|
|||
Servet-i Fünûn Edebiyatı
|
|||
|
|||
Servet-i Fünun devri veya Servet-i Fünun Edebiyatı, edebiyat ve fikir hayatımız bakımından önemli bir safhadır. Bu güne kadar bu edebiyatla ilgili çeşitli yorum ve hükümler ortaya atılmış, devir ve edebiyatçılar üzerinde bir çok incelemeler yapılmış, yine de münakaşaların sonu gelmemiştir. Bu edebî devir hakkında yapılan tartışmalar, bu edebî akımın kuvvetini ve taşıdığı ağırlığı göstermektedir. Edebiyat tarihimizde batılı anlamda bir ekol, bir mektep karakteri gösteren yegâne topluluk Servet-i Fünun'dur. Onun, tam manasıyla batıdaki edebî mektep karakteri gösterdiği belki münakaşa edilebilir. Fakat bu topluluğun edebiyatımız-daki topluluklar içinde batılı edebî mekteplere en yakın olduğu şüphesizdir. Servet- Fünun'un edebi-yatımızdaki yerini tesbit etmeden önce onun tarihçesine; devrin edebî, sosyal ve siyasî şartlarına ve Avrupa'daki edebî faaliyetlere bir göz gezdirmekte fayda vardır.
Servet-i Fünun Edebiyatı 1896-1901 yılları arasında yer alır. Bir dergi etrafında toplanan şahsiyetlerden meydana geldiği için bu derginin adıyla edebiyat tarihimize geçmiştir. Bu bakımdan Fran-sa'daki Parnas dergisi etrafında toplanan Parnas-yenlerle bir benzerliği vardır. Fakat tabiatıyla bu bir taklit değil, sadece şartların yarattığı bir benzeyiştir. Servetifununcular kendilerine yazılarında Edebiyat-ı Cedîdeciler demekte ve kendilerini Tanzimattan beri meydana getirilen edebiyatın devamı olarak görmektedirler. Daha çok Tanzimat edebiyatının birinci ve ikinci nesilleri için kullanılan bu tabir, Servetifünun topluluğuna karşı olanlar tarafından "Yeni Edebiyat-ı Cedîde" şekline konularak Servetifünunculara yöneltilmiştir.
|
Böylece zamanla yıpranan ve birden fazla anlayışı temsil eden "Edebiyat-ı Cedîde" ifadesinin yerini "Servet-i Fünun" tabiri kendiliğinden almıştır. Servetifünun deyiminin yirminci yüzyılın başında Fuat Köprülü'nün yaptığı çalışmalarda görülmediğini, ancak 1930'dan sonraki edebiyat tarihlerinde oturmuş bir tabir olarak kullanılmaya başlandığını da belirtelim. Ayrıca Tanzimatm birinci ve ikinci nesilleri için "üdeba-yı cedîde", Servetifünunculara da başlangıçta daha çok "Fikret-Halit Ziya Mektebi" dendiğini ilâve etmek lâzımdır.
Servet-i Fünun 27 Mart 1891 tarihinde Ahmet İhsan (Tokgöz) tarafından çıkarılmaya başlanmış bir dergiydi. Recaizade Ekrem'in Galatasaray'dan öğrencisi olan Ahmet İhsan, Fransızcadan tercüme ettiği romanları dergide tefrika ediyordu. Servet-i Fünun dergisinde popüler fen bilgileri ve sağlık bilgileri, Avrupa'da yapılan ilmî keşiflerin havadisleri bulunmaktaydı. Adından da anlaşıldığı gibi dergi o zamanlar edebiyattan çok uzaktı. Derginin edebiyatla olan alâkası tercüme roman tefrikalarından ibaretti. Güzel, resimli ve muntazam bir dergi olan Servet-i Fünun, okuyucuların ilgisini çekiyor, görünüş bakımından devrindeki diğer dergi ve gazetelerden farklılık gösteriyordu. İyi bir tahsil görmüş olan Ahmet İhsan, Batıdaki basın ve yayın tekniğini yakından takip etmekte ve uygulamakta idi. İki yıl sonra bir edebiyat dergisi olarak çıkarılan Malumat, bir müddet sonra görünüş ve mizanpaj bakımından Servet-i Fünun'un tekniğini taklit etmek zorunda kalmıştı.
Tanzimatta Şinasi ve Kemal'lerle hızlı ve heyecanlı bir şekilde başlayan edebiyatta yenileşme hareketi, II. Abdülhamit idaresinde durgunlaşmış
|
||
|
|||
|
|||
ve pasifleşmişti. 1876'da Mebuslar Meclisini kapatarak bütün yetkileri kendisinde toplayan Abdül-hamit zamanında yeni bir edebiyat meydana gelmişti. Namık Kemal gibi sesi çıkacak olan edebiyat ve fikir adamlarını ceza vermeden, hattâ yüksek maaş ve mevkilerle İstanbul'dan uzaklaştırmak, böylece İstanbul'da kendi hakimiyetini sağlamlaştırmak, kimsenin tenkidine fırsat vermemek, Abdülhamid'in siyasetiydi. Dış siyasette çok kuvvetli ve başarılı olan, fakat iç siyasette zaman zaman yanlış anlaşılmalara ve uygulamalara sebebiyet veren Padişah, Osmanlı Devleti üzerinde oynanmak istenen oyunların farkındaydı ve bunlara karşı tedbir almakla uğraşıyordu. Bu arada kendisinin dışında çıkacak bir ses, haklı bile olsa, bu siyaseti bozabilir, zaten problemli olan ülkeyi büsbütün çıkmaza sokabilirdi. Padişahın en büyük üzüntüsü memleketin parçalanmasıydı. Bu da, yanlış bir söz veya davranışla bazan bir an meselesi haline geliyordu.
Bütün bu sebeplerle sosyal bir edebiyat, önce dolaylı olarak başlayan tedbirlerle yasaklanmış oluyordu. Edebiyat ve fikir adamları İstanbul'dan ve ve hadiselerden uzakta, dağınık bir halde idiler, dolayısıyla söz söyleyecek bir durumda değildiler. Önceden çıkmakta olan gazete ve dergiler, edebiyat dışı meselelere yönelmişlerdi. Fennî konulara ağırlık veriliyordu. Bu arada sonradan edebî hayatımızda büyük tesirler gösterecek olan yeni bir sahaya yönelmişlerdi: tercüme.. Gerek ilmî, gerekse fennî diyebileceğimiz hafif mevzular, romanlar, hikâyeler tercüme edilmekte ve bunlar yayın organlarına girmekteydiler.
Jules Verne'in, Octave Feuillet'nin, George Oh-net'in romanları tercüme, gazete ve dergilerde tefrika ediliyor, bunlar okuyucu tarafından büyük bir alâka ile karşılanıyordu. Bu devirde başlayan bu tercüme faaliyeti kısa bir müddet içinde dil ve hayat görüşü bakımından Türk edebiyatına ve cemiyetine büyük ölçüde tesir etti. Türk dilinin yapısı ve sentaksı üzerinde, cümle kuruluşunda değişiklik yaptı.
1891'de Servet-i Fünun dergisi çıkmaya başladığı zaman Türk yayın hayatı işte bu durumda idi. Mehmet Kaplan'ın "ara nesil" diye adlandırdığı ve özelliklerini de "küçük ve günlük hassasiyetler" olarak ifade ettiği bir edebiyatçılar, daha doğrusu şairler gurubu vardı. Fakat bunlar yeni bir edebi-yatıri bütün prensipleriyle yerleşmesinde kâfi derecede rol oynayacak güçte ve kabiliyette değildiler. 1880'lerden itibaren Naci-Ekrem münakaşası diye bilinen eski ve yeni edebiyat çatışması başlamıştı. Recaizade'ye göre yeni edebiyat henüz bütün bir hayat anlayışı ile memleketimizde teessüs etmemişti. Eskinin karşısına çıkacak güçlü ve radikal bir topluluğa ve bu topluluğun vereceği eserlere ihtiyaç vardı. Eski edebiyat sahası da Muallim Naci'nin 1893'teki ölümüyle ehliyetsiz kimseler elinde kalmıştı. Hocalık vasfı, sanatından kuvvetli olan ve sağlam teorik esaslara dayanan Ekrem edebiyatta ve fikir hayatındaki bu boşlukların farkın-
|
daydı ve düşündüklerini gerçekleştirmek için fırsat arıyordu.
