İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ……………………………………………………
Ziya Gökalp ve Hayatı…………………………………..
Kel Oğlan
Tenbel Ahmed
Kuğular
Nar Tanesi Yahud Düzme Kel Oğlan
Keşiş Ne Gördün?
Pekmezci Anne
Yılan Beyle Paten Bey
Kolsuz Hanım
Küçük Hemşire
Deli Dumrul
Ülker ile Aydın
Küçük Şehzâde
Ala Geyik
Arslan Basat
Pehlivan Veli
Alp Arslan
ÖNSÖZ
Bu tezi yazma nedenlerimden ilki büyük Türk milliyetçisi ve filozofu Ziya Gökalp’i daha iyi anlayabilme çabamdır.
Ziya Gökalp’in “Tükçülüğün Esasları” ve “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı kitaplarını okudum ve O’nu daha yakından tanımak ve anlamak için “Altun Işık” adlı şiir mecmuasını okumaya karar verdim. Ziya Gökalp diğer eserlerinde olduğu gibi bu eserinde de milliyetçiliği, özellikle dil de ve her alanda Türkçülük fikrini insanlara anlatma ve benimsetme gayesindedir.Gökalp’in eserlerindeki en açık ve en olgun fikirler Türk aydınları için rehber vazifesi durumundadır.
Ziya Gökalp bu eseriyle Türk milletine bazı mesajlar vermek istemiştir. Önce masalını anlatmış, daha sonra asıl vermek istediği ana düşünceyi masalın sonunda vermiştir.
Esri önce baştan sonuna kadar okuyup ne tür mesajlar vermek istediğini anlamaya çalıştım. Metni Türkiye Türkçe’sine çevirdim. Metin sade ve açık bir dille yazıldığı için anlamakta zorlanmadım. Daha sonra bilinmeyen kelimelerin anlamlarına lügât tan baktım ve eseri daha iyi anlamaya çalıştım.
Eser, bir çok küçük bölümlerden oluşmaktadır. Bu bölümlerde anlatılan olaylar ve yer alan karakterler bize uzak olmayan, geçmişten bu yana kültürümüzde yer alan unsurlardır. Eser masal tarzında yazıldığı için yer, olay, zaman, kişiler hayali olarak yer alır. Eser küçük bölümler halinde yer almasına rağmen hepsinin sonunda asıl verilmek istenen ana fikir hepsinde aynıdır.Metin tamamen Türkçülük ve Türk milliyetçiliği üzerine yazılmıştır.
Bu tezi almamda ve çalışmamda destek ve kolaylık veren, hiçbir yardımlarını esirgemeyen çok değerli ve saygı değer hocam Yrd. Doç. Dr. Ziya AVŞAR’a teşekkür ederim.
Sulta DEMİR
Yozgat-2004
ZİYA GÖKALP
Asıl adı Mehmet Ziyâ’dır. 23 Mart 1876 yılında Diyarbakır’da doğmuşdur. Türk milliyetçiliğini sistemleştiren 20. yy’ın en büyük Türk düşünürü, şâir, yazar, ilim ve ülkü adamı’dır. II. Meşrûtiyet’ten (1908) başlayarak temsil ettiği Türkçülük akımı ile Türk fikir, siyaset, edebiyat ve san’at hayatına kuvvetle tesir etmiş, yön vermiştir. Bu bakımdan onunla mukayese edilebilecek ikinci bir şahsiyet yoktur.
18. yy’da Çermik ilçesinden göçüp Diyarbekir’e yerleşmiş, 4-5 ceddi bilinen eski bir Türk âilesinden gelmektedir. Babası Diyarbekir Evrak Müdürü ve vilâyet gazetesi baş yazarı Mehmet Tevfik Efendi, annesi Zeliha Hanım’dır. Aynı anne- babadan olma altı kardeşin en büyüğüdür. Babası, devrin yeni fikir hareketleri ile ilgilenen, Nâmık Kemâl hayrânı, aydın bir kimsedir. Mehmed Ziyâ, ilk terbiyesini, gelenekli maneviyatça zengin ve aydınlık âile muhitinden, baba ocağından aldı. Yetişmesinde, ilmi ve okuma merâkında babasının âşikâr bir tesiri olmuştur. Çocuk yaştan itibâren, Namık Kemâl’e sevgi ve hayranlıkla bağlanması, babasının tesiriyledir. 9,5 yaşında iken 1866’da Diyarbekir Askeri Rüştiyesi’ne girdi ve 1890’da buradan mezun oldu. 1891’de henüz açılmış olan Diyarbekir Mülki İdâdisi’nin ikinci sınıfına yazıldı. Burada okurken amcası Hasib Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri aldı. Fransızca öğrenmeğe de başlamıştı.
Bu yıllarda çıkan bir kolera salgını dolayısıyla görevli olarak Diyarbekir’e gelmiş olan dinsiz materyalist Dr. Abdullah Cevdet’le görüşüyordu. Babası kendisi 14 yaşında iken (1890) ölmüştü, ailenin büyüğü amcası idi. Abdullah Cevdet ile görüşmesini men etti.Genç yaşta Doğu’ya ve Batı’ya ait ciddi bir kültür birikimi sağlıyan, fakat babasından, amcasından, aile ocağından, çevreden ve okullardan adlıkları arasında berrak bir senteze ulaşamayan genç Ziyâ’da fikir ve inanç buhrânı teşekkül etmeğe başlamıştı. İstanbul’a gidip yüksek tahsil yapmak istiyordu. Kendisin ebabalık eden amcası ise onun kendine kendi kızıyla evlenerek Diyarbekir’de kalmasını istiyordu. Yüksek tahsil yapmak istemesinin engellenmesi, iç buhranı ile birleşerek onu intihâra sürükledi. Kafasına bir kurşun sıkarak ölmek istedi, fakat kurşun onu öldürmedi, bir operasyonla hayâtı kurtarıldı fakat ölünceye kadar kurşun kafasının içinde kaldı.
İntihâra teşebbüs edip iyileştikten bir müddet sonra, amcasından ve âilesinden habersiz, İstanbul’a kaçtı. Burada Baytar Mektebine girdi. (1896) Daha sonra “istıbdâda son vermek için” tıbbiyelilerin kurduğu ihtilaki gizli cemiyet faaliyetlerine katıldı. Tatilde Diyarbekir’e gelince, öteden beri irtibatlı olduğu arkadaşlarıyla olan temasları, valilikçe tâkib edilerek tutuklandılar.(Temmuz 1898). Kısa sürede serbest bırakıldılar. Ancak evlerde yapılan aramalarda İstabul’dan arkadaşlarına yazdığı bir mektup bulunmuştu ve içinde suitefsire müsâit cümleler vardı.Diyarbekir valisi, İstanbul’a dönmüş bulunan Ziyâ’yı jurnal etti. Bunun üzerine mektebden alınarak Taşkışla’ya götürüldü. 9 ayda bir defa sorguya çekilerek bir sene hasbine hükmolundu. Hapislik müddeti dolduktan sonra da Diyarbekir’de polis nezâretinde mecbûri ikametine karar verildi. Böylece Mehmed Ziyâ, Baytar Mektebini bitirmeden son sınıfta iken ayrılmak zorunda kaldı.
Amcası Hacı Hasîb Efendi iki yıl önce (1898) ölmüştü. Diyarbekir’e dönen Ziyâ, amcasının vasiyetine uyarak onun kızı Vecihe Hanım’la evlendi ve bütün servetine de vâris olarak amcasının evine yerleşti. Bir gençim derdi bahis konusu değildi. Kendisini okumaya ve incelemeye verdi. Arapça, Farsça ve Fransızca’sını mükemmelleştirdi. Doğu’yu ve Batı’ya âit ciddi eserler okuyup çok ciddi bir fikir ve ilmi seviye kazandı. Siyâsete ilgisi de devam ediyordu. Bölgede güvenliği sâğlamak için kurulmuş Hamidiye Alayları’nın başında bulunanlardan milli aşireti reisi İbrahim Paşa’nın zulmü, baskısı ve soygunları yalnız Diyarbekir’de değil, Van’dan Ayıntab’a kadar geniş bir bölgede dayanılmaz raddelere ulaşmıştı.Ziyâ ve arkadaşlarının teşvik, tahrik ve yol göstermesiyle halk ayaklanarak Diyarbekir telgrafhanesini bastı ve doğrudan sarayla irtibat kurularak İbrahim Paşa şikayet edildi. Bu tepki ve şikayet üzerine hükümetçe İbrahim Paşa alayları bölgeden uzaklaştırıldı. Mehmed Ziyâ, ilk eseri olan Şaki İbrahim Destanı’nda (1908) bu olayı anlatacaktır.
II. Meşrutiyet’in ilânı (Temmuz 1908)’ndan sonra, Ziyâ’nın etrafında teşekkül eden topluluk ve gizli dernek, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbekir Şubesi haline geldi.Fıkra (parti)nın Diyarbekir, Van, Bitlis teşkilatlarının teftişi görevide Ziyâ’ya verildi. Bu dönemde, Dicle ve Peymân isimli gazetelerinde yazılar yazdı.1909’da İttihad ve Terakki’nin merkezi olan Selanik’te ki kongresşne Diyaarbekir delegesi olarak katıldı. Selanik’ten İstanbul’a geçerek Dârülfünün’da bir müddet psikoloji muallimi vekilliğinde bulundu. 1910 ortalarında Diyarbekir vilâyeti maârif müfettişliğine tayin edildi.Fırkanın 1910 yılı kongresi sebebiyle tekrar Selanik’e gitti ve orada “Merkez-i Umûmi” (genel merkez) azâlığına seçildi. Selânik’te çıkan Genç Kalemler dergisinin 22 Şubat 1910 tarihli nüshasında çıkan meşhur Tûran manzûmesiyle, doğuş halinde bulunan Türk milliyetçiliği çevrelerinde “elektrikli ve ışıklı bir tes’ir” uyandırmıştı. 1910 sonlarında Selânik İttihad ve Terakki Mektebi’nde Türkiye’de ilk defa sosyoloji derslerini okutmağa başladığı biliniyor. Burada Genç Kalemler, Yeni Felsefe, Rumeli gibi dergi ve gazetelerde yazılar yazarak geniş bir tesîr muhiti edindi.Ali Cânib ve Ömer Seyfeddin’in idâre ettiği Genç Kalemler’in 1911’den sonra Yeni Lisan ve Milli Edebiyat akımının öncüsü olmasını harâretle destekledi. Ziyâ Bey’in türk Milliyetçiliği alanındaki asıl şuurlu ve tesirli çalışmalarının başlangıcı bu 1910 sonlarıdır. 34 yaşında genç bir adamdı, fakat yazıları ve manzûmeleri onun ne kadar zengin bir felsefi kültürüne ve yüksek bir fikir olgunluğuna sahib bulunduğunu gösteriyordu. Derhal, Türkçülük, milli dil, milli edebiyat hareketlerinin önderleri arasında ve ön safta yerini aldı.
