Türk Edebiyatı Tarihi Test 1 Edebiyat Dönemleri Yazar ve Şairler Yazı, Makale

MEHMET AKİF ERSOY

Fatih'te Millet Kütüphanesi'nin bitişiğindeki Ahmet Emin Efendi Sokağından Kıztaşı' na doğru inerek ve Sarıgüzel'e doğru ilerleyerek Sarı Nasuh sokağına vardınız mı, Fatih yangınında kül olan ve bugün meçhul bir şahıs tarafından ekildiği göze çarpan bir arsa ile karşılaşırsınız. Mehmet  Akif’ in  doğduğu ev, burada idi. Bu ev Akif'in annesi Emine Şerife Hanım'a aitti, hâlâ da Akif'in mirasçısı ile hemşiresi Nuriye Hanımın ' ın sorumluluğundadır.

VALiDESİ

Mehmet Akif'in doğduğu sırada bu ev yedi sekiz odalı, beş yüz arşın bahçeli bir konakçıktı ve bu konakçık, Akif'in annesine, ilk kocası Şirvan'lı Derviş Efendi'den kalmıştı.

Mehmet Akif'in annesi Emine Şerife Hanım aslen Buhara'lıdır. Bizzat Akif'in ona dair verdiği bilgiye göre bundan bir buçuk asır kadar önce Hekim Hacı Baba Buhara'dan Anadolu'ya gelerek, Boyabat'ta evlenmiş, sonra karısını alıp Tokat'a gitmiş ve oraya yerleşmişti. Akif'in anneannesi, bu ana babadan Tokat'ta dünyaya gelmişti. Akif'in anneannesi, evlenme çağına gelince Buhara'dan gelen tacir Mehmet Efendi' ye varmış ve annesi bu evliliğin meyvesi olmuştu. Akif'in annesi, hem baba tarafından, hem ana tarafından Buharalı'dır. Fakat kendisi Anadolu'da doğmuş ve büyümüştür.  Akif'in annesi, Tokat'ta yetiştikten sonra Şirvan'lılardan Derviş Efendi ile evlenmiş, sonra kocasıyla birlikte Amasya'ya, daha sonra İstanbul'a gelerek Sarıgüzel'deki evine yerleşmişti.

Şerife Hanım'ın Derviş Efendi'den iki erkek, bir kız çocuğu doğduysa da, erkeklerin vefatından sonra babaları da rahmet-i Hakk'a kavuşmuş ve Şerife Hanım genç yaşta dul kalmıştı. Akif'in babası, Mehmet Tahir Efendi, bu sıralarda ona talip olmuş ve onunla evlenmişti. Emine Şerife Hanım  tam anlamıyla, İslâmi bir Türk kadını idi. Sağlam bünyeli, sağlam karakterli, anlayışlı, tecrübeli ve derin görüşlü bir kadındı. Beş vakit namazını ihmal etmez, ibadetlerinden haz duyar, iyilik etmekten, iyilik etmek için koşmaktan bahti- yarlık duyar, ince hisli, yüksek ruhlu bir insandı.

Emine Şerife Hanım İpek'li Tahir Efendi ile evlendikten sonra, ilk kocasının son yadigarı olan kızını da kaybetmiş, fakat Şerife Hanım bu acıya da dayandıktan sonra, Akif'i doğurmuş, bu oğlunun doğması ona en büyük teselliyi vermiş , acılarını unutturmuştu.

 

BABASI

Mehmet Akif'in babası Mehmet Tahir Efendidir. Kendisi İpek’in Şusişe köyündendi ve Nureddin Ağa'nın oğlu idi. Tahir Efendi, İpek’te biraz okumuş, sonra İstanbul'a gelmiş, Yozgat'lı Mahmut Efendi'den ders görmüş ve diploma almıştı.

 

Tahir Efendi'nin arkadaşları arasında şöhreti, onun karakteri hakkında bize mühim bir ipucu veriyor çünkü aynı adı taşıyan Tahir'lerden ayırt edilmek için Temiz Tahir Efendi diye anılıyordu.Çünkü o tahsil için medresede geçirdiği seneler sırasında temizlik ile uğraşmıştı. Medrese hayatında temizlik ile uğraşmak ise kolay bir iş değildi. Çünkü bu temizliği, şahsi olarak yerine getirmek ve onun icap ettirdiği bütün zahmetlere doğrudan doğruya katlanmak zorunluluğu vardı. Üstünü başını yıkamak, yani temizliğin bütün zahmetlerine  katlanmak lazımdı. Tahir Efendi, bunların hepsini yaptı sonunda arkadaşları arasında temizliğiyle sivrildi ve sonuna kadar Temiz Tahir Efendi diye tanındı. İhtimal ki, onun Emine Şerife Hanımla evlenmesini kolaylaştıran en bellibaşlı sebep bu adından kazandığı  şöhrettir.Çünkü Emine Şerife Hanım da her inanışıyla temiz bir kadındı ve karı koca her bakımdan birbirlerine denktiler. Tahir Efendi ile  Şerife Hanımın evlenmelerinin ilk meyvesi, Mehmet Akif'ti. Akif Hicretin 1290 (1873) yılında, şevval ayında demin tarif ettiğimiz evde doğdu. Babası, Rağıyf  ismini vermiştir. Ev ve mahalle halkı bu ismi anlayamamış ve onu Akif'e çevirmiştir. Yalnız Akif'in babası onu ((Rağıyf)) diye çağırmaya devam etmiştir.