Malûmat dergisi 1895 sonlarında Hasan Âsaf adlı bir genç şairin "Burhan-ı Kudret" adlı şiirini yayınladı. Şiirin
Zerre-i nurundan iken muktebes Mihr ü mâha etmek işaret abes
beyti manâ ve kafiye bakımından hatalı bulunuyor ve tenkit ediliyordu. Eski kafiye anlayışına göre kafiye kulak için değil, göz içindi. Yani sesin aynı olması yetmezdi, mısra sonlarındaki kafiyenin esası "aynı harf' olmalarıydı. Bunun için "muktebes"
![]() ![]() Hasan Âsaf dergiye bir mektup göndererek şiirini şöyle müdafaa etti: "Abes ile muktebes takfi-ye edilemez denilmiş! Edîb-i müşarünileyh atûfet-lu Ekrem Beyefendi Hazretlerinin (Kafiye sem' içindir, basar için değildir) diye irad buyurmuş oldukları hikmet-i edebiyeyi bizzat işitmiştir." Bu mektup Malûmat dergisi tarafından istihza ile karşılandı. Bu arada Ekrem'in şahsiyetine de şiddetle hücum edildi, onun "üstâd-ı edeb" oluşuyla ve "kulak için kafiye" taraftarlığıyla alay edildi. Ayrıca Muallim Naci'nin:
işitildi yine gülzâr-ı sühanda ma'hud Bülbül-i herze-edânın yeni bir Zemzemesi Lâ'l eder bir gün onu aksederek âfâka Yine bir bâz-ı fezâ-i edebin Demdemesi
mısralarına yer verilerek Naci ile Ekrem arasındaki tartışmalar hatırlatıldı. îş, edebiyattan uzaklaşmış, bir şahsiyet meselesi halini almıştı. Ekrem ağırbaşlı davranıyor, ağırbaşlı cevaplar veriyordu. Fakat küfürler ve sataşmalar çoğalınca, Ekrem Maarif Nezaretine müracaat etti. Sansür dairesi buraya bağlıydı. Bunun üzerine sansür, Malûmât'm bazı nüshalarını toplattı.
Ekrem'in zihninde yeni bir edebiyat için düşündüğü şeyler, bu hadise ile tebellür etmiş bulunuyordu. Galatasaray'dan talebesi olan ve yeni bir
|
||
|
|||
|
|||
edebiyata taraftar bulunan gençler vardı. Bunları Servet-i Fünun dergisinde toplamak istedi. 1895 yılı sonlarında Ekrem'in teşviki ve delaletiyle Servet-i Fünun'un başmuharrirliği onun en sevdiği talebesi Tevfik Fikret'e verildi. Mektep, Maarif, Hazine-i Fünun, Mirsat, Malûmat dergilerinde yazan ve yeni edebiyata ilgi duyan gençler yavaş yavaş Servet-i Fünun dergisinde toplandılar. Dergide yeni tarzda şiirler yayınlanmaya ve hikâye ve romanlar tefrika edilmeye başlandı. Bu gençlerin her biri dergide musahabeler, tenkidi yazılar ve batı edebiyatını tanıtan makaleler yazmaktaydılar. Topluluğa nazımda Tevfik Fikret, nesirde Halit Ziya tesir ediyordu.
Dergide yazan gençler Fransızcayı biliyor ve Fransız eserlerini asıllarından okuyorlar, batıdan çeşitli tercümeler yapıyorlardı. Bu yıllarda Fransa, klasisizm ve romantizm akımlarından geçmiş, edebiyatta realizmin özellikle natüralizmin; tenkit ve edebiyat tarihinde de geniş olarak "romantik tenkit" diyebileceğimiz, vasıfları itibariyle de "tarihî tenkit" diye adlandırılan akımın etkisi altında idi. Edebiyatta natüralizm bütün kötümser hayat görüşü ile hüküm sürerken tarihî tenkitçilik de edebiyat tarihçiliğinde zaman ve mekân kavramlarının doğmasına yol açmış ve bu kavramları alabildiğine genişletmişti. Edebiyat, sosyolojik, tarihî, biyografik, psikolojik olmak üzere edebiyat dışı bilgilerle zenginleşmiş ve dağılmış bir vaziyetteydi. Tarihî tenkitçilik görüşü her ne kadar Fransa'da Saint-Beuve'den sonra Hippolyte Taine'in izah-larıyla sistemleştirilmiş ise de asrın sonlarında bir çok kollara ayrılmıştı. Bunların her biri bir görüşü temsil etmekteydiler. Biyografik, empresyonist, rölativist, psikolojik tenkit türleri bunların en önemlileridir. Tabiatıyla bu görüşler, yalnız tenkit ve edebiyat tarihçiliği sahasında kalmıyor, yazarların ve cemiyetin düşünüş ve duyuş tarzlarını da etkiliyorlardı. Bu da hayat görüşü farklı toplulukların doğmasına yol açıyor, bunların birbirleriyle olan münasebetleri, tartışmaları, canlı bir edebiyat ve fikir hayatı yaratıyordu.
Şiirde ise Fransa'da Parnaslar, onlara tepki olarak da Sembolistler vardı. Parnasyenler şiirde şekil mükemmelliğine önem veriyorlar, duygudan uzak şiirler yazıyorlardı. Halbuki şiir her şeyden önce duygu demekti. Onların şekle aşırı düşkünlükleri, teferruatı işlemeleri zamanla bir tepki yarattı ve sembolistler ortaya aktı. Onların da mânâya değil ahenge ehemmiyet vermeleri ve düşüncelerini ifrata götürmeleri anlaşılmayan şiirler yazmalarına sebep oldu. Servet-i Fünun topluluğu teşekkül ettiği zaman şiirde Parnas ve Sembolist hareketler sona ermiş bulunuyordu.
