalarına sebep oldu. Yok­sa dil hakkında sağlam görüşlere de sahiptiler. Dil­den kelime atmaya razı olmuyorlar, dilde sadeleş­meyi zamana bırakmak istiyorlar, dilde zenginliği büyük bir hassasiyetle savunuyorlardı. Dildeki hiç bir kelimeyi atmaya kıyamamalarını pek çok ya­zıda ifade etmişlerdir.

Nihat Sami Banarlı bu konuda şöyle diyor: Servet-i Fünuncuların lisanı edebiyatımız için büs­bütün zararlı da olmamıştır. "Edebiyatımıza geniş bir tefekkür dünyasını, yeni bir sanat anlayışını, yeni bir edebî dalgalanışı bütün incelikleriyle ge­tirmek isteyenlerin mevcut lisana elbette birtakım hamleler yaptırmaları gerekecekti. Her medeniyet, kendini kabul eden ülkelere, kendi kelimeleriyle, hiç olmazsa kendi hareketlerini ifade edebilecek ke­limelerle girer." Servet-i Fünuncuların dili, sade Türkçe bakımından zararlı olmuş, "fakat edebiyat sanatının gelişmesine hizmet etmiştir." "Onların Osmanlı diline verdikleri genişleme kabiliyeti, is­rafla fakat zevkle kullandıkları fârisî terkiplerle bilhassa en zor ifadeleri bile kolayca söylemeği mümkün kılan zengin ve pervasız Edebiyat-ı Cedî-de vasf-ı terkibîleri ile büsbütün ziyadeleşmiştir.

Zaman zaman klasik lisan kaidelerine aykırı ola­rak yapılan bu mürekkep sıfatlar, Servet-i Fünun muarızları için parlak bir hücum ve alay mevzuu olmuştur. Fakat Edebiyat-ı Cedîdecilerin zevkle kullandıkları bu zengin manalı sözlerin onların di­lini birer vecize zarifliğiyle süslediği muhakkaktır. Bütün bu sebeplerle Türkçenin Servet-i Fünun 'dan sonra, sadeliğe doğru yaptığı büyük akım, böyle bir zengin devirden hareket ettiği için dilimizin birden­bire pek fakir duruma düşmesi gibi herhangi bir tehlike belirmemiştir. Bu mesut neticeyi biraz da Servet-i Fünun 'nun lisanının zenginliğinde ve her kalıba girebilen kuvvetli musikisinde aramak lâ­zımdır."

Mehmet Kaplan, onların üslûplarında ve haya­ta bakış tarzlarında devrin idaresini, sebeplerden biri olarak gösteriyor, onların teferruata dalarak oyalandıklarını, o sıkıntılı devirden ancak bu şe­kilde kaçtıklarını ve kendilerini avuttuklarını ifa­de ediyor. Servetifünuncularm yazılarında sık şık tekrarladıkları bir söz vardır. Bu da Buffon'un "Üs­lûp, insanın kendisidir" diye çevrilen sözüdür. On­lar ifade ve üslûpla insan arasındaki yakın müna­sebeti sezmişler ve kendilerini ifade edecek üslû­bu keşfetmişlerdir.

Onlar muhtevada olduğu gibi şekilde de büyük değişiklikler yaptılar. Şiire serbest bir ifade kazan­dırdılar. Soneyi getirdiler. En güzel soneleri Servet-i Fünun'da Fikret ve Cenab yazmıştır. Daha son­raki devirde sone moda oldu ve Mehmet Emin'in benimsediği bir nazım şekli haline geldi. Ayrıca şi­ire serbest nazım akımını getirdiler. Bunu, biraz Fransız sembolistlerinden ilham alarak, kısmen de Divan şiirindeki serbest müstezad tarzını genişle­terek sağladılar.

Mensur şiir tarzı da onların edebiyatımıza ka­zandırdıkları diğer bir tür oldu. Fakat en güzel ör­neklerini Halit Ziya'nm ve Mehmet Rauf un ver­diği mensur şiir tarzı, edebiyatımızda başarılı, de­vamlı ve yaygın bir tür haline gelemedi, ilk örnek­leriyle gelişmemiş bir şekilde kaldı.