 

TAHSİLİ

 

Merhum Akif, tahsil hayatı hakkında şu bilgiyi veriyor:

 

‘’ İlk tahsile Emir Burhan  mahalle mektebinde ve dört yaşımda başladım. Hocamı şahsen hatırlarım; fakat ismini hatırlayamıyorum. Burada iki sene kadar bulundum. Fatih'te muvakkithanenin (Güneşe bakarak namaz vakitlerini bildiren kimselerin bulunduğu yer)  yanıbaşındaki ilkel mektepte ilk tahsile devam ettim. Bu mektep, Bilgi ve Kültür Bakanlığına bağlı bir mektepti. Birçok hocaları vardı. Hem bu mektebe gidiyordum, hem de babam bana yavaş yavaş Arapça okutuyordu. Daha sonra Rüştiye mektebine (Bugünki ilköğretimin 6,7,8. sınıfına denk olan eğitim kurumu.) başladım. Rüştiye mektebim, Fatih'te Otlaklı Yokuşunda bulunan Fatih Merkez Rüştiyesi’dir. Buradaki öğretmenlerimden hatırladıklarım, Baş öğretmen Hoca Süleyman Efendi, ikinci öğretmen Mustafa Efendi ve Hafız Osman Efendilerdir. Diğer hocalar geçici idiler. Bu geçici hocaların en önemlisi, son sınıfta kendisinden Türkçe okuduğum Hoca Kadri Efendi'dir. Hoca Kadri Efendi, Abdülhamit devrinin hürriyetçi kişiliklerindendir. O devirde önce Mısır'a kaçtı. Orada Kanunu Esasi gazetesini çıkardı. Sonra Paris'e gitti. Paris'te savaşın mühim evrelerine kadar yaşadı. İlmen ve ahlaken çok yüksek bir kişiliktir. Aslen Hersek'lidir. İngiliz Kerim Efendi'den, Hoca Tahir Efendi'den okumuş; Arapça’sı, Farsça’sı çok kuvvetliydi. Fransızca da öğrenmiş, Paris'te ilerletmişti. Bu insan lisan itibariyle üzerimde çok etkili oldu. O kadar yüksek bir adamın alelade bir nasihati bile insanı etkiler.

 

Rüştiye tahsiline devam ederken babamdan halen Arapça okuyordum ve iyice ilerlemiştim. Seviyem, okul programından çok yüksekti. Babam, o zamanın usûlünü ve kitaplarını takip ediyordu. Rüştiye tahsilinde zaten en çok lisan derslerine ilgim ve meyilim vardı. Dört lisanda (Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca) birinci idim ve şiiri çok severdim. Okuduğum şiir kitabı Fuzuli'nin ‘’Leyla ve Mecnun’’ u dur. Babam, bu ilgime ses çıkarmazdı.

 

Rüştiyeyi bitirince, babam, meslek ve okul tercihini bana bıraktı. Ben de 0 zaman parlak bir okul olan Mülkiye'yi (Asker olmayanlar sınıfı)  tercih ettim. O vakit Rüştiye’den Maliye 'ye öğrenci alınırdı, fakat benim Rüştiye’den çıktığım sene Mülkiye teşkilatı ta bu kapsama dahil oldu. Rüştiye’den çıkınca bu teşkilata göre Mülkiye'nin idadi kısmına girdim. Üç sene sonra sertifika aldım.Tahsilime devam ederken babamın vefatı, sonra tek varlığımız olan evimizin yangını üzerine sıkıntı içinde kalmıştım. İki sene daha devam edip Mülkiye'yi bitirmek mümkündü. Fakat 0 aralık mezunlara ya bir görev verilemiyor, ve ya onları gayet az bir maaşla istihdam ediyorlardı. Bu sırada, ilk defa olarak Mülkiye Baytar (Veteriner) Mektebi açılmıştı. Birkaç arkadaş, bu mektep yenidir, çıkanlara memurluk verecekler  diye Mülkiye'yi terk ettik, yeni okula girdik. O zaman Baytar Mektebi iki sene gündüz, iki sene gececi olmak üzere dört senelikti. Baytar Mektebi'nde yine en çok lisan derslerinde iyi idim şiirle olan uğraşım Baytar Mektebi' nin son iki senesinde hızlandı. Çok manzum parçalar yazdım. Sonra bunların hepsini imha ettim…

 

 

 

Baytar Mektebi'nde hocalarımızın çoğu doktordu. Onların öğütleride dini terbiyem üzerinde etkili olmuştur. İçlerinde bakteriyoloji öğretmeni olan Rıfat Hüsamettin Paşa gibi kıymetli hocalarımız vardı. Baytar Mektebi'ni birincilikle bitirdim. ‘’

 

 

MEMURİYET HAYATI

 

 Mehmet Akif, memuriyet hayatına girişini şu şekilde anlatıyor.

 

‘’Mektepten çıkınca, beni ve benden sonra gelen ikinciyi  ki Simon Efendi isminde bir Ermeni genciydi, Ziraat Bakanlığında yedi yüz elli kuruşluk bir memuriyete tayin ettiler. Vazife merkezi Bakanlık olmakla beraber, dört sene kadar Rumeli'de, Anadolu'da, Arabistan'da sarı hayvan hastalıkları işi üzerinde hayli dolaştım. Köylü ile de bu zaman zarfında gayet sıkı ilişkilerde bulundum.’’ Akif, memuriyeti dolayısıyla, Rumeli'de dolaştığı sırada İpek’teki akrabasıyla buluşmak üzere bu taraflara uğradı ve amcalarından birkaçını buldu. Amcaları onu ağırlamış ve amca oğullarından Fazıl Efendi isminde biri İstanbul’a gelerek medreseye yerleşmek istediğinden, Akif, İstanbul’a döndükten sonra onu getirtmiş ve medreseye yerleştirmişti. Akif'in memuriyet hayati 1893 ten başlar ve 1913 tarihine kadar devam eder. 1913’te memuriyetinden istifa ettiği zaman Müdür idi. Bir taraftan da Halkalı Ziraat Mektebi’nde yazmanlık ve Darülfünun (üniversite) da edebiyat dersleri veriyordu. Balkan Harbinden sonra Ziraat Bakanlığındaki memurluğundan ve Darülfünun'dan istifa etmiş, yalnız Halkalı'daki vazifesine devam etmişti.