Genç Kalemler’e yazdığı makale ve manzûmelerde ekseriyetle Tevfik Sedat imzasını kullanıyordu.Bâzı makalelerinde de Demirtaş takma adını kullanmıştı. Derginin yazı işleri müdürü Ali Cânib, bu Demirtaş imzâsını beğenmedi ve bir defasında onun yerine Gökalp diye kendi bulduğu başka bir takma isim koydu.Buna itiraz etmeyen Mehmed Ziyâ Bey’in bundan sonraki yazıları artık hep “Ziyâ Gökalp” imzası ile yayınlandı ve o fikir ve edebiyat tarihimizde bu isimle edebileşti. Mart 1912 seçimlerinde Ziyâ Gökalp, Ergani Mâdeni sancağından meb’us seçildi ve İstanbul’a yerleşti. Ağustos 1912’de Meclis-i Meb’ûsân feshedildi. Ekim 1912’de Balkan Harbi’nin çıkması üzerine İttihad ve Terakki’nin genel merkezi Selânik’ten İstanbul’a taşındı. 23 Ocak 1913 Bâb-ı Ali Baskını ile dolaylı şekilde, 11 Haziran 1913’te Sadrâzam Mahmud Şevket Paşa’ya suikast olayından sonra kesin olarak İttihâd ve Terakki iktidârı ele aldı. Ziyâ Gökalp genel yönetim kurulu üyesi olarak çok büyük nüfuz sahibi idi. Fakat herhangi bir siyasi veya idâri göreve gelmedi veya getirilmedi. Büyük nüfuzunu da fikriyâtın gelişmesi yönünde kullandı. Onun İttihad ve Terakki’deki mevcudiyeti, sırasında particilik için değil, kesin şekilde, milliyetçilik içindi. 1913’te Darülfünûn muallimi (sosyoloji profesörü) olarak göreve başladı. Bu yıllarda Türkçülük çalışmaları Türk Ocağı’nda merkezlenmişti.Ocak’ın yayın organı Türk Yurdu dergisi idi. Gökalp’ın gerek Darülfünun’daki dersleri gerek Türk Ocağı çevresindeki faaliyetleri, gerekse Türk Yurdu’ndaki yazıları ile Türk milliyetçiliğinin prensiplerini tesbite, açıklamaya yaymaya ve kökleştirmeye çalışıyordu. 1917’de Yeni Mecmua’yı çıkarmağa başladı. Bu dergideki yazıları ile Yeni Hayat (1918) isimli şiir kitabında çağdaş medeniyet karşısında, milliyetçi bir tavırla yeni bir sentezi şart koşan teklif ve tasarıları geliştirmeğe, olgunlaştırmağa çalışıyordu. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muâsırlaşmak (1918) adlı küçük kitapta toplanan makaleler, yapmak istediği sentezin mâhiyetini ortaya koyar.
İstanbul’un işgâli üzerine, diğer İttihad ve Terakki ileri gelenleri ile birlikte İngilizler’in tazyiki ile Damâd Ferid Paşa hükümeti tarafından tutuklanarak Harbiye Dairesi’nde Bekir Ağa Bölüğü’ne konuldu. Ziyâ Gökalp ve arkadaşları ve İstanbul’da bulunan milliyetçi aydınlar, İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edilirler. (1919) Malta’da esâret ve sürgünlüğü iki yıl sürdü.
Onun Malta’daki esâret hayâtı, bu ümid felsefesinin hayranlık duyulacak yaşanan bir örneği hâlinde geçti. Kızlarına ve karısına yazdığı mektuplar bunun çok duygulu, samimi, ibretli delilleridir. Gökalp, Malta’da gerçek bir derviş ve idealist iyimserliği sükuneti ve gayreti içindedir. Asla boş durmaz. Kitaplar getirtir. Seminer ve toplantılar düzenler; arkadaşlarını etrâfına toplayarak Türk Milliyetçiliği yolundaki araştırma ve öğretme faaliyetlerine devâm eder. Manzûmeler yazar. Türklüğün büyük istikbâlinden bahisler açar.
Mayıs 1921 sonunda İstanbul’a geldi, fakat durmayarak Ankara’ya geçti, oradan da âilesiyle birlikte Diyarbakır’a gitti. Diyabakır’da aydınların çok yakın ilgisi ile karşılandı. Onlara gece dersleri vermeğe ve Diyabakır’ın son derece sınırlı imkânları içinde Küçük Mecmua (1922- 1923) adlı bir dergi çıkarmağa başladı. Matbaacılık tekniği bakımından ister istemez çok ilkel basılmış olan bu dergi onun en olgun yazılarının mühim bir kısmını ihtivâ eder. Milli mücadele’yi bütün gönlü ile destekleyen, Doğu illerimizde bağımsız bir Ermenistan ve Kürdistan kurmak isteyen emperyalist planlara karşı koyan bu dergi, bütün yurtta büyük ilgi ile karşılandı. Mart 1923’te Maârif Vekâleti Te’lif ve Tercüme Encümeni Reisliği’ne tayin edilerek Ankara’ya geldi. Aynı yıl Lozan’dan sonra ikinci Dönem T.B.M.M’ne Diyarbekir Mebûsu seçildi.Hakimiyet-i Milliye, Yeni Gün, Cumhuriyet gazetelerinde yazılar çıkıyordu. Altun Işık, Türkçülüğün Esasları, Türk Töresi kitapları bu keşîf 1923 yayın döneminin ürünleri olarak ard arda çıktı. O sıralarda yazıp tamamladığı, liseler için Medeniyet Tarihi de ancak ölümünden sonra basılabilmiştir. (1925).1924 Ekim’inde hastalandı. Tedavi edilmek üzere İstanbul’a gönderildi ve orada Fransız Hastahânesi’ne kaldırıldı, fakat hastalığı teşhis ve tedavi edilmeyerek öldü, ölümü bütün memlekette “milli matem” oldu. Cenâzesi Sultan Mahmud türbesi bahçesine gömüldü.
Ziyâ Gökalp, sistematik Batı düşüncesinin memleketimizde ilk örneklerinden birini vermiştir.Gökalp’e göre Türkçülük, Türk milletini sevmek ve yükseltmektir.Millet ise, dili dini, âhlakı, güzel sanatları ve zevki bir olan fertlerden meydana gelen bir bütündür. Gökalp, milliyette şecere aramayıp yalnız terbiyenin ve mefkünenin (ülkünün) milliliğini güder.
Ziyâ Gökalp, şâir olmaktan çok bir fikir adamıdır. Bu sebeple, yer yer duygulu manzûmeler de söylemiş olmakla berâber şâirlik kabiliyeti sınırlıdır. O, şiiri- nazmı, fikirlerini daha etkili kılmak ve yaymak için bir araç olarak kullanmıştır. Genel olarak dili sâdedir ve dilde sâdeleşme akımın başarıya ulaşan son hamlesini yapanların en büyük destekçisidir. Milli Edebiyat ve Yeni Lisan hareketi, en büyük mânevi desteğini onda bulmuştur. Nesirlerinin dili, nazmına göre, bu gün için biraz daha ağırcadır. Aruzla yazılmış manzûmeleri de bulunmakla berâber 1911’den sonra hep hece veznini kullanmıştır. Milli Edebiyat’ın başlıca hassâsiyet konuları, sâde Türkçe ile hece vezni idi. Meşhûr Tûran şiiri, arûzla yazılmış son şiiridir. Hece’nin halk edebiyatımızda en çok kullanılan 7’li, 8’li, 11’li ölçülerini tercih etmiştir. Şiirlerinden bir kısmı Fransızca, Almanca, İngilizce ve Macarca’ya çevrilmiştir. Manzum masallar, didaktik manzûmeler, ülkü manzûmeleri ve Yunus Emre tarzındaki ilahilerden ibaret olan Ziyâ Gökalp’in şiirleri, Kızıl Elma (1913) Yeni Hayat (1918), Altun Işık (1923) isimli kitaplarındadır.
Gökalp’ın manzumelerinin ekserisinde millet sevgisi ile din ve dil sevgisinin ihtimamla birleştirildiği görülür. Tevhid, ilâhi, Türk’ün Tekbiri, Asker Duası isimli manzumelerinde hep aynı samimi din ve millet sevgisi birleşmiştir. Poluan veli isimli manzum masalında “dini güç” le birleşen “milli güç’ün nasıl mucizeler yaratan bir kuvvet olacağını telkin eden zevkli bir tahkiye vardır. Bu değerli mütefekkir, milli, iftiharla coştuğu veya milli matemlerle burkulduğu çağlarda, mısralarına onarlı şiire ulaştıran canlı bir lirizm katmaya da muvaffak olmuştur.
Ziyâ Gökalp’in vatan ve millet anlayışındaki ilme ve fikri şahlanışları ise her türlü ölçünün üstündeydi. Bu şahlanışla Ziyâ Bey’in halâ genç kaleminden, arûz vezninde âhenk tılsımlarıyla tesirli bir güzel mazûme çıktı.
Tûran şiiri, 22 Şubat 1910’da Selânik’de Genç Kalemler Mecmûası’nda neşrolundu.Bu şiir, Ziyâ Gökalp’in idealindeki vatanın bir târifi çehresindeydi. Milli duygu ve düşünüş bakımından, yer yer, şiir iklimlerine yükselen bu manzûme, bir taraftan Avrupalı târihçilerin, eski cihângirler hakkındaki taraf tutucu görüşlerine karşı bir isyandır.
Gökalp’in 1918 de neşrettiği Yeni Hayat kitabındaki “Vatan” manzûmesinde vatan anlayışının Tûran şiirlerinden büyük farklarla ayrıldığı görülür. Bu yeni vatan manzûmesinde Gökalp, artık Türkiye hudutları dışındaki eski, yeni kaybedilmiş ülkeleri ve bunların hepsinin ve hepsindeki Türklerin bir araya gelmesiyle gerçekleşecek Tûran mefkûresini bir tarafa bırakır. Yeni Vatan manzumesinin, hudutları içinde dil, mefkure ve din birliğiyle birleşmiş, yekpâre ve çalışkan bir millet düşünür.