Servetifünuncular 19.yüzyıl Fransız edebiyatım bütün özellikleri ve teferruatıyla tanıdılar ve dergide geniş tercüme yoluyla aktarmaya çalıştılar. Bu arada bizim edebiyatımızda görülmeyen yeni imajlar ilgilerini çekiyor, bunları tercüme etmeye çalışıyor, karşılıklarını bulamayınca da eski Farsça ve Arapça kelimelerden faydalanıyorlardı. Böylece ölü
|
kelimeleri eserlerinde, özellikle şiirlerinde kullandılar. Yeni bir dil ve sanat görüşü ortaya atmışlardı. Edebiyatın bir yüksek zümre işi olduğunu söylüyor, ahenkli buldukları kelimeleri kullanmakta ısrar ediyor, bunları kullanmakla anlaşılmaz olduklarını mühimsemiyorlardı. Bu ise, Tanzimatla-birlikte başlayan halka doğru gidiş hareketine aykırıydı. Ahmet Mithat, Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi gibi edebiyatçılar onların görüşüne karşıydılar. Onun için çok geçmeden nasıl bir Servetifünun topluluğu meydana geldiyse, onların görüşlerine katılmayanlar da bir muarızlar gurubu meydana getirdiler. 27 Haziran 1312 tarihli Mektep dergisinde Cenab'm Terâne-i Mehtap adlı şiiri neşredildi. İçinde geçen "sâat-i semenfâm" ifadesi, muarızlar gurubunu büsbütün kızdırdı. Cenab'a hücum ettiler. En önemlisi Ahmet Mithat'ın Sabah gazetesinde yayınlanan makalesiydi. Dekadanlar adlı bu yazıda Ahmet Mithat Servetifünuncularm hareketini, edebiyatı bir geriye götürüş olarak yorumluyor, onları, özellikle Cenab'ı taklitçilikle itham ediyordu. Cenap buna karşılık Servet-i Fünun'da "deka-dizm Nedir?" adlı makalesini yazdı. Burada Dekadanlığın geriye dönüş demek olduğunu açıklıyor, bunun da Fransız edebiyatında meydana geldiğini tarihçesiyle beraber anlatıyordu. Bu arada cemiyetlerin ve insanların hayatında taklidin geçilmesi, geçirilmesi ve aşılması gereken bir merhale olduğunu da belirtiyordu. Fakat bu yazıya rağmen Servetifünuncularm "Dekadanlar" diye isimlendirilmesi yaygınlaştı. Cenab'm sanat ve edebiyat görüşlerini izah eden yazıları, güzelliği ve seviyeyi ön plana alan felsefesini anlatması bir işe yaramıyordu. Bu arada dergide İsmail Safa'nın bir makalesi çıktı (sayı: 366) Yazar burada herkesi objektif olmaya çağırıyor, güzelliklere ve edebî seviyeye dikkati çekiyordu. Arkadan Süleyman Nesib'in de bir yazısı yayınlandı. (SF., 30 Nisan 1314, sayı 374). Bu yazı Cenab'ı müdafaa etmekle beraber onun Fran-sızcadan bazı şeyleri aktardığım da anlatıyordu. Ahmet Hikmet de bu konuda makaleler yazıyordu. Şeyh Gâlib'in bazı yenilikler yaptığım, sembolik eserler meydana getirdiğini söylüyor, taklitsiz ilerleme olmaz diye düşünce tarzını belirtiyordu. (SF. sayı: 382, 25 Mayıs 1314, sayı: 393, 10 Eylül 1314). Hüseyin Cahit bu devrin en velûd yazarı olarak görünmektedir. Sembolizm hakkında seri makaleler yazdı. Okuyuculara sembolizmi tanıtmaya ve adını zik-retmeksizin Cenab'ı müdafaa etmeye çalıştı. Şemsettin Sami ve Servetifünuncuları müdafaa eden bir makale yazdı. Hüseyin Cahit buna cevap verdi {Tarik, 19 Teşrin-i Sani 1314). Bundan iki gün sonra Ahmet Mithat "Teslim-i Hakikat" adlı makalesini neşretti. (Tarik, 21 Teşrini Sani 1314). "Benim Cenab ve Halit Ziya Beylere bir sözüm yok" diyerek evvelce söylediklerini geri alıyordu. Bu arada Samih Rıfat İkdam 'da Şemsettin Sami'ye bir açık mektup ve ayrıca iki makale yazarak Servetifünuncularm kullandığı tabirleri tenkit etti ve millî olmadıklarını ileri sürdü.
|
||
|
|||
|
|||
Servetifünun topluluğunda görüş ayrılığı belirmeye başlamıştı. Ali Ekrem ve Ahmet Reşit gibi bazı» gençler ifadede aşırılığa kaçıldığını kabul ediyorlar ve derginin sütunlarında otokritik yapmak istiyorlardı. Şahısları değil görüşü ve edebî mesleği müdafaa etmek fikrindeydiler. Bir taraftan da Fikret'in geçimsizliği, aşırı alınganlığı ve titizliği, aralarında bazı meselelerin çıkmasına yol açıyordu. Fikret Vasiyet şiirinden dolayı çok beğenilen ve ilgi gören Ali Ekrem'e karşı kırıcı ve sübjektif davranmaya başlamıştı. Ali Ekrem Servetifünun hakkındaki görüşlerini içine alan ve samimî kanaatlerini belirten uzun bir tenkit yazısı yazdı. Fikret bunu dergide aynen neşredeceğine söz vermişti. Fakat pek çok kısmını çıkararak ve hükümleri değiştirerek yayınlaması üzerine Ali Ekrem çok kızdı. Önce yazısının değiştirildiğini Yevmî Malûmat ve Servet gazetelerinde ilân etti, sonra da makalenin tamamını Malûmat 'ta neşretti (14 Aralık 1316, sayı: 286). Ali Ekrem (Ayın Nadir) bu yazıda özellikle Fikret'e hücum ediyor, "Kenan" şiirine "güzel bir fıkracık" diyor, "Kılıç" manzumesini beğenmiyordu. Cenab'ın da zînete fazlaca düşkün olduğunu, şiirlerini tezyinata boğduğunu söylüyordu. Cenab in kullandığı tabirleri de tek tek ele alarak bunların şiirin değerini azalttığını ifade ediyordu. Buna üzülen Fikret bu hareketin çirkinliğini Servet-i Fünun'daki bir makalesinde zımnî bir şekilde anlattı. Ayın Nadir ise buna ilmî bir tenkitten ziyade dargınlığın yarattığı bir öfke ile cevap verdi (Malûmat, sayı: 270, 28 Aralık 1316). Ce nab, "Raik Vecdi "«imzasıyla "Müntekid-i Hakîkî" adlı makalesini yazdı. Burada Ali Ekrem'i kastederek onun hakiki bir tenkitçi olamayacağını anlatmak istiyordu. Yeni bir imza ile ve olgun bir ifade ile yazılan bu makale Malumatçıları şaşırtmıştı. Rıza Tevfik "Mübâhasat ve Tenkidât-ı Edebiye" adlı yazısında Cenab'ın sanat hakkındaki düşüncelerine cevap verdi. Rıza Tevfik bu imzanın Ce-nab'a ait olduğunu anlayan bir ifade kullanıyordu. Hüseyin Cahit'le Mehmet Rauf da yazılarıyla bu münakaşaya katıldılar. Onların Servet-i Fün un 'da yazdıklarına Ali Ekrem Malûmât'ta hemen cevap veriyordu. Artık iş şahsiyete dökülmüştü. İki taraf da birbirini cahillikle suçluyordu. Ali Ekrem'in samimi arkadaşı olan H. Nazım da Servet-i Fünun'-dan çekilmiş, Malûmât'ta yazmaya başlamıştı. O da bu münakaşaya Fikret'in "Rübâb-ı Şikeste"sini tenkit etmekle katıldı. Ali Ekrem Sembolistlerin ve Dekadanların aleyhinde bir takım yazılar neşrediyor, hepsinde de muhatap olarak Servetifünun-cuları alıyordu. Çok geçmeden Sami Paşazade Sezai ile Menemenlizâde Tâhir de Servet-i Fünun 'dan ayrıldılar. Bunun üzerine Fikret şu meşhur şiirini yazdı:
Ayın Nadir hakaret gördü gitti H. Nazım başka hikmet gördü gitti Sezai fazla hürmet gördü gitti Hele T ahir Beyin ahvâli malum O Tahir'le karabet gördü gitti
|
Ali Ekrem'in Servet-Fünûn'dan ayrılışının bir sebebi de o sırada Mâbeynde çalışması olabilir. Ali Ekrem'le Ahmet Reşit Mâbeynde idiler. Fikret ise saraya kızıyor ve ona yakın olanlara da bu hislerini yöneltiyordu.
Servet-i Fünun edebiyatının hatalarını Fikret, Cenap ve Mehmet Rauf da görüyor ve yazılarında konu ediniyorlardı.