 

 

EVLENMESİ

 

 Mehmet Akif, 1314 senesinde İsmet Hanım'la evlendi. İsmet Hanım Mehmet Emin Beyin ve Hamdi Efendi kızı Hasibe Hanımın kızıdır. Mehmet Emin Bey, hali vakti yerinde, kibar ve değerli bir adamdı. Evliliklerinin ilk yılında birinci çocukları olan Cemile doğmuştu. İsmet Hanım, tam manasıyla kibar bir İstanbul kızıydı. Alımlı, derin duygulu, ince ruhlu, zeki ve görgülü bir kadındı Akif'le evlendikten ve çocukları doğduktan sonra, Şerife Hanım’ın küçük evi aileye dar geldiğinden, karı koca bu evden ayrılmak zorunda kalmışlar ve İstanbul'un çeşitli semtlerinde oturmuşlardır. Merhum Akif, ‘’İstanbul'da ikamet etmediğim bir semt kalmadı.’’  diyerek sık sık ev değiştirdiklerini anlatırdı.

 

İsmet Hanım, ilk çocuğu olan Cemile'yi doğurduktan sonra; Feride'yi, sonra Suat’ı doğurmuş, daha sonra sıra erkeklere gelmiş, evvela İbrahim Naim'i doğurmuşsa da bu çocuk bir bucuk yaşında ölmüş daha sonra Emin ile Tahir'i doğurmuştur; İsmet Hanım Akif'in bütün hayatında ona eş ve can yoldaşı olmuş ve evlilik hayatları kırk sene kadar devam etmiştir.

İsmet Hanım, Akif'in 1936 da vefatından sonra  1944 senesinin 19 nisan günü akşam üzeri vefat etmiştir.

 

ÇALIŞMALARI

 

Mehmet Akif tahsil hayatı sırasında okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, okul dışında ve evinde de çalışarak tahsilini tamamlamaya bilgisini genişletmeye uğraştığı gibi, memurluk hayatına geçtikten sonra da resmi vazifelerini yerine getirmekle yetinmedi. Resmi vazifelerini yapmaktan başka, öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak, edebi vazifeler

 

 

ifasına da gayret etti. Fakat onun yayın alemine girişi daha fazla Meşrutiyetin 1908 de ilanıyla başlar.

 

Akif, 1908 senesine kadar yığın yığın yazdı. Fakat yazdıklarının birçoğunu ya kendine, yahut sayısı belli tanıdıklarına adadı. Meşrutiyet, Mehmet Akif'i gazete sütunlarına, dergi sayfalarına kavuşturdu ve Türk halkının karşısına çıkardı. Gerçi Mehmet Akif, birkaç gazete'de bazı şiirlerini yayınlamıştı, fakat daha sonra tam on sene basın aleminden çekildiğini ve bir müddet herhangi bir edebi yayım yayınlamadığını  görüyoruz. Meşrutiyet, onun   hayatında bir yeni doğuştur. Onun en kıymetli eserleri bu devirden itibaren yayınlanmaya başladı.

 

Meşrutiyetin ilanı üzerine şiirlerini Sırat-ı  Müstakim’de yayınlamaya başlamakla beraber, memuriyetine devam ediyor, ders veriyor, Arapça'dan kitaplar tercüme ediyor ve onun bu faaliyeti eğlence ve tatil tanımıyordu. 1913’ te memuriyetinden ayrılması dahi onun resmi vazifelerine son vermemişti. Çünkü mekteplerde ve medreselerde öğretmenlik ediyordu.  Hatta Mısır'da geçirdiği son on sene zarfında dahi buna ulaşamadı. Çünkü orada da Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkçe Profesörlüğü’ne tayin oldu ve bu işle meşgul olduğu senelerde vaktinin en büyük kısmını Kur'an tercümesine ayırdı.

 

 

SAFAHAT ŞAİRİ

 

Meşrutiyetin ilanı, Osmanlı imparatorluğunu dertlerinden kurtaramadı. Memleket, bu yüzden güçlüklerle, bunalımlarla karşılaşıyordu ve kurtuluşu arayıp bulmak, bu çareye dört elle sarılmak  en büyük meselesini oluşturuyordu. Bu mesele, Mehmet Akif'i SAFAHAT şairi olmaktan ayırdı ve vatan şairi yaptı. Onun için birinci SAFAHAT' tan sonraki bütün eserleri, vatan eserleridir. Süleymaniye Kürsüsünde, ‘’Hakk’ın Sesleri’’, Fatih Kürsüsünde, ‘’Hatıralar’’, ‘’Asım’’;  hep vatan eserleridir ve bu sanat eserlerinin hedefi memleketin kurtuluş çaresini belirtmek, bu çarelere başvurulmasını, bu çarelerin gerçekleştirilmesini temin etmektir.

 

Akif, bütün eserlerini, memuriyet, öğretmenlik, yazarlık vazifeleri arasında yazıyor, bir milletin bütün ızdıraplarını yürekten haykırıyor, yol gösteriyor, gecenin karanlığından sabahın aydınlığına kavuşmak için çırpınıyordu.