ALTUN IŞIK
KEL OĞLAN
Fakir bir babanın üç oğlı vardı. Büyük oğlanı dişinden, tırnağından artırarak tahsile göndermişdi. Bunı bir ilm adamı yapacakdı. Küçük oğlana ileride kendi dükkânına bırakacakdı. Ortanca oğluna gelince buna virecek hiçbir şeyi kalmıyordu. Hatta buna bir ad bile koymamıştı. Ehemmiyetsizliğini göstermek üzere ona daima “Kel oğlan” çağırırdı. Bu suretle, bütün mahalleliler arasında “Kel oğlan” kalmışdı.
Kel Oğlan, henüz yedi yaşında iken ekmeğini elinin emeğiyle kazanmağa başladı. Hamallık , kahveci yamaklığı, aşçı çıraklığı, ayak satıcılığı gibi bir çok işlere girdi. Eline pek az para geçebiliyordu. On iki yaşına kadar türlü sıkıntılar içinde yaşadı. Bu yaşa girince, kendi nefsine güvenen tam bir erkek oldı.Artık, büyük işlere girmek, şan kazaânmak, büyük bir adam olmak istiyordu. Kel oğlan, arasıra şiir söylemeğe de yeltenir, yanık koşmalar düzerdi. Gönlünün duygularına bu koşmalarla kanad virmek isterdi. Bir gün gönlünden böyle bu koşma fırladı.
Burada sevinc yok, derd çok, keder çok,
İsterim bir altun yurdu varayım;
Tali’m arayub bulmadı beni,
Bari ben gezeyim, onı arayım
Bu koşma, Kel Oğlanı virilmiş bir karar karşısında bırakdı: Gurbete çıkmak! O nasılsa, şarkı söylerken, kendi haberi olmadan bu kararı virmişdi. Her akşam yalnız kalınca bu yoldaki koşmaları tekrar ider dururdı:
Diyor herkesin nasibi varmış,
Ona rast gelmedim ben bu toprakda...
Burada değilse başka yerdedir:
Gideyim, arayım onı uzakda
Kel Oğlanın kalbine bu uzaklara gitmek, tal’ini aramak fikri ömrinin uzun ve karanlık gicesinde bir şimşek gibi parlamışdı. O bir gün, dağarcığına bir kat çamaşır ve biraz ekmekle peynir koydı. Dağarcığını sırtına bağladı. Sedeften ayrılan bir inci gibi, başka yerlerde kısmet bulmak ümidiyle, doğdığı şehre vedaa iddi Yaya olarak, başını aldı gurbete çıkdı.
Meğer Kel Oğlan gibi tal’ini aramağa çıkmış başka çocuklarda varmış. Kel Oğlan, yolda giderken birinci gün Orhan’a rast geldi. İkinci gün Turhan’a, üçüncü gün Tarhan’a rast geldi.Bunlara da Kel Oğlan gibi dağarcı omuzlarında birer küçük sergüzeştici idiler. Hepsi öyle on iki yaşları arasında bulunan bu dört küçük serseri arkadaş oldılar. Bunlar, nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Gittikleri yerde ne yapacaklarına dairde hiçbir kararları yokdı. Fakat kalbleri kendilerine uzakdan gülümseyen ümidlerle dolu idi. Bir gün muradlarına irecekleri ruhlarına gizlice vaad idilmiş gibiydi. Küçücük ruhlarında sarsılmaz bir imanları vardı. Eski kahramanlar gibi tali‘lerine güveniyorlar, tehlikelere atılmakdan erkekcesine bir zevk duyuyorlardı.
Kel Oğlanla arkadaşları yüce yüce dağlardan aştılar, çoşkun çoşkun ırmaklardan geçtiler, nihayet ıssız bir çölün büyük bir ırmağa yanaşdığı noktada, yeşil bir vadiye girdiler. Burada tepesi bulutlara ulaşan semani mermerden bir kule gördiler. Kulenin şark tarafında semani mermerden bir saray, garb tarafında yine aynı cins mermerden hazine odaları vardı. Kel Oğlan “Burada tali‘mizi deneyebiliriz” didi. Siyah çocuklar, büyük sevinçlerle kuleye yaklaşdılar. Kulenin yanına gelince, yüce bir ağacın altında bir dev karısının dikiş dikmekde oldığını gördiler. O, arkasını yola doğru çevirmiş olduğundan çocukları göremedi.Fakat çocuklar onun kazan kadar kafasını tulumlara benzeyen memelerini biric gibi, gövdesini iyice görebiliyorlardı. Dev karısı sağ memesini sol omuzına, sol memesini sağ omuzına atmışdı. Kel Oğlan, arkadaşlarına “Hepimiz dev karısının memesini emelim. Memesini emersek, oğulları olacağımızdan, bizi kolay kolay yiyemez. Meğerki çok acıkmış ola!” didi. Hepsi, parmaklarının ucuna basarak, dev karısının yanına geldiler. İkisi sağ memesine, ikisi sol memesine sarılarak, sütü pınarın olduğundan su içer gibi kana kana içdiler.
Devlerin kanununa göre, bir dev karısının memesini emenler onun süt evlâdı olurlardı. Dev karısı artık onları yiyemezdi. Dev karısı başını çevirince dört çocuğun memelerini emdiğini gördi.
Dev karısı – siz hepiniz evlâdlarım oldınız. Artık size bir şey yapamam. Bu gice misafirim olınız. Yarın yolunuza devam idersiniz.
Kel Oğlan – Peki teyzeciğim, bu gice sana misafir oluruz. Zaten anam ölürken bana vasiyet itmişdi. Biraz buyursam buraya gelip ablasını görmemi benden rica itmişdi. İşte bende arkadaşlarımla beraber seni görmeğe geldim.
Dev Karısı, Kel Oğlanın hilesine karşı hile yapmak istiyordu. Maksadı, gice bunları uyutduktan sonra, eski zamanın dev adetlerine kulak asmayarak, adeti tanımayarak hepsini yemekdi. Fakat süt evlâdlarını uyanıkken yemeğe utanıyordu. Dev Karısının neler düşündiğini Kel Oğlan sezmişdi. O da ihtiyatlı bulunmağa karar virdi. Akşam olunca bıçağıyla parmağını kesdi. İçine tuz doldırdı. Kendi kendine “ Artık gice gözlerime uyku girmez!” didi. Dev Karısı, çocuklara sevdikleri yemeklerden bir ziyafet çekdi. Yemekden sonra yatak odasını göstererek çekildi. Çocuklar yatağa girdiler, yalnız Kel Oğlan uyumadı, arkadaşları derhal uyudılar.
Dev Karısı yarım saat sonra, çocukların uyuyub uyumadığını anlamak için odanın kapısına geldi, yavaşça bağırdı:
Dev Karısı ― Uyur uyanık kim var!
Kel Oğlan ― Ben varım.
Dev Karısı ― Niçin uyumazsın. Kel Oğlan!
Kel Oğlan ― Annem bana her gice bir tulumba, kaymaklı dondurma yapardı. Onı yer, uyurdum. Şimdi onı yemediğim için uykum kaçdı. Bir türlü uyuyamıyorum.
Dev Karısı ― Süt mandırada. Mandırada buraya bir saat dağ başında kar varsa da o da yarım saat uzakda. Dondurma iki saate kadar hazır olmaz.
Kel Oğlan ― Üç saat bile olsa zararı yok. Çünki dondurma olmazsa sabaha kadar uyuyamayacağım.
Dev Karısı ―Peki öyle ise bekle! İki saate kadar dondurma ile beraber geleceğime söz viririm.
Dev Karısı gitti. Mandıradan süt, karlı dağdan kar getirdi. Dondurmayı yapup Kel Oğlanın önüne koydı.Kel Oğlan arkadaşlarını uyandırdı. Dondurmadan güzelce yidiler. Arkadaşları yeniden uyudılar. Kel Oğlan uyur gibi yatakda uzandı. Yarım saat geçer geçmez, Dev Karsı yeniden kapıya geldi. Yavaş sesle bağıdı:
Dev Karısı ― Uyur uyanık, kim var?
Kel Oğlan ― Ben varım teyze!
Dev Karsı ― Neden uyumazsın Kel Oğlan?
Kel Oğlan ― Annem dondurmadan sonra bana ala kıymalı bir su böreği pişirirdi. Onı yedikten sonra rahatça uyurdum.
Dev Karısı― Koyunlar ağılda. Ağılda buraya bir buçuk saat uzak. Dimek ki yine iki sat bekleyeceksin.
Kel Oğlan ― Beklerim teyze!
İki saat sonra, çocuklar su böreğini de yidiler. Tekrara yatağa girüb uyudılar. Yarım saat sonra, Dev Karısı yine geldi.
Dev Karısı ― Uyur uyanık kim var?
Kel Oğlan ― Ben varım teyze!
Dev Karısı ― Niçin uyumazsın Kel Oğlan?
Kel Oğlan bu seferde, bir tepsi baklava istedi. Bunan sonrada, sırasıyla elmasiye, muhallebi, kuzu dolması istedi. Dev Karısı, tek Kel Oğlan uyusun diye her istediği yemeği pişirüb getiriyordu. Son yemeği yapmak için, yine ağıla gitmeğe mecbur oldı. Ağılın bir buçuk saat uzak oldığunı Kel Oğlan biliyordu. Bu sırada, güneş ilk ışıklarıyla ufkı yaldızlamağa başladı. Kel Oğlan, arkadaşlarını uyandırdı. Köşkün kulesine girerek demir kapısını arkadan sürmelediler. Kulenin tepesindeki gezinti yerine çıkarak Dev Karısının giri gelmesini beklediler.
Biraz sonrada, Dev karısı geldi. Çocukları köşk de bulamayınca kaçmış olduklarını zanitdi. Bu anda kulenin tepesinden gülüşler, kahkahalar işitdi. Birde ne görsün, çocuklar kulenin tepesinde! Heman, kuleye hücum itdi.Kulenin demir kapısı sımsıkı kapanmışdı. Dev Karısı, hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. “Çocuklar, kapıyı açın” diye bağırdı. Çocuklar, yukarıda türkü söyleyerek oynuyorlardı:
Ey yalancı süt annemiz1
Sen istedin bizi yemek,
Senden daha kurnazız biz,
Çekdik senden türlü yemek
Dev Karısı, Dev Karısı
Gitti yağın tam yarısı!
Pek tatlıydı dondurmamız,
Kaymaklıydı muhallebi...
Bizi köşke kondurmanız,
Sizi itdi fakir gibi...
Dev Karısı, Dev Karısı!
Gitdi sütün tam yarısı
Ne güzeldi su böreği?
Titriyordu Elmasiye
Harab itdin hep mideyi
Baklavadan yiye yiye
Dev Karısı, Dev Karısı!
Gitdi balın tam yarısı!