Abdülhamid'in otoriter idaresinin bütün bu yazıları hoş görmediği aşikârdır. Ayrıca Servetifünun-cular sık sık dergide veya bir arkadaşlarının evinde toplanıyorlardı. Sanat ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı bu toplantılar, saray tarafından yakından takip ediliyordu. Servetifünuncularm ortak bir tarafları da Abdülhamit düşmanlığı idi. İçinde bulundukları şartlardan memnun olmayan Servetifünun-cular bir sanatkâr hassasiyetiyle önce Yeni Zelanda'ya kaçmayı düşünmüşler, sonra Hüseyin Sîret'in Manisa'daki çiftliğine gitmeyi hayal etmişlerdi. Bütün bunlar gerçekleşemedi, fakat onların eserlerine aksetti.
Bu arada ortaya çıkan ve kendileriyle hiç bir alâkası bulunmayan bir meseleye lüzumsuz bir hassasiyetle Servetifünuncular da karıştılar. Şubat 1900'de ingilizlerle Güney Afrika'daki Boerler arasında bir savaş çıktı ve İngilizler Boerleri yendiler. Ekim 1899'da başlayan bu savaş, Şubat 1900'de İngilizlerin Boerleri yenmesiyle sonuçlandı. Boerle-rin hürriyet mücadelesi, İngilizler'in de sömürgecilik hırsından başka bir şey olmayan bu savaş yüzünden bütün dünya milletleri İngilizlerin aleyhindeydi. Avrupa basınında İngiltere aleyhinde yazılar çıkıyordu. Şubat 1900'de İngiltere'nin kazandığı Padelberg Zaferi dolayısıyla bazı Türk aydınları İngiltere lehine gösteri yapmak istediler. Bir beyanname hazırlandı ve bazı Servetifünuncularm da içinde bulunduğu bir grup tarafından imzalandı. Bu arada İngiliz elçiliğine giderek çelenk verenler de vardı. Bu, Abdülhamid'in politikasına asla uymayan bir durumdu. İmzacılar ve gösteri yapanlar tutuklandı. Bunlar arasında Fikret, İsmail Safa ve Hüseyin Sîret de vardı. Fikret üç gün içinde serbest bırakıldı, fakat hepsi bir müddet daha sıkı bir takibe alınmışlardı. Bir müddet sonra İsmail Safa Sivas'a, Hüseyin Sîret Adıyaman'a sürüldüler.
Servet-i Fünun'Aa anlaşmazlıklar böyle devam ederken Fikret'in de içinde yaşadığı buhran gitgide büyüyor, trajik bir hal alıyordu. Nihayet derginin sahibi Ahmet İhsan'la araları açıldı ve Fikret derginin yazı işlerini bırakarak ilk inzivasına çekildi. Derginin idaresini Hüseyin Cahit üzerine almıştı. 1901 yılında Hüseyin Cahid'in Fransızcadan tercüme ettiği "Edebiyat ve Hukuk" adlı yazı derginin kapatılması için iyi bir bahane oldu. Süresiz olarak kapatılan dergi altı ay sonra tekrar çıkmaya başlamıştı. Fakat artık o hararetli edebiyatçılardan hiç biri meydanda yoktu, her biri bir tarafa dağılmıştı. Bundan sonra da dergi eski edebî faaliyetini bir daha gösteremedi. 1908'e kadar pasif bir neşriyat yapan Servet-i Fünun dergisi bu tarihten sonra yine bir edebiyat dergisi olmuş, 1909'da Fecr-
|
||
|
|||
|
|||
i Âti gurubunun yayın vasıtası haline getirilmiş, ancak bu görevi de çabuk sona ermiş, Cumhuriyet'-ten sonra da Servet-i Fünun ve Uyanış adlarıyla yayın hayatına devam etmişti.
Görülüyor ki bu edebî topluluğun faaliyet çizgisinde tesadüflerin büyük bir rolü vardır: Kuruluşunda ve dağılmasında olduğu gibi. Fakat bu arada yeni bir edebiyata duyulan ihtiyacın varlığı da inkâr edilemez. Bu topluluğu meydana getiren şahsiyetler şunlardır: Şiirde: Tevfik Fikret, Cenab Sahabettin, Süleyman Paşazade Mehmet Sami (Süleyman Nesib imzasıyla), Hüseyin Suat (Yalçın), Hüseyin Sîret (Özsever), Faik Âli (Ozansoy), Süleyman Nazif (dedesi İbrahim Cehdî imzasıyla), İsmail Safa, Ali Ekrem (Bolayır: Ayın Nadir imzasıyla), Ahmet Reşit (Rey: H. Nazım imzasıyla), Celâl Sâhir (Erozan). Küçük hikâye ve romanda: Halit Ziya (Uşaklıgil), Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit (Yalçın), Ahmet Hikmet (Müftüoğlu). Tenkitte: Ahmet Şu-ayb. Bu yazar ve şairlerden birçoğu dergide musahabeler yazmışlardır. Bunlar sanat ye edebiyat hakkında edebiyatımızın da ihtiyaç duyduğu ciddî yazılardır. Ayrıca Şemsettin Sami ile Rıza Tevfik (Bölükbaşı) da topluluğa dahil olmamakla berbaer dergide makaleler yazmışlardır. Onlar bu gurubun hatalarını görmekle birlikte edebiyat ve sanat sahasındaki üstünlüklerini kabul ve takdir etmekteydiler.
1897 yalnız edebî bakımdan değil siyasî ve askerî bakımdan da mühim bir tarih oldu. Bu tarihte çıkan Türk-Yunan Savaşı, uzun zamandan beri mevcut olan millî şuurun şekillenmesine yol açtı. Tabiatıyla bu şuurun kaynakları Batıdaki Türkoloji çalışmaları ve keşifleri ile 19. yüzyılın başından beri görülen Rus tehlikesi idi. 19. yüzyılda bütün Türk dünyasını altüst eden Rus siyaseti edebiyatta bir akım doğmasına dolaylı olarak sebebiyet veriyor, Cemalettin Efgânî, Mehmet Emin gibi edebiyat tarihinde iz bırakan şahsiyetlerin ortaya çıkmasına vesile oluyordu. Bu itibarla 1897 Osmanlı-Yunan Savaşının patlak vermesiyle, zaten hazır olan bir potansiyel, Mehmet Emin'in şiirleri etrafında kendini gösterdi. Mehmet Emin Türkçe Şiir-ler'i meydana getiren dokuz şiiri millî bir görüş ve duyuşla yazmıştı. Edebî zevk ve estetik bakımdan oldukça zayıf olan bu manzumeler, basılır basılmaz büyük bir ses getirdi. İşte 1897-1898 yılları bir taraftan Servet-i Fünun edebiyatının yarattığı sanat ve edebiyat meseleleriyle, diğer taraftan millî bir dil ve edebiyat şuurunun belirmesiyle hareketli bir tarih oldu.
Servetifünuncular yaşadıkları devrin sosyal ve siyasî realitelerine bigâne kalarak kendi meseleleriyle ilgilendiler ve kendilerine çizdikleri bir sınır içinde derinleştiler. Onların edebiyat ve sanat anlayışları ve özellikleri şöyle hülâsa edilebilir:
1- Servetifünuncular "sanat için sanat" görüşüne büyük bir hassasiyetle bağlıdırlar. Bütün teorilerini bu anlayış üzerine kurmuşlar, eserlerini bu anlayışa uygun olarak vermişlerdir. Bunun için
|
Batıyı yakından takip ettiler. Örnekleri roman ve küçük hikâyede Fransız realistleri ve natüralistle-ri, şiirde parnasyenler ve sembolistler, tenkitte tarihçi tenkit metodu olmuştur. Onlar yazılarında bazı isimler üzerinde durmuşlar, bu suretle tercihlerini daha açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Halit Ziya romanlarında örnek aldığı Paul Bourget ve Goncourt Kardeşlerden yazılarında da bahseder. Hüseyin Cahid dergide Fransız parnas ve sembolistlerini tanıtan seri makaleler yazar. Hüseyin Cahit, Mehmet Rauf ve Ahmet Şuayb, Hippolyte Tai-ne'i bütünüyle tanıtan yazılar neşrederler. 19. yüzyılın yalnız Fransa'da değil Avrupa'da da önemli bir ismi olan Hippolyte Taine, asrın başında Ma-dame de Stael'le başlayan, sonra Sainte-Beuve'le devam eden tarihçi tenkit metodunu sistemleştir-miş, "ırk, muhit, zaman" formülüyle özetlemiştir.