 

SEYAHATLERİ

 

Mehmet Akif, tahsilini bitirdikten sonra, memuriyetleri  dolayısıyla, iki sene kadar Rumeli'de, iki sene kadar Arnavutluk'ta, Arabistan'da dolaşmıştır.

 

Kendisiyle bu Mısır seyahati esnasında Kahire'de tanıştım. Memuriyetleri engel olmasaydı Mısır'da daha fazla kalacak, Medine'den sonra Mekke'ye gidecek ve doya doya gezdikten sonra geri dönecekti. Fakat koparabildiği izin, galiba bir aydan ibaretti..

 

Akif bu seyahatlerinden geri döndükten birkaç ay sonra Kurtuluş Savaşı koptu ve kendisi bu savaş sırasında  sırasında ikinci seyahatini yaptı. Birinci Seyahatinde Berlin’i görmüştü ikincisinde Necid'e gitti ve Necid'den Medine'ye uğradı. Bu iki seyahat de Türk ve İslam menfaatlerine hizmet için yapılmıştı. Çanakkale savaşı, onun Berlin'de bulunduğu sıraya denk gelmiş ve şair o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşamıştı. Şair, bu iki seyahati iki ölmez eserle yaşatmıştır. ‘’Berlin Hatıraları’’ ,’’Necid çöllerinden Medineye’’dir.

 

Kurtuluş Savaşı’nın son senesinde, muhterem dostu Profesör İsmail Hakki İzmirli ile birlikte Lübnan'a gitti ve orada Mekke Emiri Ali Haydar Paşa'nın misafiri oldu.

 

 

MİLLİ MÜCADELE ve ATEŞKES

 

1914 Savaşı, 1918 de imzalanan Ateşkes ile son bulduktan sonra, galip devletler, Osmanlı Devletini parçalamakla kalmayarak, Türk yurdunun her tarafına saldırmağa başlamışlardı. Savaştan son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti, bu muameleyi direnişle karşılamak zorunda kalmış ve bu yüzden memleketin her tarafında ayaklanmalar olmuştu.

 

Akif, bu ayaklanmaların değerini anlatmakta dakika kaçırmayarak önce Balıkesir’e koşmuş ve oradaki arkadaşlarıyla görüşmüş, halkı ayaklanmaya ve istiklalini koruması için savaşmaya çağırmıştı. İstanbul Hükümeti onun bu hareketinden kuşkulanmış, onu Darül-Hikmet görevinden almıştı. Fakat Akif, derslerine ve yazılarına devam ediyordu.

 

Anadolu ayaklanmasının ve Milli Mücadele ruhunun bütün memleketi kaplaması üzerine, Anadolu'ya katılma kararı verdiği gibi erkenden yola çıktı. Üsküdar Parkında yol arkadaşlarıyla buluştu ve Memda  yolunu tuttuktan sonra deniz kıyısına vardı, oradan bulduğu vasıta ile İnebolu’ya çıktı ve İnebolu’dan  Ankara' ya hareket etti.

 

Üstat, Ankara'ya yerleştikten bir müddet sonra ailesinin de Ankara'ya gönderilmesini istedi. Eşi validesi ve çocukları da yola çıktılar ve ona katıldılar.

 

Üstadın Ankara'ya varmasından sonra Konya isyanı kopmuş o da bu sapkınlıkla mücadele etmek üzere Konya'ya koşmuş; isyanın bertaraf edilmesine yardım etmiş, sonra Ankara'ya gelmiş, Ankara'dan Kastamonu'ya gitmiş, burada galiplerin Türkiye'ye yüklemek istedikleri Sevr antlaşmasının  getirdiği ağır yükü kimsenin kalbinde zerre kadar şüphe bırakmayacak kesinlikle anlatmış, bunu kabul etmenin esaret, alçalma ve çöküşü kabul etmekten başka bir şey olmadığını bütün açıklığıyla göstermiş ; bütün  Kastamonu sakinleri bu sayede layıkıyla aydınlanmış, daha sonra bu çalışmaları memleketin her tarafına dağıtılmıştır.

 

 

İSTİKLAL MARŞI

 

Mehmet Akif, Kastamonu'dan Ankara'ya döndü Kendisi, Burdur Milletvekili sıfatıyla Birinci Büyük Millet Meclisine seçilmiş ve bu Meclisin bütün çalışmalarına katılmıştır. 1921 senesinin 17 şubat günü İstiklal Marşını yazdı ve kahraman ordumuza ithaf etti. Büyük Millet Meclisi 12 Mart 1921 günü bu marşı kabul etti ve Akif, marş için açılan müsabakayı kazanacak olana tahsis edilen 500 lirayı da orduya hediye etti.Sakarya Harbi'nin en bunalımlı sıralarında, her ihtimale karşı Ankara'dan göç başladığı zaman, Sakarya'nın düşmana mezar olacağı hakkındaki kanaati sarsılmamış ve Ankara'dan ayrılmamıştı.