Servetifünuncular tiyatroda başarılı olamadı­lar. Hepsi 1908'den sonra piyes yazdıkları halde bunlar zayıf eserlerdi. Çünkü tiyatroda eserin oy­nanacak nitelikte olmasına dikkat eden Serveti Fünuncular, Abdülhamit devrini böyle eserlerin temsil edilmesine müsait görmüyorlardı. Tabiatıyla başarılı örneklerini veremiyecekleri böyle bir tü­rün teorisini de çizemediler, üzerinde düşünüp bir tiyatro estetiği yaratamadılar, onun için bu konu­da mükemmel örnekler veremediler. Onların yazı­ları incelenirse tiyatrodan hemen hemen hiç bah­setmedikleri görülür.

Servetifünuncularm ortak tarafları şöyle özet­lenebilir: II. Abdülhamit'ten ve devrin siyasî şart­larından nefret, yetişme tarzları, bedbin bir hayat görüşü, yeni bir edebiyata duyulan ihtiyaç.. Tan­zimatçılar otodidakt oldukları halde Servetifünun­cular Abdülhamid'in kurduğu okullardan yetişmiş­ler, yani tam manâsıyla batılı bir tahsil görmüş­lerdir. Hepsi Doğu kültüründen çok Batı kültürü­ne âşinâdır. Bu bakımdan edebiyatın ihtiyacı olan yeniliği yapacak radikal bir tavır almaya hazırdır­lar. Abdülhamit'ten nefretleri ve bedbinlikleri ise eserlerinde ve yaşayışlarında realiteden kaçış şek­linde ortaya çıkmaktadır. Fakat bu konuda arala­rında onlar gibi düşünmeyenler de vardır. Ali Ek­rem'le Ahmet Reşit Mabeynde çalışmaktadırlar, yani saraya bağlıdırlar. Ayrıca edebiyatta da öte­kilerden farklıdırlar. Ahmet Reşit tenkitlerinde üs­lûptan hareket eder, Ali Ekrem ise yeni tabirler­den hoşlanmaz. Bu bakımdan Tanzimatta Ziya Pa­şa ile temsil edilen düalizmi onlar Servetifünun hareketi içinde devam ettirmiş olurlar.

Servetifünuncularm eserlerinde işledikleri tem­ler, realiteden kaçış, hayal-hakikat tezadı, bedbin­lik, tabiat ve kadındır. Realiteden kaçma arzuları­nı önce ciddî bir şekilde düşünen ve gerçekleştir­mek isteyen bu topluluk Yeni Zelanda'ya gitmek gibi o zaman için ulaşılması imkânsız bir hayal kur­muş, sonra bunun olamayacağını anlayınca Hüse­yin Sîret'in Manisa'daki çiftliğine gitmek istemiş­lerdi. Bu da gerçekleşemedi, sadece Hüseyin Cahid'-in ve Halit Ziya'nm hatıralarında bahsettikleri, Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahid'in bu hayalle yaz­dıkları Yeşil Yurt, Hayât-ı Muhayyel gibi eserle­rin ilham unsuru olarak kaldı. Bunlar, diğer sanat­kârlarda da yaygın olan, daha sonra şiirimizde Ha-şim'in O Belde 'sinde karakteristik bir şekilde ifa­de bulan düşüncelerdi. Eserlerinde realiteden ka­çış, hayal-hakikat tezadı ve bedbinliğin bir arada işlendiği ve bu görüşün onların bütün yazılarında ve hayat felsefelerinde hakim olduğu görülür. Ta­biat temine gelince Servetifünuncular tabiat üze­rinde çok durmuşlar, tabiatı kendilerinden önceki­lerden farklı şekilde algılamışlardır. Onların eser­lerindeki tabiat, resimden gelme bir tabiattır. Pito­resk unsurların hakim olduğu, büyük bir titizlikle tasvir edilen bu tabiat, yaşanılan değil, görülen, seyredilen bir tabiattır. Tabiata çıkmayan, tabiat­ta gezinmeyen Servetifünuncular tabiatı yaşayarak tanımamışlar, tablolardan seyrettikleri manzara­ları eserlerinde tasvir etmeye çalışmışlardır. Bu tasvirlerde duyulara, özellikle göze ve kulağa hitap eden unsurlar üzerinde durmuşlar, bu bakımdan mükemmel tasvirler meydana getirmişlerdir. Fa-

    kat bu tasvirler, meselâ Hâmid'inkiler gibi felsefî

derinlikten uzak, hattâ sığdırlar. Buna rağmen on­lar yaptıkları her işi büyük bir ciddiyetle ele alma alışkanlığında oldukları için eserlerinde tabiatı da incelikle işlemişler, onu derinliği bulunmasa da bir tem haline getirmişlerdir. Onların bu dikkatleri, kendilerinden sonraki edebiyatçılara tesir etmiş, onlarda devam etmiştir.