2- Servetifünuncular, edebî değer bakımından hem öncekilerden, hem de kendi devirlerinden üstün bir edebiyat yaratmışlardır. Onlar özellikle, yenilik yaptıkları edebî türlerde genişlemişlerdir. Tan-zimatla birlikte edebiyatımıza yerleştirilmeye çalışılan roman ve yeni şiir, gerçek hüviyetini Servetifünuncular sayesinde kazanmıştır. Şiir, küçük hikâye, roman ve tenkit gibi edebî türler üzerinde ciddiyetle düşünen, bunların teorisini kurmaya ve pratiğini yaratmaya çalışan Servetifünuncular, her iki yolda da başarılı örnekler vermişlerdir. Yani hem bir şiir, roman estetiği yaratmışlar, hem de bu görüşlerini kendi yarattıkları edebî eserlerde uygulamışlardır. Edebî eserin bütünlüğü üzerinde ciddiyetle düşünen Servetifünuncular, meydana getirdikleri eserlerde bu bütünlüğe azamî derecede dikkat etmişlerdir. Bu bakımdan eserlerinde sağlam bir kompozisyon görülür. Onlarla gerçekleşen bu sağlam kompozisyon fikri, gerek onların verdikleri örnekler, gerekse bu meselenin teorisinden bahseden yazıları sayesinde kendilerinden sonraki edebiyatçıların devam ettirdikleri bir yapı olmuştur. Edebî eserin bütünlüğü fikri onlar tarafından edebiyatımıza yerleştirilmiştir.
Servetifünuncular bu görüşlerini çeşitli yazılarında da işlediler. Hüseyin Sîret, Hüseyin Suat gibi bir kaçı hariç grubun bütün elemanları dergide beş yıl boyunca kendi edebî inançlarını müdafaa eden yazılar neşretmişlerdir. Ancak bu yazılarda ve bilhassa Ahmet Şuayb'ın tenkitle ilgili makalelerinde sadece Fransız tenkidi üzerinde durmuşlardır. Halbuki Avrupa tenkidi sadece Sainte-Beuve ve Taine gibi Fransız'lardan ibaret değildir. Romantik tenkit ve teori görüşlerini başlatan ve ge-nişeten ve onun üzerine bir düşünce sistemi kuran bir de Alman tenkidi vardır. Servetifünuncular yalnız Fransız edebiyatını, tenkidini ve düşünce sistemini tanımışlar, edebiyatımıza getirmişler, İngiliz ve Alman edebiyatlarıyla ilgilenmemişlerdir. Dolayısıyla, daha önceden başlayan batılılaşma cereyanı bize yalnız Fransızlar yoluyla ve Fransız gözüyle gelmiş ve yerleşmiştir. Servetifünuncuların hepsi batı dili olarak Fransızcayı biliyor ve Fran-
|
||
|
|||
|
|||
sız edebiyatının belli başlı eserlerini asıllarından okuyor ve tercüme ediyorlardı. İçlerinden Bahriye Mektebinde okuyan Mehmet Rauf un İngilizceyi bilmesi ve Tennyson gibi bazı İngiliz şâirlerini derginin sayfalarında tanıtması, esasa tesir etmedi, teferruata ait bir husus olarak kaldı. Onların esastaki bakış ve görüşlerini değiştirmedi. Ayrıca Ahmet Şuayb Taine'i tanıtmakla beraber onun metodunu tenkit etti; şaheserlerin ve dehânın ortaya çıkmasında değişmez bir metot olamayacağını ileri sürdü. Fakat bu da topluluğun tamamı tarafından genel olarak benimsenen bir hüküm olmaktan uzak kaldı. Servetifünuncular, sanat ve edebiyat hakkındaki bu dağınık görüşlerine rağmen, edebiyatımıza hem sağlam bir edebiyat ve sanat şuuru getirdiler; hem de roman, şiir ve hikâye gibi edebî türlerde kompozisyon bakımından mükemmel eserler yarattılar.
3- Servetifünuncular bir yüksek zümre edebiyatı yaratmışlardır. Bu, muhtevası itibariyle bir salon edebiyatıdır. Servetifünuncular evin içiyle ilgilenmişler, "ev içi" romanı yazmışlardır. Onlar şu görüşten hareket ediyorlardı: Bir devirde bir değil, birden fazla edebiyat vardır. Bunlar âli edebiyat (yüksek zümre edebiyatı), âdî edebiyat(Bununla daha geniş bir topluluğa hitap eden bir edebiyat çeşidini kastediyorlardı. Âdi kelimesini normal manasında kullanıyorlardı. Yoksa onlarda bir halk edebiyatı fikri yoktu. Halk edebiyatı mahsullerini edebiyat dışı sayıyorlardı). Kendilerinin "âlî edebiyat taraftarı" olduklarını İsrarla belirtiyorlardı. Edebiyatta seviyeyi düşürmemeye azamî derecede titizlik gösteriyorlardı. Bu görüş onların sanata saygı duymalarını ve edebî seviye bakımından üstün eserler meydana getirmelerini sağladı. Bu tarz eserleriyle onlar kendilerinden sonrakilere örnek oldular. Âdi edebiyat dedikleri tarzı da beğenmemekle küçük görmekle beraber, belirli tenkit hudutlarını aşmadılar ve tenkitlerinde ölçülü oldular, seviyeyi muhafaza ettiler, kısacası sanata saygı prensibini daima hassasiyetle korudular.