 

Birinci Meclis'in vazifesinin, zaferi kazanmakla son bulması üzerine, İstanbul’a geldi ve Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine, 1923 de Mısır'a gitti. O kışı Mısır'da geçirdikten sonra, baharda döndü, Artık her yıl kışı Mısır'da, yazı İstanbul'da geçiriyordu.. Prens Abbas Halim Paşa, onu geçinme derdinden kurtarmaya söz vermiş, onun huzur içinde çalışmasını ve istediği eserleri yazmasını temin etmek istemişti. Paşa, bu suretle Türk kültürüne ve edebiyatına büyük bir hizmet ediyordu, Akif, Mısır'a ilk gittiği seneyi, gezip dolaşmakla geçirdi ve ilkbaharda İstanbul’a dönünce, kendi evine çekilip çalışmayı umdu. Fakat burada da esleri dostları imkan vermediler. Aynı yılın kışını yine Mısır'da geçirdi ve çalışmaya başladı. Fakat ertesi yaz İstanbul’a geldiği  zaman, yeni bir resmi görevle karşılaştı Diyanet İşleri Başkanı, Kur'an-ı Kerim'in tercümesini ona, vermek düşüncesinde idi. Akif'in niyeti, kendi eserlerini, bilhassa  ‘’İkinci Asımı’’  yazmak ve Milli Mücadelemizin destanını yaratmaktı. Bu işi üstlenirse, bütün vaktini bu işe verirse, başarılı olamayacak, başarılı olamamak yüzünden, sarf ettiği vakit ve emek boşa gidecekti. Ondan sonra asıl yazmak istediği eserlere vakit kalıp kalmayacağını Allah bilirdi. Akif, bunu anlatmak için ne kadar uğraştıysa da başarılı olamadı. Çünkü herkes onun başarılı olacağını düşünüyordu ve onun bu işi üzerine alması için ısrar ediyordu. Neticede Akif bu işi üzerine aldı ve bu işi üzerine aldıktan sonra altı, yedi sene çalıştı. Hilvan'da adeta inziva hayatı geçirerek uğraştı ve sonunda memnun olmadı, işi başardığına inanmadığından kendini bu sorumluluktan çıkarmak için çalıştı. Diyanet işleri başkanlığı da tercüme ile birlikte yorumlama işini merhum Elmalılı Hamdi Efendi'ye devretti ve Akif’i bu işten aldı. Birçokları onun bu sırada mahsus şapka giymemek için Mısır'a kaçtığını yazarlar Hakikatte Akif, altından kalkamayacak derecede büyük ve ağır bir işe, bütün varlığını vermiş ve altı yedi senesi, bu işin büyüklülüğü karşısında eriyip gitmişti. Sonunda iyi yapamamış olduğuna inanmış ve bu altı yedi sene içinde yapabileceği iş de ikinci bir Akif'in yetişmesine kalmıştı. Onu Mısır'da yakalayan ikinci bir resmi iş, Mısır Üniversitesinin Edebiyat Fakültesinde Türkçe Profesörlüğü idi.

 

1926 dan başlayarak, Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türk Edebiyatı okuttu. Haftada iki saatten ibaret olan derslerinden geri döndükçe Kur' an tercümesiyle meşgul oluyordu. Kur' an tercümesinin taslaklarını tamamladıktan sonra eserin üzerinde yeniden çalıştı. Fakat bu sırada, siroz' a tutulmuştu. Hastalığın önemini birdenbire anlayamamış ve bunun bir hava değişimi olduğunu sanarak Lübnan'a gitmiş, buradan ağustos 1936 da Antakya'ya gelmiş, fakat Mısır'a hasta olarak dönmüştü.Artık Mısır'dan da sıkılmıştı ve memlekete dönmeyi özlüyordu. Siroz, onu harap etmiş, bir deri bir kemik haline getirmişti İstanbul 'a geldiğinde en yakın dostları bile onu tanımakta güçlük çekmişlerdi. Bizzat kendisi ‘’Canlı bir cenazeden farksızım’’ diyordu.

 

İstanbul' da gayet ciddi bir tedavi gördü. Hastanede yattı, Said Halim Paşa' nın  köşkünde kaldı. Fakat hastalığının önüne geçilemedi ve üstat 27 Aralık 1936 akşamı saat yirmiye doğru fani dünyaya gözlerini yumdu ve ertesi gün Türk Edirnekapı'daki şehitliğe defnedildi.

 

 

 

 

MİLLİ MARŞ VE EDEBİ METİN OLARAK İSTİKLÂL MARŞI

 

            Günümüze kadar gelen tarihî bilgilerin ışığında, Türk millî marşı yarışmasına 724 şiirin katılmış olduğunu biliyoruz. Bu şiirlerini tamamını ihtiva eden bir dosya maalesef mevcut değil. Yalnız bunlar arasında bir heyetin seçerek Meclis’e takdim ettiği yedi şiirden biri o sırada kabul edilmiş olsaydı yalnız zayıf bir millî marşımız olmakla kalmayacak, aynı zamanda, belki Türkçe’nin en güzel şiirlerinden birine sahip olamayacaktık.

 

Birinci Büyük Millet Meclisi hükümetinin Bilgi ve Kültür Vekili Hamdullah Suphi de bizim şimdiki endişemizi o günden hissetmiş olmalıydı ki araya aracılar sokarak Mehmet Akif Bey’in yarışmaya mutlaka katılmasının teminini ısrarla istemiştir.

 

Aradaki para ödülünün kaldırılması şartıyla yarışmaya katılan Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’nı tamamlayıp Bilgi ve Kültür Vekilliğine gönderdiği, fakat henüz sonuç alınmadığı günlerde manzume ilk defa Sebilürreşad dergisinde çıkar. Şiirin baş tarafında bir ithaf vardır:

 

“Kahraman Ordumuza”.

 

İstiklâl Marşı’nı okurken ve dinlerken bu ithafın değerini ve önemini hatırdan çıkarmamak lâzımdır. O kahraman ordu ki, marşın yazıldığı çetin mücadele yıllarında kadın erkek her ferdiyle bütün bir milletin kendisiydi. Demek ki “Kahraman Ordumuza” ithafı, aynı zamanda “Kahraman Milletimize” manasını da taşımaktaydı.