Kadın temi ise eserlerinde çeşitli şekillerde gö­rülmektedir. Kadına merak ve kadına ehemmiyet  verme bu devirde başlar. Türkçü edebiyatla birlikte sosyal bir karaktere bürünen kadına bakış, Serve­tifünun devrinde henüz ferdî bir muhteva taşımak­tadır. Bu devirde kadın, edebiyatta ev içi romanla-rındaki kadın tipleri, kadınlara ait eşyaların tasvi­ri gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Asıl önemli nokta Servetifünuncularm bir kadın hassasiyetine sahip oluşlarıdır. Kadın, onların duygulanma tarzlarını ve hayat görüşlerini sembolize eden bir var­lıktır. Kadın şairi diye tanınan Celâl Sahir'in şiir­lerinin başlıca konusunu kadın teşkil eder. Celâl Sahir ve Mehmet Rauf kadın dergileri çıkar mışlar-dır. Ali Ekrem şiirlerinde yüksük, iğne gibi kadın eşyalarını tasvir eder. Kadın Tevfik Fikret'in "Hemşirem için" şiirinde

Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer

mısraıyla biraz daha sosyal bir boyut kazanır. Fakat bu muhteva Serveti fünun devrinde derinleştirilmez. Ahmet Hikmet, hikâyelerinde işlediği aşk ve evlilik, aile hayatı konulan içinde kadına ve ka­dın tiplerine ağırlık verir. Halit Ziya ile Mehmet Rauf hikâye ve romanlarında, Cenab şiirlerinde ka­dın kahramanları ferdî bir tarzda ele alırlar. Aşk-ı Memnu'da üzerinde durulan yanlış evlilik, kadını olduğu kadar erkeği de ilgilendiren bir konudur. Yine de bu romanda ve Eylül 'de kadın kahraman­lar ağırlıkta, erkekler arka plandadır. Romanlar­da erkek tipler bile kadın gibi narin, hassas, kolay incinir şekilde çizilmeye dikkat edilmiştir. Tanzi­mat romanlarında esaret ve görmeden evlenme ko­nuları içinde ele alman kadın tipinin Servetifünun'-da şahsî ve ferdî bir hal aldığı görülür. Fakat Tan­zimat eserlerinde kadın tipi ana hatlarıyla ve dış­tan tanıtılmış, kadının hassasiyetine ve ruhuna inilmemiştir. Kadına özel ilginin Servetifünunla başladığı görülür.

Servetifünuncular bütün bu ortak noktalarına rağmen, aslında birbirlerinden ayrı şahsiyetlerdir. 1908'den sonra bir daha bir araya gelememeleri on­ların farklılıklarım göstermektedir. 1896-1901 yıl­ları arasında bir araya gelmelerinde, hamle niteli­ğinde eserler vermelerinde tesadüflerin rolü büyük­tür. Böylece bu topluluk, Türk edebiyat, sanat ve tefekkür hayatında önemli bir devre yaratmıştır. Onların edebî ve tarihî rolleri inkâr edilemez. Te­sirleri çok büyük ve derin olmuş, Türk fikir tari­hinde önemli değişiklikler yaratmışlardır. Bu de­ğişiklikler, şöyle özetlenebilir: Sanata saygı, bed­bin bir hayat görüşü.. Servetifünuncular sanatı ge­tirmişler, sanata saygı duyulmasını öğretmişlerdir. Servetifünuna hücumlar uzun müddet devam et­miş, onlar sun'î bir edebiyat ve dil yaratmakla, tak­litçilikle suçlanmışlardır. Tabiatıyla bu suçlama­lar tamamen doğru değildir. Onlar sun'î bir dil ya­ratmışlardır. Fakat bu dil içinde söyledikleri pek çok doğru, kendilerinden sonra devam ettirildiği halde gözden kaçmış ve onlara maledilmemiştir. Edebiyatımız, onların getirdikleri ölçüler içinde ge­lişmiştir ve gelişmektedir. Taklitçilik hakkındaki suçlamalar doğru değildir. Onlara taklitçi denme­sinin sebebi, dillerinden dolayıdır. Servetifünuncu­lar fransız edebiyatında rastladıkları yeni hayal­leri getirmeye çalışmışlar, bu yüzden yeni bir ifa­de tarzı yaratmışlar, bu da Fransızcaya benzediği için taklitçilikle suçlanmışlardır.