4- Servetifünuncular yeni bir dil ve üslûp yarattılar. Bu üslûbun hem müsbet, hem menfî bir çok tesirleri oldu. Onlar her zaman olduğu gibi eserlerini meydana getirmeden önce bir prensipten hareket ediyorlardı. Halit Ziya roman ve hikâye yazmadan önce bu türün ne olduğunu ve nasıl geliştiğini ve tercihlerini belirten bir inceleme yazmıştı. Hikâye adlı bu eserinde batıdaki tarihçeyi başlangıçtan itibaren ele alıyordu. Sonunda da realist mesleği tercih ettiğini, romantiklerin de bir takım kusurları olmakla beraber büsbütün edebiyatın dışında sayılamayacağını, asıl edebiyat dışı mahsullerin ise masallar olduğunu söylüyordu. Dil ve üslûpta da aynı metotla hareket ettiler. Yeni bir edebiyat için, yeni duyuş tarzları için, yeni bir ifade tarzı lâzımdı. Halit Ziya bu görüşünü Mavi ve Siyah romanında bütün teferruatıyla işledi. Yeni bir üslûbu yaratmak için çektiği sancıyı, Ahmet Cemil'in ağzından dile getirdi. Cenab, "Esâlib-i Ez-mine", "Esâlib-i Milel", "Esâlib-i Nisvan" gibi ma-
|
kalelerinde üslûbun değişik hayal ve fikirlere, mekâna ve zamana bağlı olduğunu, durmadan değiştiğini izah etti. Bütün bunlar yeni bir ifade tarzı yaratmak için onların ne kadar uğraştıklarını gösterir. Tabii onlar üslûbun teorisi üzerinde bu kadar durduktan sonra yazdıkları eserlerde de üslûba aynı ehemmiyeti verdiler, onu durmadan ve bıkmadan işlediler. Hareket noktaları "güzellik" idi, bunun da başlıca unsuru olarak "âheng"i görmekteydiler. Bunun için kullanılan mevcut kelimeler onlara yetmedi, Arapça ve Farsça lugatlardan yeni kelimeler buldular, ölü kelimeleri dirilttiler. Farsçayı daha ahenkli buluyorlardı. Onun için kelimelerin çoğunu bu dilden seçtiler, Osmanlıcanın kaynakları onlara göre Türkçe, Arapça ve Farsça idi. Bu bakımdan bu kaynaklardan biri olan Farsça'dan kelime almakta bir mahzur görmediler. Böylece dilde anlaşılmaz bir ifade yarattılar. Uğradıkları en şiddetli tenkit de bu oldu. Sun'î bir lisan yaratmakla suçlandılar. Başlıca kusurları; âhenge fazla düşkünlükleri, Osmanlıca ve Türkçe hakkındaki bilgilerinin yanlışlığı ve tercümenin tesirinde kalmalarıdır. Fransızcadan yaptıkları tercümeler onların sentaksını değiştirdi ve uzun cümleler, anlaşılmaz ifadeler yaratmalarına sebep oldu. Yoksa dil hakkında sağlam görüşlere de sahiptiler. Dilden kelime atmaya razı olmuyorlar, dilde sadeleşmeyi zamana bırakmak istiyorlar, dilde zenginliği büyük bir hassasiyetle savunuyorlardı. Dildeki hiç bir kelimeyi atmaya kıyamamalarını pek çok yazıda ifade etmişlerdir.
Nihat Sami Banarlı bu konuda şöyle diyor: Servet-i Fünuncuların lisanı edebiyatımız için büsbütün zararlı da olmamıştır. "Edebiyatımıza geniş bir tefekkür dünyasını, yeni bir sanat anlayışını, yeni bir edebî dalgalanışı bütün incelikleriyle getirmek isteyenlerin mevcut lisana elbette birtakım hamleler yaptırmaları gerekecekti. Her medeniyet, kendini kabul eden ülkelere, kendi kelimeleriyle, hiç olmazsa kendi hareketlerini ifade edebilecek kelimelerle girer." Servet-i Fünuncuların dili, sade Türkçe bakımından zararlı olmuş, "fakat edebiyat sanatının gelişmesine hizmet etmiştir." "Onların Osmanlı diline verdikleri genişleme kabiliyeti, israfla fakat zevkle kullandıkları fârisî terkiplerle bilhassa en zor ifadeleri bile kolayca söylemeği mümkün kılan zengin ve pervasız Edebiyat-ı Cedî-de vasf-ı terkibîleri ile büsbütün ziyadeleşmiştir.
Zaman zaman klasik lisan kaidelerine aykırı olarak yapılan bu mürekkep sıfatlar, Servet-i Fünun muarızları için parlak bir hücum ve alay mevzuu olmuştur. Fakat Edebiyat-ı Cedîdecilerin zevkle kullandıkları bu zengin manalı sözlerin onların dilini birer vecize zarifliğiyle süslediği muhakkaktır. Bütün bu sebeplerle Türkçenin Servet-i Fünun 'dan sonra, sadeliğe doğru yaptığı büyük akım, böyle bir zengin devirden hareket ettiği için dilimizin birdenbire pek fakir duruma düşmesi gibi herhangi bir tehlike belirmemiştir. Bu mesut neticeyi biraz da Servet-i Fünun 'nun lisanının zenginliğinde ve her
|
||
|
|||
|
|||
|
|||
kalıba girebilen kuvvetli musikisinde aramak lâzımdır."
Mehmet Kaplan, onların üslûplarında ve hayata bakış tarzlarında devrin idaresini, sebeplerden biri olarak gösteriyor, onların teferruata dalarak oyalandıklarını, o sıkıntılı devirden ancak bu şekilde kaçtıklarını ve kendilerini avuttuklarını ifade ediyor. Servetifünuncularm yazılarında sık şık tekrarladıkları bir söz vardır. Bu da Buffon'un "Üslûp, insanın kendisidir" diye çevrilen sözüdür. Onlar ifade ve üslûpla insan arasındaki yakın münasebeti sezmişler ve kendilerini ifade edecek üslûbu keşfetmişlerdir.
Onlar muhtevada olduğu gibi şekilde de büyük değişiklikler yaptılar. Şiire serbest bir ifade kazandırdılar. Soneyi getirdiler. En güzel soneleri Servet-i Fünun'da Fikret ve Cenab yazmıştır. Daha sonraki devirde sone moda oldu ve Mehmet Emin'in benimsediği bir nazım şekli haline geldi. Ayrıca şiire serbest nazım akımını getirdiler. Bunu, biraz Fransız sembolistlerinden ilham alarak, kısmen de Divan şiirindeki serbest müstezad tarzını genişleterek sağladılar.
Mensur şiir tarzı da onların edebiyatımıza kazandırdıkları diğer bir tür oldu. Fakat en güzel örneklerini Halit Ziya'nm ve Mehmet Rauf un verdiği mensur şiir tarzı, edebiyatımızda başarılı, devamlı ve yaygın bir tür haline gelemedi, ilk örnekleriyle gelişmemiş bir şekilde kaldı.
Servetifünuncular tiyatroda başarılı olamadılar. Hepsi 1908'den sonra piyes yazdıkları halde bunlar zayıf eserlerdi. Çünkü tiyatroda eserin oynanacak nitelikte olmasına dikkat eden Serveti Fünuncular, Abdülhamit devrini böyle eserlerin temsil edilmesine müsait görmüyorlardı. Tabiatıyla başarılı örneklerini veremiyecekleri böyle bir türün teorisini de çizemediler, üzerinde düşünüp bir tiyatro estetiği yaratamadılar, onun için bu konuda mükemmel örnekler veremediler. Onların yazıları incelenirse tiyatrodan hemen hemen hiç bahsetmedikleri görülür.
Servetifünuncularm ortak tarafları şöyle özetlenebilir: II. Abdülhamit'ten ve devrin siyasî şartlarından nefret, yetişme tarzları, bedbin bir hayat görüşü, yeni bir edebiyata duyulan ihtiyaç.. Tanzimatçılar otodidakt oldukları halde Servetifünuncular Abdülhamid'in kurduğu okullardan yetişmişler, yani tam manâsıyla batılı bir tahsil görmüşlerdir. Hepsi Doğu kültüründen çok Batı kültürüne âşinâdır. Bu bakımdan edebiyatın ihtiyacı olan yeniliği yapacak radikal bir tavır almaya hazırdırlar. Abdülhamit'ten nefretleri ve bedbinlikleri ise eserlerinde ve yaşayışlarında realiteden kaçış şeklinde ortaya çıkmaktadır. Fakat bu konuda aralarında onlar gibi düşünmeyenler de vardır. Ali Ekrem'le Ahmet Reşit Mabeynde çalışmaktadırlar, yani saraya bağlıdırlar. Ayrıca edebiyatta da ötekilerden farklıdırlar. Ahmet Reşit tenkitlerinde üslûptan hareket eder, Ali Ekrem ise yeni tabirlerden hoşlanmaz. Bu bakımdan Tanzimatta Ziya Paşa ile temsil edilen düalizmi onlar Servetifünun ha-
|
reketi içinde devam ettirmiş olurlar.