Dev Karısı bu sözleri işindince kapıyı kırmak için bir kazma aramaya gitdi.
Dev Karısı kazma ile gelince Kel Oğlan sordı:
― Teyze bu kazma ile ne yapacaksın?
― Kuleyi yıkacağım
― Kuleyi niçin yıkmak istiyorsun?
― Seni ele geçirmek için.
― Ya, ben kendi ihtiyarımla yanına gelirsem?
― O vakit seni evlâdım gibi severim.
Kel Oğlan arkadaşlarına yavaşça şu sözleri söyledi.:
― Ben kuleden aşağı ineceğim. Alay için kendimi ona teslim ideceğim. Dev Karısı bana bir şey yapamaz. Siz hiç korkmayın.
Kel Oğlan, kendisini kulenin penceresinden sarkıtdı. Dev Karısı sağ elini uzatarak Kel Oğlan’ı oradan aldı.Sol elinde tutmakda oldığı bir çuvalın içine koydı. Çuvalın ağzını sıkıca bağladı. Didi ki ― Kel Oğlan, bu halinde da bana bir oyun yapda göreyim. Şimdi, mutbağa gidiyorum. Dişlerimi takub geleceğim, seni kıtır kıtır yiyeceğim.
Kel Oğlan ― Yiyebirlirsen afiyetler olsun teyze!
Dev Karısı, mutbağa koşdı. Kel Oğlan, hemen cebinden çıkardığı küçük bir bıçakla çuvalı yardı; içinden çıkdı. Bağçede, Dev Karısının sevgili buzağısı otluyordu. Kel Oğlan onı tutdı, getirdi. Çuvalın içine koydı. Ağzını sımsıkı bağladı. Kendisi, sazların arasına girerek saklandı.
Bu anda Dev Karısı geldi. Kazma gibi dişlerini ağzına takmışdı. Çehresi ifritlerden, zebanilerden daha korkunç bir şekle girmişdi. Koşarak geldi. Çuvalın yakalayarak ağzına götürdi. Çuvalla beraber içindeki mahlukı yemeğe başladı. Hepsini yedikten sonra, elinde püskül gibi bir şey kaldı. “ Bu nedir, aceba?” diyerek gözlerine doğru yükseltdi, bakdı, birde ne görsün? biricik sevgilisi ve dünya yüzünde bi tek nazlısı olan buzağısını yemiş, kuyruğı elinde kalmış. Bunı görünce, Dev Karısı hiddetinden yere düşdi, bayıldı.
Kel Oğlan, Dev Karısının bayıldığını görünce arkadaşlarına kuleden ininiz, kaçalım, didi. Arkadaşları kuleden inerek ırmağa doğru koşmağa başladılar. Dev Karısı ayıldı, bunların ırmağa doğru koşmakda olduklarını görünce arkalarından seyritdi. Çocuklar ırmağın kenarına geldiler. Orada yüce sukûd ağaçları vardı, Kel Oğlan, “Çabuk her birimiz bir ağacın tepesine çıkalım!” didi. Her biri heman minare kadar yüksek bir ağacın tepesine çıkdı: Dev Karısı yetişince çocukların yüce sukudların tepesinde şakrak kahkahalarla gülüşdüklerini gördi.
Dev Karısı ― Oraya nasıl çıkdın, Kel Oğlan?
Kel oğlan ― Teyze, ağacın altında bir sabun, onun üstünde de bir bıçak bıçağın üstüne yine bir sabun koyarak bir merdiven yapdım. Bu merdivene basarak ağacın tepesine kadar çıkdım.
Dev Karısı, heman köşke gitdi, bir çok sabunlarla, bıçakları getirdi. Biri biri üzerine istif iderek bir merdiven yapdı. Bunun üzerine çıkınca ayakları kesildiğinden tabanlarından, parmaklarından kan akmağa başladı. Ve birden merdiven yıkılarak yere yuvarlandı. Dev Karısı, biraz sonra bin güçlükle yerinden kalkarak bir balta getirmeğe gitdi.
Kel Oğlan arkadaşlarına “ Ağaçlardan inelim, ırmakdan yüzerek karşı sahile giçelim” didi. Çocuklar birer balık gibi yüzerek suyun öte yüzine geçdiler. Dev Karısı, köşkden dönünce, çocukları karşı sahilde gördi.
Dev Karısı ― Oraya nasıl gitdin, Kel Oğlan?
Kel Oğlan ― Teyze! Irmağın ortasına bir değirmen taşı yuvarladık. Ona basarak bu tarafa geçdik.
Dev Karısı ― O halde bekleyin; şimdi size yetişirim.
Dev Karısı heman yakındaki değirmene koşdı Oradan bir değirmen taşı getirerek ırmağın ortasına atdı. Taş ırmağın çok derin olan dibine daldı. Dev Karısı, ırmağın ortasında gerçekden bir atlama taşı varmış gibi bir ayağını ırmağın ortasına atdı. Ayağı boşluğa gelince, “Gümmm!” diye suyun içine düşdi. Dev Karısı yüzme bilmiyordu. Vücudı dağ parçası kadar ağırdı. Kocaman gövde köpükli sulara birkaç dalub çıkdı. En nihayet boğuldı, gitdi.
Kel Oğlan, Dev Karısının boğuldığını görünce, suda yüzerek yanına geldi. Tırmanarak başının üstüne çıkdı. Bıçağıyla Dev Karısının gözlerini ve kulaklarını kesüb çıkardı. Bunları dağarcığına koydukdan sonra, ırmağın kıyısına döndi. Arkadaşlarıyla beraber, o memleketin paytahtına gitdiler. Dev Karısının gözleriyle kulaklarını padişahın sarayına götürdiler. Dev Karısının senelerden beri memleketi harab itmişdi. Padişah, kim bu Dev Karısını öldürürse ona büyük mükâfatlar vireceğini ilan itmişdi. Padişah Kel Oğlanla arkadaşlarına “Nasıl bir mükâfat istersiniz?” diye sordı. Kel Oğlan “ Dev Karısının hazinelerini bize virirseniz, başka hiçbir şey istemeyiz” didi.
Padişah, “Bu hazineler zaten sizindir” diyerek her birine kırk katır virdi. Onları mallarını getirmek için Dev Karısının köşküne gönderdi. Bunlar, oradaki hazineleri aralarında taksim itdiler. Her biri hissesini kendi katırıyla paytahta getirdi. Dört arkadaş birer konak satın aldılar. Birer dükkân açdılar iş güç sahibi oldılar.
TENBEL AHMED
Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş, bir oğluyla üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeğe başlamışdı. Bir gün bu üç Sultan, Bostancı başıyı çağırdılar. Her biri bir karpuz ısmarladı: Büyüğü çok geçmiş bir karpuz, ortancası az geçmiş bir karpuz, küçüğü tam kemalinde bir karpuz istedi. Bostancı başı istenilen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri kendininkine adını yazarak karpuzları Padişaha’a gönderdiler. Padişah, karpuzları birer birer kesdi. Kızlarının bu bilmecedeki ma’naları anladı.
Padişah, ibtida büyük kızını çağırdı. “Seni bir gence mi vireyim, irkin ve olgun bir adama mı vireyim?” diye sordı. Büyük Sultan “Siz bilirsiniz, Padişah’ım!” diye cevap virdi. Padişah, bunu sağ vezirin oğluna virdi, düğünlerini yapdı. Sonra, ortanca kızını çağırarak aynı su‘ali sordı ve aynı cevabı aldı. Bunı da sol vezirin oğluna virdi. Sıra, küçük kızına gelince onı da çağırdı, ona da aynı su‘ali sordı. Fakat, küçük sultan saraylara mahsus nazgane riyaya luzüm görmedi. “Şevketli babacığım! Beni gence viriniz!” didi. Padişah bu cevabdan öfkelendi. Heman tellarlar çağırtarak nerede tembel, aciz, hımbıl bir genç varsa haber virilmesini ilan itdirdi. Meğer, fakir bir kadıncağızın “Tenbel Ahmed “ adlı bir oğlı varmış. Yerinden kalkmağa bile üşenirmiş. Bunun kulubesini Padişah’a haber virdiler.Padişah küçük kızını ceza olmak üzere, bu gence virdi. Bunlarında düğüni yapıldı.
Tenbel Ahmed, bir gün evin bağçesinde hava almak istedi.Annesi onı arkasına alarak bağçeye götürdi. Sultan Hanım, Kaynanasına didi ki “Sen onı bağçeye götürdin, oradan getirmekde bana düşer” Kaynası “Ah sen onı nasıl getirebilirsin?” dimesiyle “Kocam değil mi? Elbette getirim” didi ve heman mutbağa koşdı, ateşli bir odun alarak Tembel Ahmed’in yanına gitdi: Sen hiç utanmaz mısın? Annen seni bağçeye sırtında getirib götüriyor. Daha ne zamana kadar evde kalacaksın.Haydi git, çalış. Para kazan! Sende bir adam ol. Yoksa bu odunla sana ala bir ziyafet çekerim” didi. Tenbel Ahmed bu hali görünce korkusundan sokağa fırladı, çarşıya gitdi. Orada onun bunun eşyasını taşımağa başladı. Akşama kadar beş on guruş kazandı. Akşam olunca eve geldi. Yavaşça kapıyı çaldı.
Tenbel Ahmed ― Tak, tak!
Annesi ― Kim o?
Tenbel Ahmed ― Benim, Tenbel Ahmed!
― Hanım evde mi?
― Evde!
― Odun elinde mi?
― Elinde!
― Öyleyse ise içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmağa gidiyorum.
Annesi her ne yapdıysa Tenbel Ahmed içeri girmedi. İrtesi gün yine beş on guruş kazanarak akşam kapıya geldi.
― Tak, tak!
― Kim o?
― Benim, Tenbel Ahmed!
― İçeri gelsene oğlum!
― Hanım evde mi?
― Evde!...
― Odun elinde mi?
―Elinde!
― Öyle ise içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmağa gidiyorum.
İrtesi gün, bir tüccar, Tenbel Ahmed’e beş yüz guruş virdi. “Bu parayı harçlık olarak ailene bırak! Seni kervan başı ta‘yin idiyorum.Benimle beraber Bağdad’a gideceksin. Hayvan başına sana yüz guruş vireceğim” didi. Tenbel Ahmed bu teklifi kabul itdi. Beş yüz guruşu alarak eve geldi.
― Tak, tak!
― Kim o?
― Benim, Tenbel Ahmed!
― İçeri gelsene oğlum!
― Hanım evde mi?
― Evde!...
― Odun elinde mi?
―Elinde!
― Al. Bu beş yüz guruşu ben ticaret için Bağdad’a gidiyorum.