 

Şimdi, Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’nı Safahat’a niçin koydurmadığı ve “O benim değil, milletimindir” dediği üzerinde biraz daha durabiliriz. Mehmet Akif’in bu sözünün gerçek manası sadece bu şiiri, her ferdi kahraman birer nefer olan millete ithaf etmiş olmaktan mi ibarettir? Yoksa “O benim değil, milletimindir” demesinin başka bir anlamı mı vardır?

 

Dünyada millî marşların güfteleri, bir şairin kaleminin ürünü olmakla beraber, onu benimseyecek, yıllarca, yüzyıllarca dilinden düşürmeyecek olan milletin de karakterini duyurmak gibi bir özelliği beraberinde taşırlar. Bu bakımdan birçok millî marş şairinin adı çok defa unutulur; bir milletin kuruluşunda, tarihi bilinmeyen devirlerde kurulmuş olan destanlar gibi anonimleşir.

 

Millî marş deyimi, bu özellikleri taşıyan şiirlerin bütün dünyada yaygın olan ortak adıdır. Bazı millî marşların ayrıca isimleri de vardır. Bu isimler o milletin bir vasfını veya marşın yazıldığı, kabul edildiği sıradaki olağanüstü bir olayı işaret eder.

 

Bizim millî marşımızın, dünya millî marşları arasında ayrı bir yeri vardır. Millî marşımızın adı “İSTİKLÂL” dir. Bu kavram milletimizin çok önemli bir karakterini belirtmektedir. Tarihler, bilinen en eski çağlardan günümüze kadar Türklerin elli veya yüz küsür devlet kurmuş olduğunu yazarlar. Bu sayının azlığı veya çokluğu, devlet tarifinin farklılığından kaynaklanmaktadır ve pek de önemli değildir. Asıl önemli olan, milletimizin tarihinde, hiçbir devirde devletsiz bulunmadığıdır. Yazılı en eski Türkçe metinlerden olan Orhun Kitabeleri’nde de sık sık vurgulanan, Türk milletinin hür ve bağımsız yaşamaya alışmış olmasıdır.

 

 

Mehmet Akif’in :

 

’Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım,

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım,

Yırtarım dağları, enginlere sığmaz, taşarım.’’

 

mısralarında Türk milletinin tarihinin bilinen en eski devirlerinden gelen bu değişmez karakterine işaret vardır.

 

Devletin çeşitli tarifleri varsa da bütün bu tariflerin içinde değişmeyen ve her zaman var olan unsur, İstiklâl’dir. Millî marşımız, milletimizin işte bu hiç değişmeyen karakterinin yakın çağdaki tezahürü olan bir mücadelenin içinden çıkmıştır. Yirminci yüzyıl başlarında, İstiklâl’ine sahip yegâne Türk birliği Osmanlı Devleti’ydi. Hatta bağımsız yegâne İslâm devleti de Osmanlı’ydı. Millî marşımız, işte bu devletin, adına medeniyet denilen tek dişi kalmış bir canavar tarafından yok edilme niyet ve teşebbüslerine karşı verilmiş bir kavganın içinden doğmuştur. Onun için adı “İstiklâl Marşı” dır. Onun için manzume İstiklâl’le başlar ve İstiklâl’le biter. Ayrıca şiirin başka kıtalarında, başka mısralarında İstiklâl kelimesi geçmese de adı anılmamış bir İstiklâl değişik motiflerle kendini hissettirir: “Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısrasında olduğu gibi. Çünkü sancak da aslında bir milletin İstiklâl’inin sembolüdür. Marşımızın bu ilk mısrasında da bayrak, İstiklâl’in sembolü olarak, hiç sönmeyeceği müjdesiyle birlikte gelir. Hem de “Korkma!”  haykırısıyla zihinleri, gönülleri, yürekleri bir çığlık halinde doldurarak.

 

Bestelenmiş iki kıtasının sonunda ve bütün manzumenin sonunda tekrarlanan mısra “Hakkıdır Hakka tapan milletimin İstiklâl” dir. Bu mısralarda milletimizin iki mühim karakteri bir arada belirtilmiştir. Biri, biraz önce belirttiğim, hiçbir devirde kaybetmediği İstiklâl’in onun hakkı olduğu. İkinci ise bu hakkın, İstiklâl hakkının, iman duygusuyla beraber doğuşudur. İman duygusunu son mısradaki ikinci Hak kelimesinden çıkarıyoruz. Bu Hak, Allah manasındadır. Böylece millî marşımızda milletimizin dinî ve millî karakteri birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak ifade edilmiş olmaktadır.

 

Görüldüğü gibi, millî marşımızın adı tesadüfî değildir. Hatta yazıldığı yıllardaki şartları düşünerek, sadece şairinin ümit ve temennisinden de ibaret olmadığı söyleyelim. Hak kelimesinin dilimizde kullanılış manalarıyla sanat halinde ifade edilmiş bir gerçeğin ta kendisidir.