Servetifünuncularm eserlerinde işledikleri temler, realiteden kaçış, hayal-hakikat tezadı, bedbinlik, tabiat ve kadındır. Realiteden kaçma arzularını önce ciddî bir şekilde düşünen ve gerçekleştirmek isteyen bu topluluk Yeni Zelanda'ya gitmek gibi o zaman için ulaşılması imkânsız bir hayal kurmuş, sonra bunun olamayacağını anlayınca Hüseyin Sîret'in Manisa'daki çiftliğine gitmek istemişlerdi. Bu da gerçekleşemedi, sadece Hüseyin Cahid'-in ve Halit Ziya'nm hatıralarında bahsettikleri, Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahid'in bu hayalle yazdıkları Yeşil Yurt, Hayât-ı Muhayyel gibi eserlerin ilham unsuru olarak kaldı. Bunlar, diğer sanatkârlarda da yaygın olan, daha sonra şiirimizde Ha-şim'in O Belde 'sinde karakteristik bir şekilde ifade bulan düşüncelerdi. Eserlerinde realiteden kaçış, hayal-hakikat tezadı ve bedbinliğin bir arada işlendiği ve bu görüşün onların bütün yazılarında ve hayat felsefelerinde hakim olduğu görülür. Tabiat temine gelince Servetifünuncular tabiat üzerinde çok durmuşlar, tabiatı kendilerinden öncekilerden farklı şekilde algılamışlardır. Onların eserlerindeki tabiat, resimden gelme bir tabiattır. Pitoresk unsurların hakim olduğu, büyük bir titizlikle tasvir edilen bu tabiat, yaşanılan değil, görülen, seyredilen bir tabiattır. Tabiata çıkmayan, tabiatta gezinmeyen Servetifünuncular tabiatı yaşayarak tanımamışlar, tablolardan seyrettikleri manzaraları eserlerinde tasvir etmeye çalışmışlardır. Bu tasvirlerde duyulara, özellikle göze ve kulağa hitap eden unsurlar üzerinde durmuşlar, bu bakımdan mükemmel tasvirler meydana getirmişlerdir. Fa-
ı kat bu tasvirler, meselâ Hâmid'inkiler gibi felsefî
ı derinlikten uzak, hattâ sığdırlar. Buna rağmen onlar yaptıkları her işi büyük bir ciddiyetle ele alma alışkanlığında oldukları için eserlerinde tabiatı da incelikle işlemişler, onu derinliği bulunmasa da bir tem haline getirmişlerdir. Onların bu dikkatleri, kendilerinden sonraki edebiyatçılara tesir etmiş, onlarda devam etmiştir.
Kadın temi ise eserlerinde çeşitli şekillerde görülmektedir. Kadına merak ve kadına ehemmiyet
; verme bu devirde başlar. Türkçü edebiyatla birlikte sosyal bir karaktere bürünen kadına bakış, Servetifünun devrinde henüz ferdî bir muhteva taşımaktadır. Bu devirde kadın, edebiyatta ev içi romanla-rındaki kadın tipleri, kadınlara ait eşyaların tasviri gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Asıl önemli
ı nokta Servetifünuncularm bir kadın hassasiyetine sahip oluşlarıdır. Kadın, onların duygulanma tarz-
'■ larını ve hayat görüşlerini sembolize eden bir varlıktır. Kadın şairi diye tanınan Celâl Sahir'in şiirlerinin başlıca konusunu kadın teşkil eder. Celâl Sahir ve Mehmet Rauf kadın dergileri çıkar mışlar-
, dır. Ali Ekrem şiirlerinde yüksük, iğne gibi kadın eşyalarını tasvir eder. Kadın Tevfik Fikret'in "Hemşirem için" şiirinde
Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer
mısraıyla biraz daha sosyal bir boyut kazanır. Fa-
|
||
|
|||
|
|||
kat bu muhteva Serveti fünun devrinde derinleşti-rilmez. Ahmet Hikmet, hikâyelerinde işlediği aşk ve evlilik, aile hayatı konulan içinde kadına ve kadın tiplerine ağırlık verir. Halit Ziya ile Mehmet Rauf hikâye ve romanlarında, Cenab şiirlerinde kadın kahramanları ferdî bir tarzda ele alırlar. Aşk-ı Memnu'da üzerinde durulan yanlış evlilik, kadını olduğu kadar erkeği de ilgilendiren bir konudur. Yine de bu romanda ve Eylül 'de kadın kahramanlar ağırlıkta, erkekler arka plandadır. Romanlarda erkek tipler bile kadın gibi narin, hassas, kolay incinir şekilde çizilmeye dikkat edilmiştir. Tanzimat romanlarında esaret ve görmeden evlenme konuları içinde ele alman kadın tipinin Servetifünun'-da şahsî ve ferdî bir hal aldığı görülür. Fakat Tanzimat eserlerinde kadın tipi ana hatlarıyla ve dıştan tanıtılmış, kadının hassasiyetine ve ruhuna inilmemiştir. Kadına özel ilginin Servetifünunla başladığı görülür.
Servetifünuncular bütün bu ortak noktalarına rağmen, aslında birbirlerinden ayrı şahsiyetlerdir. 1908'den sonra bir daha bir araya gelememeleri onların farklılıklarım göstermektedir. 1896-1901 yılları arasında bir araya gelmelerinde, hamle niteliğinde eserler vermelerinde tesadüflerin rolü büyüktür. Böylece bu topluluk, Türk edebiyat, sanat ve tefekkür hayatında önemli bir devre yaratmıştır. Onların edebî ve tarihî rolleri inkâr edilemez. Tesirleri çok büyük ve derin olmuş, Türk fikir tarihinde önemli değişiklikler yaratmışlardır. Bu değişiklikler, şöyle özetlenebilir: Sanata saygı, bedbin bir hayat görüşü.. Servetifünuncular sanatı getirmişler, sanata saygı duyulmasını öğretmişlerdir. Servetifünuna hücumlar uzun müddet devam etmiş, onlar sun'î bir edebiyat ve dil yaratmakla, taklitçilikle suçlanmışlardır. Tabiatıyla bu suçlamalar tamamen doğru değildir. Onlar sun'î bir dil yaratmışlardır. Fakat bu dil içinde söyledikleri pek çok doğru, kendilerinden sonra devam ettirildiği halde gözden kaçmış ve onlara maledilmemiştir. Edebiyatımız, onların getirdikleri ölçüler içinde gelişmiştir ve gelişmektedir. Taklitçilik hakkındaki suçlamalar doğru değildir. Onlara taklitçi denmesinin sebebi, dillerinden dolayıdır. Servetifünuncular fransız edebiyatında rastladıkları yeni hayalleri getirmeye çalışmışlar, bu yüzden yeni bir ifade tarzı yaratmışlar, bu da Fransızcaya benzediği için taklitçilikle suçlanmışlardır.
Muhtevada taklitçiliğe gelince onlar roman ve hikâyelerinde cemiyetimizden bir kesit almışlar, Avrupai tipleri içine alan bu kesit yüzünden taklitçi sayılmışlardır. Halbuki işledikleri tipler, cemiyetimiz içindeki insanların bir kısmından başka bir şey değildir.
Servetifünuncularm cemiyetimiz üzerinde menfî tesiri kanaatimce çok başka bir noktada olmuştur ve hâlâ da devam etmektedir. Onların hayata bakış tarzlarındaki bedbinlik ve marazîlik, Türk cemiyetinde bütün hızıyla devam etmektedir. Ziya Gökalp'ın iyimser idealizmi, Atatürk'ün icraatçı-lığı bile bunu silememiş, aydınların hayat ve düşün-
|
ce tarzına sinen bu düşünce şekli ve bu marazîlik, romanlarda ve filimlerde devam etmekte, yavaş yavaş arabesk vasıtasıyla halka doğru yayılmaktadır. Servetifünun'dan sonra romanlarda ve filimlerde artarak görülen bu marazî hassasiyet, Türk cemiyetini Namık Kemal, Ziya Gökalp ve Mehmet Akif-in dinamizminden uzaklaştırmıştır. Ara sıra bu dinamizm, cemiyette, edebiyat ve siyaset sahasında kendini göstermişse de devamlı olan Servetifünun hassasiyeti olmuştur.