Muhtevada taklitçiliğe gelince onlar roman ve hikâyelerinde cemiyetimizden bir kesit almışlar, Avrupai tipleri içine alan bu kesit yüzünden taklit­çi sayılmışlardır. Halbuki işledikleri tipler, cemi­yetimiz içindeki insanların bir kısmından başka bir şey değildir.

Servetifünuncularm cemiyetimiz üzerinde men­fî tesiri kanaatimce çok başka bir noktada olmuş­tur ve hâlâ da devam etmektedir. Onların hayata bakış tarzlarındaki bedbinlik ve marazîlik, Türk ce­miyetinde bütün hızıyla devam etmektedir. Ziya Gökalp'ın iyimser idealizmi, Atatürk'ün icraatçı-lığı bile bunu silememiş, aydınların hayat ve düşün-


ce tarzına sinen bu düşünce şekli ve bu marazîlik, romanlarda ve filimlerde devam etmekte, yavaş ya­vaş arabesk vasıtasıyla halka doğru yayılmaktadır. Servetifünun'dan sonra romanlarda ve filimlerde artarak görülen bu marazî hassasiyet, Türk cemi­yetini Namık Kemal, Ziya Gökalp ve Mehmet Akif-in dinamizminden uzaklaştırmıştır. Ara sıra bu di­namizm, cemiyette, edebiyat ve siyaset sahasında kendini göstermişse de devamlı olan Servetifünun hassasiyeti olmuştur.

Servetifünuncuların bu bedbinliklerinin sebe­bi, inançsızlıkları ve tarihî bir perspektiflerinin ol­mayışıdır. Her ne kadar yazılarında tekâmül fik­rini işlemişlerse de bu mesele, yalnız sanata bağlı, mücerret bir mesele olarak kalmıştır. Tekâmül ve tarihî bakış onların hayat felsefelerine tesir eden önemli bir unsur olamamıştır. Bunun neticesi ola­rak sosyal, siyasî ve millî duygu ve düşünceler de kazanamamışlardır. Bu bakımdan eserlerinde de­rinlik görülmez. Onların derinleştikleri, ciddî ve ge­niş olarak ele aldıkları en mühim konu, estetik ve sanat meselesi olmuştur. Fakat bu da tarihten uzak, tek başına bir mesele olarak ele alındığı için zengin bir tarih duygusu ile birleşememiştir. Sos­yal meselelere ilgisiz kalmaları yüzünden Türk ce­miyetinin problemlerini ve yeni bir medeniyet eşi­ğinde geçirdiği buhranı eserlerinde işleyememişler ve değerlendirememişlerdir. Bu şekilde 1896-1901 yılları arasında, yaşadıkları devrin idare tarzına, siyasî şartlara da tepki göstermiş olmaktadırlar. Bu bir nevi kaçıştır. Fakat onların mizaçlarından do­ğan bu davranış şekli, daha sonraki hayatlarında da devam etmiştir. Ahmet Hikmet, Celâl Sahir, Hü­seyin Cahit gibi bir ikisi dışında onlar sanat ve ede­biyattan örülü bir fildişi kule içinde ömürleri bo­yunca yaşamışlar, cemiyetin buhranlarının dışın­da kalmışlardır. Bunun sebebi onların mizaçları ve psikolojileridir. Bu, onların yalnızlıklarının da se­bebi olmuştur. Servetifünuncular yalnız, terkedil­miş ve anlaşılmamış adamlardır. Bir bakıma bu özellikleri onların başarıları da olmuştur. Eserle­rinde bu dünya görüşü hakimdir. Romanlarmdaki kahramanlar, aşklarının anlaşılmaması, istekleri­nin bilinmemesi için âdeta çırpınırlar, bu yüzden acı çekerler ve bedbaht olurlar. Fakat bu ıstırap on­lara gizli bir zevk verir. Onların kahramanları da kendileri gibi, gayeleri uğrunda mücadele eden, ümitli, iyimser ve idealist tiplerden ne kadar fark­lıdırlar. Onların bu hayat görüşü, Ahmet Haşim, Yakup Kadri ve Reşat Nuri'nin eserlerinde devam etmiştir'. İngiliz terbiyesiyle yetişen Halide Edip ise romanları ve hayat tarzı ile tamamen farklı, olumlu ve aktif bir sistem yaratmış, fakat cemiyet üzerinde tesirli olamamıştır.

Servetifünun görüşü popüler edebiyatta yaygın bir şekil almıştır. Türk aydınına yayılmış olan bu inançsızlık, tarihî perspektiften yoksunluk, sığlık ve darlık, Saffet Nezîhî, Saffetî Ziya gibi yazarla­rın romanlarından başlayarak cemiyeti etkisi al­tına almış, Kerime Nadir ve Muazzez Tahsin'lerle günümüze kadar gelmiştir.