― Oğlum içeri gel de biraz yüzini göreyim.
― Hanım evdedir gelemem. Allah’a ısmarladık!
Tenbel Ahmed kervan ile beraber yola çıkdı.
Kervan, bir gün ıssız, ağaçsız, susuz bir çöle rast geldi. Araya araya, tepeler arasında gizli bir kuyu buldılar. Tüccar, Tenbel Ahmed’e kova ile kuyuya inmesini ve orda kovayı su ile doldurmasını emr itdi. Bu işin ücreti olarak hayvan başına bir lira alınacakdı. Tenbel Ahmed, kuyuya indi, kovayı su ile doldırdı. Kervan halkı kovayı yukarı çekdikçe hayvanlara su viriyorlardı. Hayvanlar suyı bitirince tekrar kovayı salıyorlar. Tenbel Ahmed onu yeniden doldurıyordu, fakat Tenbel Ahmed yalnız bu işle meşgul değildi. Kuyunun içinde bir kapu gördi. Bu kapıdan içeriye girince kendisini bir köşk içinde buldı. Bu köşde kara gözlü bir kız oturmuş, mahzun mahzun düşünüyordı. Kara gölü kız Tenbel Ahmed’i görünce “Aman Allah aşkına olsun! beni bu kuyudan kurtar” diyerek yalvarmağa başladı. Tenbel Ahmed, şimdi seni çıkarırsam dışarıdaki arkadaşlarım belki bana bir fenalık iderler. Daha birkaç gün sabrit ilk uğradığımız şehirde kervandan ayrılarak iki atla bir ip merdivenle buraya geleceğim, seni kurtaracağım didi. Kız, kendisini unutmasın diye, yüzüğüni parmağından çıkararak Tenbel Ahmed’in parmağına takdı. Tenbel Ahmed, köşkün bağçesine çıkınca orada yemişleri tabii narlardan firiksiz saninar ağaçları gördi. Tenbel tabii sandığı bu narlardan kopararak omzundaki heybesinin iki gözünü doldurdı. Ve kıza veda iderek kuyudan çıkdı. Yolda kendi memleketine giden bir kervana rast geldi. Bu kervanın içinde eski bir arkadaşını gördi. Heybeyi bu arkadaşına teslim iderek evine gönderdi.
Bir gün akşama doğrı Tenbel Ahmed’in evinde karısıyla annesi konuşuyorlardı. Kapu çalındı. “ Tenbel Ahmed size gönderdi” diye içeriye narlarla dolu bir heybe virildi. Küçük sultan “ne güzel narlar!” diyerek heybeyi kilere götürdi. Bir gice, gelin hanım, kaynanasına “ bu güzel narlardan bir danesini keselimde yiyelim” didi. Bir nar getirerek kesdi. Narın yapma oldığını, içinin inci, elma, yakut ve zümrüdlerle dolu olduğunı gördiler. “Bu narları saklayalım” didi. İrtesi gün, kesdikleri nardan çıkan mücevherleri, satdılar. Bunun parasıyla Padişah’ın sarayına karşı güzel bir saray yapdırdılar. İçinde tekke gibi bütün yolcıların ve siyahların misafir idileceği, alâ yemekler virileceğini ilan itdiler. Padişah vezirine “ Bu sarayın sahibini bilmek isityorum. Kıyafetimizi tebdil iderek oraya gidelim. Bir çorba içelim. Belki sahiblerinide görürüz” didi. Derviş kıyafetine girerek yeni saraya geldiler. Adamlardan hiç birini tanıyamadılar.
Tenbel Ahmed’in kervanı Bağdad’a ulaşınca, tüccar, ona bir altun tepsi virdi. “ Bu tepsi Musul Padişah’ına götürürsen sana çok bahşiş virecekdir” didi. Tenbel Ahmed Musul’a giderek tepsiyi Padişah’a takdim itdi. Padişah Tenbel Ahmed’in parmağındaki yüzüğü görünce dört seneden beri ga‘ib olan kızının yüzüğü olduğunı tanıdı. Padişah, yüzüğü ne suretle eline geçdiğini sordı. Tenbel Ahmed, kuyu macerasını anlatdı. Padişah “ O benim kızımdır, sizin memleketin veliahdına nişanlıdır. Bir gün kızım ortadan gaib oldı. Çok aradık bulamadık. Nişanlısı da uğradığı felaketten çıldırdı. Şimdi kızımı kuyudan kurtarırsan hem benden, hem kendi Padişah’ından çok ihsanlara na‘il olursun” didi. Tenbel Ahmed’e beş on araba ile bir tabur asker virdi. Tenbel Ahmed’e kuyunun yanına gelince içine indi kara gözlü Sultanın bütün eşyasını dışarı çıkardıktan sonra Sultan’a didi ki “şimdi sende çıkmağa hazırlan! fakat, önce ben çıkacağım çünki, sen daha evvel çıkarsan beni burada bırakub gitmeleri ihimali var!” Tenbel Ahmed kuyudan çıkdıktan sonra, Sultanı’da çıkardı. Musul’a babasının yanına götürdi Kız babasıyla, annesiyle görüşdükden sonra, nişanlısının yanına gitmek istedi. Tenbel Ahmed, “nişanlısının eniştesi oldığunı, kendiside memlekete gitmek üzere oldığundan beraber götürebiceğini” söyledi. Sultan memnuniyetle beraber gitmeğe razı oldı.
Kafile, şehre bir saat mesafedeki bir köye ulaşınca, Tenbel Ahmed: “ Siz burada kuracağımız çadırda bekleyiniz. Ben gidüb geldiğinizi haber vireyim” didi. Tenbel Ahmed kulubesinin kapısına geldi. Sultan Hanım tanıyabilsin diye kulubeyi yıkdırmamışdı. Tenbel Ahmed kapıyı çaldı:
―Tak, tak!
― Kim o!
― Benim, Tenbel Ahmed!
― İçeri gelsene, kocacığım
― Hanım evde mi?
― Evde!
― Odun elinde mi?
― Elinde değil!
Tenbel Ahmed içeri geldi. Bir de ne görsün evlerinin içi muhteşem bir saray olmuş. Karısı gönderdiği narların mücevheratla dolu oldığunı yalnız bir danesini satmakla bir saray yapdırdıklarını anlatdı. Tenbel Ahmed didi ki “ Bu narların perisinide getirdim. Dört senedenberi biri deli olan kardeşin bu periyi görünce yeniden akıllanacak çünki, bu peri onun o kadar derin bir aşkla sevdiği nişanlısıdır. Sultan bu haberden çok memnun oldı. Tenbel Ahmed “ sen hamama git, elbiseni değiştir, ben onı getiririm.” didi heman altun arabaları hazırlatarak karşulamağa gitdi. Kara gözlü Sultan’ı büyük bir debdebe ile saraya getirdi.
İrtesi akşam Padişah’la oğluna bir ziyafet çekdi. Padişah ister istemez deli şehzadeyi beraber götürmeğe razı oldı. Delinin hiç kimseye bir zararı yokdı. Yalnız derin bir kasavet içinde yaşıyor, etrafında söylenen sözlerden hiç haberdar olmuyordı. Padişah Tenbel Ahmed’i tanıyamadı. O sırada küçük kızı, Yasemin çubuğunı getirerek kendisine takdim idince onı tanıdı.
Padişah’ım beni tenbellikten kurtarub hiç yorulmaz bir adam haline koyan kızınızdır. O beni kendisine lâyık bir koca yapdı. Bende ona ve size gayet kıymetli bir hediye getirdim. Dört seneden beri şehzadeyi bu halde bulunduran sevgilisini getirdim” Bu anda, dört senelik aşk hasretiyle yanan kara gözlü Sultan içeri girerek Şehzadeye doğru koşdı. Şehzade bunı görünce, elini eline götürdi. Gözleri canlanmağa başladı halinden tavrından yavaş yavaş hatıralarının uyandığı, hafızasının yerine geldiği anlaşılıyordu. Birkaç saniye geçdikten sonra tamamiyle aklı başına geldi. “Ah ! sevgilim!” diyerek nişanlısına sarıldı. Padişahi kızına ve damadına teşekkür itdi. Kırk gün kırk gice düğün yapılarak Şehzade ile kara gözlü Sultan muradlarına irdiler.
KUĞULAR
Bir Padişah’ın on bir oğluyla bir tek kızı vardı. Bu çocukların sevgili anneleri ölünce Padişah başka bir kadınla evlendi. Büyüği hanım sultan büyücüydi. Üvey evladrınıda hiç sevmiyordu. Bir gün üvey annesi “ Nilüfer” i hamama götürdi yüzüne başına vücuduna siyah bir boya sürdi, büyü ile boyayı çıkamaz hale getirdi. Kız gayet çirkin oldı. Artık Padişah babası yüzine bakamıyordı. Kızcağızdan herkes iğreniyordı. Nihayet onı mutbağa atdılar, bulaşıkları yıkamağa ma‘ mur itdiler.
Üvey anne bununla kalmadı. Kızın onbir erkek kardeşinide büyü ile birer Kuğu” şekline sokdı. Bu zavallılar, giceleyin yine insan olurlardı. Fakat güneş doğar doğmaz kuğu şekline girerek havaya uçarlardı. Yeşil göllere giderek, orada sazların mor gölgelerinde yıkanırlardı. Nilüfer, kardeşlerini gördüği müddet, saraydaki hakaretlere tahammül itdi. Lâkin, kardeşlerinin birer kuğu olarak uçub gittiklerini gördükten sonra, artık sarayda kalmayı istemedi, bir gün gizlice saraydan çıkdı. Az öz, dere tepe düz gitdikden sonra, bir yeşil gölün kenarına geldi. Ve söğüd ağacının gölgesinde oturarak gölün güzel renklerini temaşaya daldı. Bu anda, karşıdan bir beyaz buludun gelmekde oldığunı gördi. Bu beyaz bulut, göle yaklaşınca beyaz kuğulardan bir sürü oldığunı anladı. Bu beyaz kuğular ibtida göle inerek serin sular içinde yıkanırlar. Sonra içlerinden birisi Nilüfer’i görerek arkadaşlarına gösterdi. Hepsi, birden suda yüzerek kız kardeşlerinin yanına geldiler. Elini, ayağını saçlarını öpmeğe yalamağa başladılar. Kız bunların kendi kardeşleri oldığunı tanıdı. Onlara, başından geçen bütün felâketleri anlattı. Kuğular bu sözleri işidüb anlıyorlardı. Fakat, cevab viremiyorlardı.