Servetifünuncularm bu bedbinliklerinin sebebi, inançsızlıkları ve tarihî bir perspektiflerinin olmayışıdır. Her ne kadar yazılarında tekâmül fikrini işlemişlerse de bu mesele, yalnız sanata bağlı, mücerret bir mesele olarak kalmıştır. Tekâmül ve tarihî bakış onların hayat felsefelerine tesir eden önemli bir unsur olamamıştır. Bunun neticesi olarak sosyal, siyasî ve millî duygu ve düşünceler de kazanamamışlardır. Bu bakımdan eserlerinde derinlik görülmez. Onların derinleştikleri, ciddî ve geniş olarak ele aldıkları en mühim konu, estetik ve sanat meselesi olmuştur. Fakat bu da tarihten uzak, tek başına bir mesele olarak ele alındığı için zengin bir tarih duygusu ile birleşememiştir. Sosyal meselelere ilgisiz kalmaları yüzünden Türk cemiyetinin problemlerini ve yeni bir medeniyet eşiğinde geçirdiği buhranı eserlerinde işleyememişler ve değerlendirememişlerdir. Bu şekilde 1896-1901 yılları arasında, yaşadıkları devrin idare tarzına, siyasî şartlara da tepki göstermiş olmaktadırlar. Bu bir nevi kaçıştır. Fakat onların mizaçlarından doğan bu davranış şekli, daha sonraki hayatlarında da devam etmiştir. Ahmet Hikmet, Celâl Sahir, Hüseyin Cahit gibi bir ikisi dışında onlar sanat ve edebiyattan örülü bir fildişi kule içinde ömürleri boyunca yaşamışlar, cemiyetin buhranlarının dışında kalmışlardır. Bunun sebebi onların mizaçları ve psikolojileridir. Bu, onların yalnızlıklarının da sebebi olmuştur. Servetifünuncular yalnız, terkedilmiş ve anlaşılmamış adamlardır. Bir bakıma bu özellikleri onların başarıları da olmuştur. Eserlerinde bu dünya görüşü hakimdir. Romanlarmdaki kahramanlar, aşklarının anlaşılmaması, isteklerinin bilinmemesi için âdeta çırpınırlar, bu yüzden acı çekerler ve bedbaht olurlar. Fakat bu ıstırap onlara gizli bir zevk verir. Onların kahramanları da kendileri gibi, gayeleri uğrunda mücadele eden, ümitli, iyimser ve idealist tiplerden ne kadar farklıdırlar. Onların bu hayat görüşü, Ahmet Haşim, Yakup Kadri ve Reşat Nuri'nin eserlerinde devam etmiştir'. İngiliz terbiyesiyle yetişen Halide Edip ise romanları ve hayat tarzı ile tamamen farklı, olumlu ve aktif bir sistem yaratmış, fakat cemiyet üzerinde tesirli olamamıştır.
Servetifünun görüşü popüler edebiyatta yaygın bir şekil almıştır. Türk aydınına yayılmış olan bu inançsızlık, tarihî perspektiften yoksunluk, sığlık ve darlık, Saffet Nezîhî, Saffetî Ziya gibi yazarların romanlarından başlayarak cemiyeti etkisi altına almış, Kerime Nadir ve Muazzez Tahsin'lerle günümüze kadar gelmiştir.
|
||
|
|||
|
|||
Tabiatıyla bunda bütün kusur Servetifünuncu-lara yüklenemez. Onlar isteseler de başka türlü olamazlardı. Çünkü insanların hassasiyetlerini ve mizaçlarını değiştirmek ellerinde değildir ve bir cemiyette her türlü duyuş tarzı olabilir. Fakat bunun doğru yeşerebilmesi için cemiyet hükümlerinin sağlam olması gerekir. Türk aydınına hakim olan po-zitivist ve determinist zihniyet ve hele bunlar da dahil olmak üzere bütün fikir akımlarının cemiyetimiz tarafından yanlış anlaşılması, Servetifünun'-un edebiyatımıza getirdiği marazı ve hasta hassasiyetin benimsenmesine sebep olmuştur. Mehmet Kaplan Servetifünuncularda mekân duygusunun zamana ve insana hakim olduğunu söylüyor. Ser-vetifünuncular, zamandan, tarihten, dolayısıyla insandan uzaktırlar. İnsanın bütününü ve psikolojisini kavrayamadıkları için hayatı çok boyutlu olarak eserlerine aksettirememişlerdir. Bu hususu kendileri de farketmişlerdir. Ahmet Şuayb, Mehmet Rauf, Tevfik Fikret yazılarında edebiyatımızda bir şeyin eksikliğinden, edebiyatımızın hastalığından bahsederler. Fakat bu eksikliği gideren eserler veremezler.
İnsanı ifade vasıtalarından biri olan sanat şüphesiz ki varlığın diğer unsurları gibi tek boyutlu, tek yönlü ve sınırlı bir şey değildir. Bunun için Ser-vetifünuncuların sınırlılığı, nasıl kabul edilemezse, onlar da sınırlı bir bakışla, menfî bir gözle değerlendirilemez. Servetifünuncular sanat yolunu açmışlardır. Sanatta ciddiyeti, gerçek tenkidi edebiyatımıza getirmişlerdir. Bunun yanında yarattıkları marazı ve hasta hayat görüşü, hayata çarpık
|
bakan, olayları yanlış algılayan ve yanlış yorumlayan insanımız tarafından benimsenmiş ve devam ettirilmiştir.
Servet-i Fünun Topluluğunun Yayın Faaliyeti: Servetifünuncular şuurlu bir kitap neşriyatı faaliyetini başlattılar. 1899'da Hüseyin Cahid'in gayretleriyle Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi kuruldu. Bu seri altında 35 kitap yayınlandı. 1901'e kadar onbir es^er neşredildi. Diğerleri 1909'dan sonra çıkarıldı. Hüseyin Cahid'in sayesinde kurulan ve yürütülen bu serinin yerini 1922'den sonra Hüseyin Cahid'in tek başına kurduğu Oğlumun Kütüphanesi alacaktır. Şekle ve görünüşe çok değer veren Servetifünuncular Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi serisinden çıkan kitapların görünüşlerini de düzenlemişlerdi. Kapakları kırmızı-beyaz olarak düzenlenen kitaplar yüzünden Servetifünuncular bir aralık takibata uğradılar. Kırmızı kan rengidir, siz de ihtilâl mi istiyorsunuz şeklinde ithamlara maruz kaldılar. Bu serinin kitaplarından bazıları şunlardır: Hayât-ı Muhayyel (Hüseyin Cahid), Rübâb-ı Şikeste (Tevfik Fikret), Bir Yazın Tarihi (Halit Ziya), Aşk-ı Memnu (Halit Ziya), Hayâl İçinde (Hüseyin Cahid), Eylül (Mehmet Rauf), Hayât ve Kitaplar (Ahmed Şuayb), Hâristan ve Gülistan (Ahmet Hikmet), Siyah İnciler (Mehmet Rauf), Mai ve Siyah (Halit Ziya), Beyaz Gölgeler (Celâl Sahir), Hac Yolunda (Cenab Sahabettin), Ferdî ve Şürekâsı (Halit Ziya) Leyâl-i Girîzân, (Hüseyin Sîret), Hayât-ı Hakîkiye Sahneleri (Hüseyin Cahid), Lâne-i Melal (Hüseyin Suad), Kavgalarım (Hüseyin Cahid), Salon Köşelerinde (Safvetî Ziya).
|
||
|
|||