 

Millî marş güftelerinin bir özelliği de, içinden çıktığı milletin yaşadığı olağanüstü bir hali, bilhassa büyük felâketli zamanları, bunların arkasındaki büyük ümitleri ve zaferleri aksettirmesidir. Meselenin herkesçe bilinen tarihî içeriği üzerinde durmaya gerek görmüyorum. Bir millî marş güftesi yazılmasının Mehmet Akif’e teklifi ile İstiklâl Marşı’nın Büyük Millet Meclisi’nce kabulü tarihleri, 1920 Aralık ayı ile 1921 Mart’ı arasına rastlamaktadır. Bu tarihler İstiklâl Mücadelelerinin en kritik aylarıdır. Millî Marşımızın, “Korkma!” hitabıyla başlaması, iyi niyetli olmayan bazı itirazlara sebep olmuştur. Aslında Mehmet Akif’in, şiirine bu hitapla başlaması çok manidardır. Yalnız dönemin şartlarını çok iyi bilmek gerekir. Batılı devletlerin silâhlandırdığı Yunanlıların Anadolu içlerine yürümesi, Birinci İnönü Muharebesi, iç isyanlar ve bunların bastırılması gibi olayların patlak verdiği zamanlardır. Meclis ve onunla beraber bütün bir Türk milleti korku, ümit, ümitsizlik, zafer ve sevinç haberlerini, duygularını, heyecanlarını arka arkaya ve birbirine karışmış halde yaşıyordu. İşte bu yeis günlerinde “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” hitabıyla başlayan ve “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” mısrasıyla devam eden İstiklâl Marşı doğmaktadır. Millî Marşımızın “Korkma!” diye başlaması boşuna değildir.  

                           

 

Ümitsizliğin, inanç yokluğundan geldiğini haber veren bir dinin mensubu olan Türk milleti, bu manzume ile var olma azmini, imanını, iradesini yeniden bulmuştur. Onun için İstiklâl Marşı, bir milletin ölüm-kalım çağının destanıdır. Millî Mücadele’nin ne gibi zor hatta başarılması imkânsız gibi görünen şartlar altında yapıldığı malûmdur. Adına medeniyet denilen ve her türlü teknik donanımı haiz düşmanın, en güçlü ve yeni silâhlarla saldırarak yağma etmek istediği bir vatanda Türk milletinin güvendiği en önemli silâh imanıdır. Bu imanı hem dinî manada vatan için şehit olma inancına, hem millî manada kendine güven olarak düşünebiliriz. Millî Mücadele’nin kazanılmasında Türk milletinin İstiklâline düşkün bir millet olması yanında, sadakatle bağlı olduğu dinî inançların rolü unutulmamalıdır. Milletinin sinesindeki bu gücü bilen Mehmet Akif ona bu tarafıyla seslenmektedir:                                       

 

’Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var,

Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar

Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar?’’

 

Nihayet millî marşların üçüncü bir özelliği olarak, anonim karakteri taşıması meselesine geliyorum. Yanı tıpkı destanlar gibi, milletçe yaşanmış, milletçe yaratılmış, sahibi bilinmeyen anonim karakterde bir şiir olması. ,İstiklâl Marşı anonim bir şiir değildir. Ancak Mehmet Akif’in, bu marş için açılmış yarışmaya ne şartlar altında katıldığını, yahut katılmayıp ısrar üzerine sonradan ne şartlar altında şiirini gönderdiğini biliyoruz. Mehmet Akif’in bu yarışmaya katılmamasındaki felsefesi açıktır: Millî marş güftesi ısmarlama olmaz. Ve marşın yazılmasından dolayı da para gibi hasis bir menfaat kabul edilemez.

 

Yarışmaya katılan yüzlerce şiirin beğenilmemesi, bir milleti temsil edecek, onun karakterinin sembolü olacak değerde bulunmaması, Mehmet Akif’in haklı olduğunu göstermiştir. Her iki şart da Mehmet Akif’in isteği üzerine kaldırılır. Yani şiir ne yarışma için ısmarlanmış olacak, ne de karşılığında para verilecektir. Mehmet Akif’in şiiri zaten ısmarlama değildi. O çetin günlerde, yarışmadan çok önce tamamen samimi duygularıyla zaman zaman yazdığı birçok mısrasını parça parça dostlarına okuyordu. Daha sonra Bilgi ve Kültür Vekili’nin ısrarı ve dostlarının aracılığıyla yarışmaya katılmayı kabul eden Mehmet Akif, o zaman, ikamet ettiği mütevazi Taceddin Dergâhı’nın odasında iç sükûnetine çekildi. O ahiretle ilgili hava içinde milletinin azmiyle, iradesiyle kendi sanatını birleştirdi. Âdeta “ruhunun vahyını” duyarak tasa geçirircesine şiirini tamamladı.

 

Mehmet Akif’in bütün Safahat’ında, içinde yaşadığı topluma yabancı kalmadığını, onun dertleriyle nasıl hemdert olduğunu biliyoruz. Fakat hiçbir şiirinde, İstiklâl Marşı’nda olduğu kadar, âdetâ mistik bir ruhla, milletiyle beraber, milletiyle bir aynîleşme, özdeşleşme içinde olmamıştır. İşte bütün bu olağanüstü şartların birleşmesiyle Mehmet Akif’e göre ,İstiklâl Marşı artık kendisinin değil milletin ruhundan çıkmış bir şiir olmuştur, başka bir ifadeyle şiirinde milletini konuşturmuş bir medyum gibiydi. Bunun için onu Safahat’a almamış ve “O benim değil, milletimindir” demiştir.