Gice olunca, kuğular birer genç şehzade oldılar. Nilüfer kardeşlerini birer birer tanıdı. Onlarla sabaha kadar konuşdı. Fakat, sabah olunca yeniden hepsi kuğu suretine girdiler. Uçarak gölün öte tarafına gitdiler, Nilüfer akşama kadar sabırsızlıkla bekledi. Akşama doğrı, beyaz bulut yeniden göründi. Kuğular yine zümrüd sularda yıkandıktan sonra Nilüfer’in yanına geldiler. Kız kardeşlerini öpüb sevdiler. Giceleyin insan kılığına girdiler. Nilüfer’e didiler ki, biz gölün bu kıyısında barınayız. Burasının havası, toprağı, her şeyi kasvetlidir. Karşıki sahilde güzel bir kumsal vardır, kumları altundan, sedefleri inciden, çakıl taşları elmasdandır.
Bu kumsalın üzerindeki tepede, çam ormanlarının içinde ağaçların biri birine geçmesinden tabii bir köşk vücuda gelmiş. Orası bizim sarayımızdır. Ormanda, her türlü yemiş ağaçları av kuşları vardır. Seninle orada me‘sud bir hayat yaşayabiliriz. Yarın sabah biz birer kuğu olunca seni kanadlarımızın üzerine alacağız. Gölün üzerinden geçireceğiz. Sakın korkmayasın. Bizim kanadlarımız kuvvetlidir. Suya düşeceğini hiç hatırına getirme!
Sabah olunca altı kuğu yanyana gelerek bir sal şeklini aldılar. Nilüfer bu salın üzerinde oturdı. Beş kuğuda kanadlarını açarak, salın üzerine bir gölgelik vücuda getirdiler. Bu beyaz sal gökde, uçmağa başladı. O yukarıda uçarken, hayali aşağıdaki gölün gümüş aynasına akis idiyordı. Nilüfer düşmekden kormadığı için, bu seyahatden çok zevk alıyordı. Akşam yaklaşınca, bir adaya indiler. O giceyi adada geçirdiler. Sabahleyin, yine beyaz tayyareyi vücuda getirdiler.
Nilüfer akşama doğru karşı, sahile altun kumlı, inci sedefli elmas taşlı kumsala indiler. Giceyi ormandaki tabii köşkde geçirdiler. Sabah olunca, kardeşleri yine kuğu olub uçdılar. Nilüfer köşkten çıktı. Ormanda, gezindi. Ağaçların dalları güzel, yaprakları güzel, çiçekleri güzeldi. Yemişlerde çok lezzetliydi. Akşama kadar gölün kenarında, ormanın ağaçları altında gezindi. Akşam olunca, kuğular geldiler. Kardan daha beyaz köpüklü sularda yıkandılar. Güneş batar batmaz yine insan oldılar. Buradaki tatlı hayat, aylarca devam etdi. Bir gice, Nilüfer’in rüyasında ak saçlı bir ihtiyar kadın geldi. “Ormanın şark tarafında bir süt göli var. Orada yıkanırsan eski güzelliğini bulursun” didi.
Nilüfer sabah olmadan kardeşlerini uyandırarak süt gölün yerini öğrendi. Sabah olubda kuğular uçunca, oda süt gölüne doğru gitdi. Göle girübde yıkandıkdan sonra aynaya bakdı: üvey annesinin yapdığı büyüden evvelki güzelliği tamamiyle giri gelmişdi. Akşam kardeşleri Nilüfer’i bu halde görünce çok sevindiler. Nilüfer o gice de rüyasında o ihtiyar kadını gördi. Kadın didi ki” Kardeşlerini büyüden kurtarmağa istersen mezarlıklardaki ayrık otundan onbir gömlek örmelisin. Fakat bunlar bitinceye kadar, sana ne gibi işkenceler yapsalar, ağzından hiçbir söz çıkmayacakdır. Hiçbir su‘ale cevab virmeyeceksin. Eğer bütün işkencelere tahammül iderek, hiç konuşmaksızın, bir kelime bile kullanmaksızın onbir göleği yapar ve kuğulara giydirirsen onlar derhal eskisi gibi insan olurlar.” Nilüfer, uyanınca, ayrık otı aramağa gitdi. Topladığı otlarla gömleklerin birincisini örmeğe başladı. Akşam kardeşleri geldiler. Ne yapmakada oldını sordılar, hiç cevab virmedi. Muttasıl örmekde devam idiyordı. Kardeşleri bu konuşmamakda büyüdür didiler. Artık giceleri kardeşleriyle konuşmuyordı. Onlar konuşuyor kendisi gömlek örüyordı. Bir gün, o diyarın genç Padişah’ı ava çıkmışdı. Yolı, tabii köşke uğradı. Köşkün güzelliğine hayran oldı. Hele orada dünya güzeli Nilüfer’i görünce ona bin candan bin cana aşık oldı. Genç Padişah, kıza kim oldığunı sordı. Nilüfer cevab virmedi. Adını sordı, yine cevab alamadı. Kız hiç durmaksızın gömlek örüyordı. Genç Padişah, kızın bu haline şaşırdı. Kıza “ bana varır mısın?” diye sordı. Cevap yok. Vezirleri “Sukut ikrardandır.” didiler, kızı bir arabaya koyarak genç Padişah’ın sarayına götürdiler. Kırk gün, kırk gice düğün yapdılar. Fakat, Nilüfer hiç oralarda değildi. O muttasıl, giceleri saraydan çıkıyor, mezarlıklarda ayrık topluyordı. Nilüfer’in arkasına gözci koydılar. Nihayet, Padişah’a nişanlısının (büyüci) olduğunı giceleri mezarlıklarda dolaştığını, halk aleyhine büyüler yapdığını haber virdiler. “ İnanmazsa, giceleyin arkasından git, kendi gözünle görürsen” didiler. Bir tarafdanda halk arasında kızın büyücülüğüne dair haberler yapdılar. Padişah kızı çok seviyordı, fakat konuşmamasından kendiside biraz şüphelenmişdi. Gice olunca, kızın arkasına düşdi, kız mezarlığa geldi. Ot toplamağa başladı. Padişah kızın büyüci olduğuna inandı. Kızı mahkemeye virdi. Kadı bir çok su‘aller sordı. Kız hiç birine cevab virmiyor, elindeki gömleği örnekle meşgul oluyordı. Kadı, nihayet Nilüfer’in asılmasına hükm virdi. Nilüfer hiç teessür göstermedi. Gömleğini örmekde devam itdi. Padişah, bir defa daha denemek için Nilüferi’in yanına geldi. Bir tek kelime söylerse cezadan afu ideceğini, yine eskisi gibi nişanlısı kalacağı söyledi. Nilüfer elindeki gömleği örnekleden başka hiçbir hareket göstermedi. Padişah, kızın bu muamelesinden hiddetlendi. “ Hakim icra olunsun!” didi.
Celladlar kızı aldılar , Dar ağacının yanına götürdiler. Kız son gömleğini bitirmek için acele idiyordı. Bir saniye durmıyor, öriyor, öriyor, daima örüyordı. Cellad, ölüme hazırlanmasını haber virdi. Bir çok seyirciler bu büyücünün nasıl öleceğini temaşaya gelmişlerdi. Kız yine aldırmadı. Gömeleği örmeklede devam itdi. Zaten gömlek bitmek üzereydi. Cellad ağzından bir kelime çıkarmak için ona abdest almasını, namaz kılmasını, tövbe itmesini nasihat idüb duruyordı. Kız da son örgüleri bitirmeğe çabalıyordı. Nihayet, cellad usandı. Kızı asmak için, elini uzattığı zaman, son gömlekde bitmişdi.Bu anda onbir kuğu bir beyaz bulut gibi uçarak geldiler. Kızın itirafını aldılar, kız yanındaki onbir gömleği birer birer bunlara giydirdi. On bir kuğu birden bire onbir şehzade oldılar. Bu hal karşısında cellad da, seyircilerde şaşub kaldılar. Bu anda kız cellada didi ki “ Şimdi padişah ve kadı efendi gelsinler, her işi anlatacağım” didi. Padişahla kadı efendi geldiler. Nilüfer, üvey annesinin kendisine ve kardeşlerine nasıl büyü yapdığını, kendisinin konuşmaması ve giceleri ayrık toplayarak muttasıl gömlek örmesi ve büyüleri bozmak için olduğını söyledi.Kardeşleride umumiyetle bu sözlerin doğru olduğunı şehadet itdiler. Padişah, Nilüfer’in babasına haber göndererek hanım sultana beraber düğüne davet itdi. Düğün esnasında ihtiyar baba evlatlarını tanıdı. Hain karısını boşayarak babasın evine gönderdi. evladlarına sarılarak gözlerinden öpdi. Damadına da evladlarını kurtardığı için büyük teşekkür itdi. Bundan sonra hepsi bahtiyar yaşadılar.
NAR TANESİ
YAHUD
DÜZME KEL OĞLAN
Vaktiyle büyük bir padişah vardı. Bunun Gülseven Sultan adlı kızı vardı. Bu kızı başka Padişah’ın oğluna istediler. Baba kızını virdi. Şehzade memleketine götürmek için, Gülseven Sultan’ı altun arabasına bindirerek alayla yola çıkardı. Bir gün yolda giderken Şehzade yerde bir nar tanesi gördi. Derhal, atından aşağı inerek nar tanesi yerden aldı, ağzına atdı. Gülseven Sultan Şehzādenin bu hareketine dikketle seyretmişdi. Yerden bir nar tanesini alıp ağzına atan bir Şehzāde olsa bile kibar ve nazik bir adam olamayacağına hükm itdi. Kendisinin böyle kaba ruhlu bir gençle beraber yaşayamayacağını anlatdı. Heman arabacısına arabayı giri çevirmesini emr itdi. Yavruları vasıtasıyla kendine aid bütün arabaları giri çevirtdi.
Şehzade yalnız kendi adamlarıyla elleri bomboş olarak memlekete döndi. Fakat, uğradığı bu hareket ona çok acı geldi. Bundan başka, gerçekten gönül virdiği güzel nişanlısından mahrum olmak kalbini ateşli bir testere gibi kemiriyordı. Şehzade hem kendisine hakaret iden o mağrur sultandan öc almak ihtirasıya, hem de gönül alub götüren o güzel vücuda kavuşmak iştiyakıyla yanub tutuşuyordı. Nihayet günlerden bir gün şehzade kararını virdi. Masallarda olduğı gibi, başına bir işkembe geçirerek kendisini bir kel oğlan kılığına sokdı. Bu şekilde, sevgilisinin memleketine gitdi.