Tabiatıyla bunda bütün kusur Servetifünuncu-lara yüklenemez. Onlar isteseler de başka türlü ola­mazlardı. Çünkü insanların hassasiyetlerini ve mi­zaçlarını değiştirmek ellerinde değildir ve bir ce­miyette her türlü duyuş tarzı olabilir. Fakat bunun doğru yeşerebilmesi için cemiyet hükümlerinin sağ­lam olması gerekir. Türk aydınına hakim olan po-zitivist ve determinist zihniyet ve hele bunlar da dahil olmak üzere bütün fikir akımlarının cemiye­timiz tarafından yanlış anlaşılması, Servetifünun'-un edebiyatımıza getirdiği marazı ve hasta hassa­siyetin benimsenmesine sebep olmuştur. Mehmet Kaplan Servetifünuncularda mekân duygusunun zamana ve insana hakim olduğunu söylüyor. Ser-vetifünuncular, zamandan, tarihten, dolayısıyla in­sandan uzaktırlar. İnsanın bütününü ve psikoloji­sini kavrayamadıkları için hayatı çok boyutlu ola­rak eserlerine aksettirememişlerdir. Bu hususu kendileri de farketmişlerdir. Ahmet Şuayb, Meh­met Rauf, Tevfik Fikret yazılarında edebiyatımız­da bir şeyin eksikliğinden, edebiyatımızın hastalı­ğından bahsederler. Fakat bu eksikliği gideren eserler veremezler.

İnsanı ifade vasıtalarından biri olan sanat şüp­hesiz ki varlığın diğer unsurları gibi tek boyutlu, tek yönlü ve sınırlı bir şey değildir. Bunun için Ser-vetifünuncuların sınırlılığı, nasıl kabul edilemezse, onlar da sınırlı bir bakışla, menfî bir gözle değer­lendirilemez. Servetifünuncular sanat yolunu aç­mışlardır. Sanatta ciddiyeti, gerçek tenkidi edebi­yatımıza getirmişlerdir. Bunun yanında yarattık­ları marazı ve hasta hayat görüşü, hayata çarpık


bakan, olayları yanlış algılayan ve yanlış yorum­layan insanımız tarafından benimsenmiş ve devam ettirilmiştir.

Servet-i Fünun Topluluğunun Yayın Faaliyeti: Ser­vetifünuncular şuurlu bir kitap neşriyatı faaliye­tini başlattılar. 1899'da Hüseyin Cahid'in gayret­leriyle Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi kuruldu. Bu seri altında 35 kitap yayınlandı. 1901'e kadar onbir es^er neşredildi. Diğerleri 1909'dan sonra çıkarıldı. Hüseyin Cahid'in sayesinde kurulan ve yürütülen bu serinin yerini 1922'den sonra Hüseyin Cahid'in tek başına kurduğu Oğlumun Kütüphanesi alacak­tır. Şekle ve görünüşe çok değer veren Servetifü­nuncular Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi serisin­den çıkan kitapların görünüşlerini de düzenlemiş­lerdi. Kapakları kırmızı-beyaz olarak düzenlenen kitaplar yüzünden Servetifünuncular bir aralık ta­kibata uğradılar. Kırmızı kan rengidir, siz de ihti­lâl mi istiyorsunuz şeklinde ithamlara maruz kal­dılar. Bu serinin kitaplarından bazıları şunlardır: Hayât-ı Muhayyel (Hüseyin Cahid), Rübâb-ı Şikes­te (Tevfik Fikret), Bir Yazın Tarihi (Halit Ziya), Aşk-ı Memnu (Halit Ziya), Hayâl İçinde (Hüseyin Cahid), Eylül (Mehmet Rauf), Hayât ve Kitaplar (Ahmed Şuayb), Hâristan ve Gülistan (Ahmet Hik­met), Siyah İnciler (Mehmet Rauf), Mai ve Siyah (Halit Ziya), Beyaz Gölgeler (Celâl Sahir), Hac Yo­lunda (Cenab Sahabettin), Ferdî ve Şürekâsı (Ha­lit Ziya) Leyâl-i Girîzân, (Hüseyin Sîret), Hayât-ı Hakîkiye Sahneleri (Hüseyin Cahid), Lâne-i Melal (Hüseyin Suad), Kavgalarım (Hüseyin Cahid), Sa­lon Köşelerinde (Safvetî Ziya).

Free Web Hosting