 

Şimdi Mehmet Akif’in bu vasiyetini ihmal etmeyerek, biraz da onun bu şiirde gösterdiği sanatına temas etmek istiyorum. İstiklâl Marşı’mızı, başka milletlerin millî marşlarından ayıran özellikleri zikrederken unutulmaması gereken bir karakterini de belirtmek gerekir. O da, şairinin Türkiye’de bütün bir millet tarafından bilinen bir şahsiyet olmasıdır. Dünyada millî marşların çoğu, adı duyulmamış veya o milletin edebiyat tarihlerinde önemli yeri olmayan şairlerin yazdıklarıdır. Hatta çoğunun edebî değerı zayıftır ve önemi sadece ortaya çıktığı dönemin heyecanlı bir hatırasını taşımaktan

 

 

ibarettir. Mehmet Akif ise yalnız İstiklâl Marşı’nın şairi olarak değil, hemen bütün şiirleriyle zamanında da, günümüzde de en çok tanınan şairdir. Belki bütün milletimizce en çok benimsenen ve en çok okunan şairdir. Safahat’ın bugün, Türkiye’de hiçbir şiir kitabinin ulaşamadığı defalarca basımıyla yüz binin çok üzerinde tiraja ulaşmış olması bunun açık bir delilidir. Mehmet Akif’in şiirinde fanteziye yer yoktur. Kendi şiiri hakkında söylediği “Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri” mısrası da bu gerçeği gösterir. Mehmet Akif kadar milletinin acılarını, mutluluklarını samimi olarak duyan, yaşayan ve yazan başka ikinci bir şairden bahsetmek kolay değildir.

 

Fakat o erişilmez alçak gönüllülüğüyle şiiri hakkında “samimiyeti ancak hüneri” demekteyse de, şiirinin, özellikle de ,İstiklâl Marşı’nın samimiyetinin dışında başka hünerleri vardır. İstiklâl Marşı edebî bir metin olarak da Türk şiirinin en güzel örneklerindendir.

 

İstiklâl Marşı, gerek nazım tekniği gerekse içerik bakımından herhangi bir millî marş güftesinin çok ilerisinde, Türk edebiyatının en güzel lirik-epik şiirlerindendir. Son kıtası beş mısra olmak üzere dörder mısralık on kıtadan oluşan ve aruzla yazılmış olan şiirin her kıtasının bütün mısraları tam kafiyelidir ve her kıtanın, temayi teşkil eden duyguyla uyumlu ton ve vurguların yer aldığı sağlam bir nazım yapısı vardır. Hece vezninin yaygınlaştığı ve ciddi olarak rekabete giriştiği bir dönemde geleneksel şiirimizin vezni olan aruzun Mehmet Akif’in kaleminde olağanüstü bir rahatlıkla kullanıldığını bütün tenkitçiler kabul eder. Alışılmışın dışında, beklenmeyen fakat bir sehl-i mümteni gibi şairin kolaylıkla yakaladığı kafiyeler, yer yer işlenen tema ile uyumlu iç kafiyeler şiirin ses zenginliğini oluşturur:

 

‘’Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!’’

 

Uyarıcı, vurgulu tonda hitap ifadeleri:

‘’Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.’’

 

Yahut:

‘’Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın.’’

 

Veya:

‘’Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı:’’

 

mısraları gibi.

 

Fakat dua mısralarına geldiğinde Mehmet Akif secdelere kapanırcasına büyük iradenin önünde diz çöker:

 

‘’Ruhumun senden İlâhi, şudur ancak emeli:

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.

Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli,

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.’’

 

İşlenen temalar bakımından da sağlam bir yapısı olan İstiklâl Marşı’nda ilk iki kıtada bayrağa hitap eden şair, onun milletin varlığıyla beraber ebedî İstiklâl’ini müjdeler. Şair üçüncü ve dördüncü kıtalarda Türk milleti adına konuşmakta, ebedî hürriyet aşkı ve imanıyla Batılıların maddî güçlerine karşı direneceğini söylemektedir. Türk askerine hitap eden beşinci ve altıncı kıtalar, üstünde yaşadığımız yerlerin alelâde bir toprak değil vatan

 

olduğunu, onun düşmana çiğnetilmemesi gerektiğini telkin eder. Yedinci ve sekizinci

kıtalarda sevilen pek çok şey kaybedilse bile vatanın kaybedilmemesini ve ezan seslerinin kesilmemesini yalvarırcasına ifade eder. Dokuzuncu kıtada bu duası kabul edildiği takdirde kendi ruhunun da kendinden geçerek yükseleceğini söyler. Nihayet son kıtada yine bayrağa dönerek ona ve milletine ebediyen çöküş olmayacağını, hürriyetin ve İstiklâl’in ebediyen onun hakkı olduğu müjdesini tekrar eder.

 

Milletin iradesine ve Allah’ın müminlere vaad ettiği zaferin er geç gerçekleşeceğine inanan Mehmet Akif’in şiirindeki özelliklerinden biri de millî ve ulvî değerler ile dinî motifleri dengeli bir şekilde kıtalara yerleştirmesidir. Bayrak, hilâl, yıldız, hak, hürriyet, İstiklâl, yurt, millet, ırk, vatan, kahramanlık gibi millî kavramlarla iman, şehâdet, helâl, cennet, Hudâ (Tanrı), ezan, mabet, vecd(Kendinden geçiş) gibi dinî motifler birbiriyle uyum halinde ve zengin bir sözle inandırma yeteneği kullanılmış, böylece Millî Mücadele’yi gerçekleştiren halkın ruhunda mevcut iki önemli kavram İstiklâl Marşı’nın da iki temel temasını oluşturmuştur.

 

Tam bir bütünlük gösteren, dört başı mamur bir şiir olan İstiklâl Marşı’nda mecazlar ve semboller de ifade sanatı bakımından manzumeyi zenginleştirmiştir.Manzumenin her mısrası, her ibaresi, her kelimesi ses ve mana bakımından birbiriyle ilişkilidir.

 

Hemen her kelime, her kavram aslî ve mecazî manalarıyla şiirde yerlerini almıştır.Bütün bu vasıflarıyla İstiklâl Marşı tek taşı bile yerinden oynatılmayacak sağlam, harikulâde bir ses, söz ve anlam mimarîsidir.

Free Web Hosting