Şehzade, Gülseven Sultan’ın, öteden beri eli yordamıyla bir bağçevan aramakda olduğunı biliyordı. Kel oğlan kılığında olarak saraya gitdi. Kapıcı başıya bağçevanlıkda çok hünerli olduğunı, sarayda bir bağ çevana ihtiyaç varsa kendisinin bu işi pekala yapabileceğini haber virdi. Saray’ın kapıcı başısı Gülseven Sultan tarafından iyi bir bağ çevan aramağa ma‘mur idilmişdi. Derhal Kel oğlan’ı Gülseven Sultan’ın huzurına götürdi. Gülseven Sultan güllerin her rengini, her çeşidini severdi. Kel oğlan’a “ Gül yetiştirmesini bilir misin?” diye sordı, Kel oğlan; “bilmeseydim, hiç böyle bir sarayın bahçevanlığını isteyebilir miydim?” didi.
İrtesi sabah, Gülseven Sultan uykudan uyanubda bağçenin başdan başka penbe güllerle bezendiğini gördi. Bir gün evvel, kızıl toprakdan başka bir şey görülmeyen saray bağçesi bu sabah cennetin gül tarlalarına benziyodı. Bir gicede, böyle bir gül tarlasını vücuda getirmek nasıl mümkün olurdı? Gülseven Sultan büyük bir meraka düşdi. Heman meşlahını omzına atarak bağçeye indi. Bağçenin uzak köşesinde çok hüzünli bir şarkı sesi geliyordı. Oraya yaklaşınca, Kel oğlan’ın kendi kulubesinde türkü söylemekde oldığunı gördi.
Uç, gülüm uç! Disem güller uçuyor;
Saç , gülüm saç disem renkler saçıyor;
Lakin değil hiç birisi gözümde
Çünki benim yarim benden kaçıyor.
Gülseven Sultan – Kel oğlan, senin sevdiğin çok zalim bir kız olmalı! Bir nefesiyle dünyayı gülistane çeviren senin gibi bir sihirbaza nasıl oluyorda gönül virmiyor?
Kel oğlan – Ah, Sultanım Allah sizi bir şefkat meleği diye yaratmış, siz benim için Allah’a yalvarınız ; mutlaka oda gönli virir.
Gülseven Sultan ellerini göğe kaldırarak Kel oğlan için dua itdi.Duadan sonra Kel oğlan’ı daha sevimli, daha nazik görmeğe başladı.
İkinci sabah; Gülseven Sultan, uyanınca yine pencereden bakdı. Bu günde bağçe başdan başa beyaz güllerle donatılmışdı, heman meşlahını omızına atarak bağçeye indi. Yine şarkı sesleri geliyordı, Kel oğlan’ın kulübesine yaklaşınca şu türküyi işitdi.
Yar’ım bana ya hep cefa göstersin,
Yahud gerçek, tam bir vefa göstersin…
Göz yaşımla bağçesini sulayım
Benim hazirem ona sefa göstersin
Bugün Gülseven Sultan, Kel oğlan’ı daha yakışıklı görmeğe başladı. Üçünci sabah, Gülseven Sultan bağçesini sarı güllerle bezenmiş gördi. Kel oğlan’ın kulübesine gidince şu türkiyi işitdi:
Ey gülleri seven! Sen bir güzelsin!
Bana karşı gül ki bahtımda gülsin!
Sorma kimdir yarim oda sultandır.
Darılmazsan adı onunda Gülseven!
Bugün Gülseven Sultan, başka birisini değil, kendisini sevdiğini anladı. Kendi gönlüni yoklayınca, orada da Kel oğlan’a karşı bir aşk ateşi alevlenmekde oldığunı gördi. Heman kararını virdi. Kel oğlan’ın yanına gitdi. “Bende seni seviyorum. Fakat babam beni sana virmez. Bu memleketden gizlice kaçalım. Başka bir diyarda her, sebestçe biri birimizin oluruz” didi.
Kel oğlan, evvelce her ne lazımsa hazırlamışdı. Heman o‘ gice saraydan kaçarak yola düşdiler. Gündüzleri ormanda gizleniyorlar, gice yürüyorlardı. Nihayet, memleketin hududını aşdılar. Artık ele geçmek, yakalanmak korkusu kalmadı. Şimdi, gündüzleride yürüyorlardı. Bir gün yolda giderken Kel oğlan yerde ağaçdan yapılmış, eski, kırık bir tarak gördi. Gülseven hanıma “ bunı al, boğçana koy!” didi.
- Niçin alayım ? bu neye yarar?
- Başını taramak için bir tarak lazım değil mi? Bakalım gideceğimiz yerde bunı bulabilecek misin?
Gülseven hanım, tiksinerek tarağı yerden aldı. Boğçasına koydı. Bir az daha yürüdiler. Kel oğlan yerde yamalı yırtık bir peştamal parçası gördi. Gülseven Hanım’a “bunı al, boğçana koy!” didi. Gülseven Hanım, “ niçün alayım?” dimesi üzerine “ hamamda bir peştamele ihtiyaç olmayacakmı mı? Bakalım gideceğimiz yerde bunıda bulabilecek misin?” didi. Biraz daha yürüdükden sonra, birde tenekeden kirli bir tas gördi. Gülseven Hanım’a “Bunı da al” didi. Gülseven Hanım’ın yine “ niçin alayım?” su‘aline cevaben “hamamda başına su dökmek için bir tas lazım didi. Gülseven Hanım bu kirli tası da tiksinerek aldı. Boğçasının bir tarafına sıkıştırdı. Bu suretle, her ikisi de yaya olarak yürüye yürüye, Kel oğlan’ın baba yurdına geldiler. Kel oğlan Gülseven Hanım’ı sarayın yakınında bir kulübeye yerleşdirdi. Kendisi Şehzade elbisesi giyerek saraya gitdi, Seyahatde eski aşkından kurtuldığını, şimdi büyük vezirin kızıyla evlenmek istediğini, heman düğün hazırlıklarına başlanmasını bildirdi. Sarayda düğün hazırlıklarına başlandı. Şehzade günde bir defa, Kel oğlan kıyafetinde Sultan’ın kulübesine geliyordı. Kel oğlan bir gün Gülseven’ dediki “ Bu memleketin şehzadesi evleniyor. Sen de dikişçi kadınlar arasında saraya git. Hem elinin emeğine karşı bir ücret alırsın.Hem de bir parça ipekli kumaş aşırırsan doğuracağın çocuğa güzel bir elbise yaparsın.”
Gülseven bir dikişçi kadın sıfatıyla saraya girdi. Gelinin çok çirkin bir kız oldığunı gördi. Bir zaman bir saraya gelin olarak geleceğini hatırladı. Bir nar tanesinin ne suretle tali‘ni değişdirdiğini düşündi. Fakat o şimdiki halinden çok memnundı. Çünki kocasını candan, gönülden seviyordı. Bu anda kocasının söylediği sözler hatırına geldi. Her ne kadar seciyesinin, ahlakının zadı ise de nefsini zorlayarak o sözlere itaat itdi. Bir parça ipekli kumaşı çarşafının altında sakladı. Şehzade bir gün evvel baş kalfaya yarın işçi kadınlarından kumaş çalınmış diyerek yoklama yapılmasını emr itmişdi. Yoklama yapıldı. Aranılan kumaş parçası Gülseven kadının çarşafı altında bulundı. Kadıncağız bin türlü hakaret görerek zorla canını kulübesine atabildi. Kocasına işi anlatdı. Kocası “Bu kere becerisiz davranmışsın. Bir daha gidersen daha ustalıkla aşırırsın didi.Gülseven maniyatsız uykusuna yatırılmış gibi, kocasının her didiğini ihtiyarsız yapıyordı. Aşk bütün iradesini elinden almışdı. Yine sabah Kel oğlan bugün yakınımızdaki hamama git didi. Gülseven tasını, tarağını toplayarak hamama gitdi. Meğer o gün sarayın bütün hanımları da hamam da imişler. Şehzade bir tepsinin içine bir parça altun, bir parça şeker, bir gül, bir diken, bir nar tanesi koyarak baş kalfa ile hamama gönderdi. “ Hanımlardan hangisi bu tepsideki bilmeceye cevap virirse Şehzade onı alacakdır. Diyinizi ve fakir olsun, zengin olsun mutlaka her hanıma bu tepsiyi gönderiniz “ didi. Cariyeler tepsiyi hamamdaki bütün hanımlara gösterdiler. Hiç birisi bilmeceyi anlayamadı. Nihayet, hamamda Kel oğlan’ın karısı Gülseven kadından başka kimse kalmadığını görünce ona da göstermeğe mecbur oldılar. Çünkü şehzade, fakir olsun, zengin olsun her kadına gösterilmesini emr itmişdi. Tepsiyi, Kel oğlan’ın karısına gösterdiler. Kadıncağız, ihtiyarsız şu sözleri söyledi :
Altun gibi azizdim
Şeker gibi lezizdim
Saltanat ağacında
Yetişmiş tek filizdin
Naz bağında gül iken
Oldum bir kaba diken
Sebeb nar tanesi
Kel oğlan’a vardım ben…
Cariyeler unutmamak içün bu sözleri yazdılar. Şehzade’ye götürdiler. Şehzade, “ Alacağım kız işte budur” didi. Derhal, cariyeler Gülseven Hanım’ı, gelin Sultan’a hazırlanan kurnaye götürdiler. Kadıncağız, kırık tarağıyla tasından, yırtık peştamalinden bir tülü vazgeçmek istemiyordı. Cariyeler bunları elinden alarak bir tarafa atdılar. Beline Sultanlar’a mahsus bir peştamal sardılar. Saçlarını fil dişinden elmas taraklarla taradılar. Başına altun taslarla su dökdiler. Güzelce yıkadıktan sonra ipekli havlılara sararak hamamdan çıkardılar. Gelin Sultan için yapılan elbiseleri ona giydirdiler. O istemiyor, “Ben Kel oğlan’ın karısıyım. Beni yanlış olarak başkasına benzetdiniz.” Diyüb durıyordı. Cariyeler büyük bir nezaket ve hürmetle onı altun arabaya bindirdiler, saraya götürdiler. Dağrı Şehzade’nin odasına çıkardılar. O ağlıyor, “ istemem, istemem Kel oğlan’dan başka kimseyi istemem” diyordı.
Bu anda şehzade geldi. Gülseven kadın, ona da “ ben evli bir kadınım. Kel oğlan’ın karısıyım, onı seviyorum. Kim olursa olsun başkasını istemem” Şehzade didi ki . “ Madem ki sen Kel oğlan’dan başkasını istemiyorsun, işte ben de bir Kel oğlan olacağım” Derhal, duvardaki bir dağarcıkdan eski bir eşkanbe çıkardı. Başına takdı. Kel oğlan’ın yırtık hırkasınıda çıkararak sırtına geçirdi. Bu kıyafet’e Gülseven Hanım’ın önünde durdı.
Kadıncağız, sevgilisi olan Kel oğlan’ı karşısında görünce şimdiye kadar bir Kel oğlan zan itdiği kocasının nar tanesini yiyen Şehzade oldığunı anladı. Şehzade “ nasıl didi, şimdi artık beni isteyecek misin?
Gülseven Hanım – Evet, şimdi isterim, çünki sen bir Şehzade iken seninle hiç görüşmeyecek, hiç tanışmayacak evlenmeyecektim. Kel oğlan’ı ise gördüm, konuşdum. Çehresinin çirkinliğine bakmayarak sevdim. Eğer Kel oğlan’ın bu düzme çirkinliği altında güzel bir şehzade saklı ise, bundan dolayı teessüf idecekde değilim. Güzel ruh, güzel çehre ile beraber olursa, nimet nimet üstüne dimekdir. Şimdi, Şehzadem beni afu idecek misin?
Şehzade – Hayır, asıl afu isyeceyek benim. Çünki sana bu kadar eziyetleri çekdirdim.Seni bu kadar hakaretlere uğratdım. Bilmem Sultanım, bu cinayetlerim afu idecek misin?
Sultan- O halde, biri birimizle ödeşmisiz sayalım. Geçmişi unutalım. Bizim için hayat, asıl bundan sonra başlayacak. Nasıl Şehzadem, bundan sonra biri birimizi hep seveceğiz değil mi? Hele ilk çocuğumuz dünyaya gelirse bahtiyarlığımız iki kat olacak, o vakit yeniden kırk gün, kırk gice düğün yapacağız, değil mi?
KEŞİŞ , NE GÖRDÜN ?
Fakir bir kadının üç kızı vardı. Bunlar her gün pamuk eğirirler. Bükerler, iplik yapub satarlardı. Başka bir gelirleri olmadığı için, yalnız bu işden kazandıkları az bir para ile geçinirlerdi. Bükülen ipliği günde bir kız çarşıya götürürdü. O günde sıra küçük kıza gelmişdi. Sabah irken küçük kız ipliği çarşıya götürdi; satdı. O yine dönerken, bir Yahudinin elinde satılık bir tavuk gördi. Kız bu tavuğu dört guruşa satın aldı. O gün ki kazançları beş guruşdı; elinde bir guruş kaldı. Bununla bir de bir mum satın aldı; O yine döndi. Kardeşleri küçük kızı karşıladılar. Elin de bir mumla, bir tavuk gördiler. Ne ekmek, ne de katık getirmemişdi.
-Bu tavuğı ne yapacağız? Ekmek paramızı buna virdin, bizi bu gice aç bırakdın!
Diyerek küçük kardeşlerini azarladılar. Küçük kız hiç sesini çıkarmadı. Tavuğı kömürlüğe koydı. Kömürlüğün kapısını kaparken tavuk dışarı fırladı. Kız tavuğı yakalayım diye önüni kesmek istedi. Fakat, tavuk ön kapısından da fırlayarak kırlara doğu uzaklaşmağa başladı. Tavuk koşdı; kız koşdı. Koşa koşa bir ormanın içine daldılar. Akşam olmuş, ortalık kararmışdı. Tavuk bir kapının önünde durdı. Kapı kendi kendine açıldı. Tavuk içeri girdi, kız da girdi. Bakdı ki bağ bağıtsan gül, gülüstan, havuzlar akıyor, güller açmış, bülbülleri şakıyor. Yemişin yaşı ağaçda, kurusı yerde! Cennet gibi güzel bir yer. Bir az daha ileri gitdi. Geniş bir açıklıkda üç çadır kurulmışdi. Birincisi zümrüdli, ikincisi elmaslı, üçüncisi inciliydi.
Kız, bu güzel yerden çok hoşlandı. Çadırların içine bakdı. Çadırların her birine bir altun karyolavardı. Her karyolanın üstünde beyaz ipekli kumaşlardan bir yatak vardı.
Ondan başka her çadırda bir mermer masa, birkaç sandalye ve daha bunlar kabilinden eşya vardı. Her çadırın bir köşesinde daha yeni vurulmuş av kuşları vardı. Lakin ortada insan olmak üzere hiç kimse yokdı.
Kız, ibtida, sabahdan beri dağınık duran yatakları yapdı. Ortalığı sildi. Süpürdi, temizledi. Sonra, kuşları yolarak temizledi, mutbakda pişirdi. Her birinin sofrasını ayrıca hazırlayarak yemeğini, suyunı, kahvesini yerli yerine koydı. Bütün bu işleri yapdıktan sonra, sık ağaçların arasında saklandı.
Akşam olunca üç gen Şehzâde geldiler, çadırlarına girdiler, her şeyi hazır buldular, büyük Şehzâde didi “ Otaca kardeş hazırlamış” ortanca didi “ kÜçük kardeş hazırlamış” buraya yabacı bir adamın girebilmesi hiç hatırlaına gelmiyordı. Zira burası ormanın en sık en izbe bir yeriydi. Burayı hiç kimse bilemezdi.
Sabah oldı. Üç kardeş, atlarına bindiler, ava gitdiler.Kız, bunların gitdiğini görünce, gizlendiği yerden çıkdı. Ortalığı toparladı. Yatakları yapdı. Her tarafı sildi, süpürdi. Yeni gelen av kuşlarından yemekler yapdı. Her birinin, yemeğini, suyunı kahvesini hazırladı.Tam gelecekleri vakit, yine saklandı. Bu hal birkaç gün devam itdi. Üç kardeş artık bu işleri yapanın kendilerinden başka bir adam oldığunı anlamışlardı. Bir gün, oturmuş, konuşuyorlardı. Büyük Şehzâde didi;” Yarın, ben burada kalırım. Bir tarafda gizlenüb gözetlerim. O zaman işimizi gizlice yapan her kimse anlaşılmış olur”. Sabah oldı. Öteki kardeşleri gitdiler. Büyük kardeş çadırında kaldı. Bir tarafda gizlendi, bekledi… bekledi, ne gelen var, ne giden!.. Nihayet, uykusı niyetine galebe çaldı. Derin bir uykuya daldı. Kız Şehzâde’nin uyudığunı görünce, meydana çıkdı. Yine yatakları yapdı. Ortalığı sildi, süpürdi. Her tarafı temizledi. Bütün işleri bitirdikten sonra, eski yerine saklandı. Akşam oldı, büyük Şehzâde uyandı. Yine her şeyi hazırlamış gördi.Kardeşleri geldiler, sordılar. Uyuya kaldığını, bir şey göremediğini söyledi. İrtesi gün ortanca kardeş kaldı. O da nihayete kadar bekleyemedi, uyudı. En sonra, sıra küçük kardeşe geldi. Büyük kardeşler gitdiler. Küçük kardeş parmağını yardı, içine tuz kodı. Kendisini uykuluğa virdi.Yalandan uyur gösterdi.Kız, küçük Şehzâde’nin de gerçektende uyudığuna inandı. Gizlendiği yerden çıkdı. Yatakları yapt, ortalığı sildi, süpürdi, küçük Şehzâde kızın kolundan tutdı, didi :
- in misisn , cin misin?
- N inim, ne de cinim, sizin gibi bir insanım.
Kız, bütün başına gelenleri Şehzâde’ye anlatdı. Sonra bu sözleri söyledi.
Niçin beni gözetlediniz. Ben gizli kalmalıydım. Şimdi beni kardeşlerinizde görecek.
- Seni benim çadırıma götüreyim. Oraya kardeşlerim gelmezler. Biz hiçbir birimizin çardırına girmeyiz.Onlar seni göremezler. Ben de bir şey görmedim dirim.
Bu iki genç, aralarında kararlarını virdiler. Bu günden itibaren kız, küçük Şehzâde’nin çadırında gizlendi. Akşam, kardeşleri geldiler, “ne gördün?” iye sordılar. “ Hiçbir şey görmedim, belki gaibden bir adamdır. Gözlere görünmüyor. Bize zararı dokunmasın, isterse aima gizli kalsın” didi. Büyük kardeşleri “ Peki!” didiler. Bir daha gizli adamın kim olduğunu anlamaya kalkışmadılar. Bir zaman böyle geçdi. Kız her daim hizmetrini göriyordı. Bir gün Padişah büyük bir devlete harb itmeğe karar virdi. Oğullarının yanına gönderdi. Onları birer ordunun kumandanlığına çağırıyord O gice üç kardeş gizlice konuşdılar, sabah gayet erkenden yola çıkmağa karar virdiler. Sabah erken öteki Şehzâdeler hazırlanmışdı. Küçük Şehzâde çadırına girdi. Kız uyuyordı; uyandırmadı. Bağçeden koparmış oldığı güllerle yatağının içini, dışını donatdı. Bir mektub yazdı. Yastığın üstüne koydı. Çıkdı gitdi.
Biraz sonra, kız uyandı. Şehzâde’yi çadırla görmedi. Çadırın aralığından dışarı bakdı. Öteki çadırlarda, meydanda yokdı. Yatağa döndi. O zaman yatağın güllerle donatılmış oldığını gördi. Bu sırada, yasdık üzerindeki mektubunda gözine ilişdi. Mektubı okudi, Cebheye gitmek üzere oldığı için kendini götüremediğini, harb bitince yine yanına geleceğini yazıyordı. Kız bu felaketden çok müteessür oldı. “Beni; artık burada kalamam, o nereye giderse bende arkasından giderim” didi; dışarı çıkdı. Atların izini yoklayarak yürümeğe başladı. Bir saat kadar yürüdükten sonra, yolda bir kesişe rast geldi. Keşiş’e şu sözleri söyledi:
- Sen elbiseni bana vir, bende gerek elbise mi, gerek elmasları mı, mücevherleri mi hep sana vireyim.
- Ben kadın kıyafetleriyle nereye gidebilirim ?
- Bak, karşısında bir orman var. Oraya gidersin. Ağaçların sıklık yerinde bir kapı görürsün. Kapıyı aç,içeri gir! Güzel bir bağçenin ortasında bir incili çadır görürsün. Çadırın içinde bir kişilik bir yatakla istirahate lazım olan her şey var. Bundan başka, çok mukaddarde altun, elmas, inci var, burada ihtiyacın olan her şeyi hazır bulacaksın.
Kızla Keşiş elbiselerini değişdiler. Kız Keşiş kıyafetine girdi. Bir saat kadar daha yüridi.İleride üç Şehzâdeninir ağaç altında oturduklarını gördi. Bunların yanına gelerek selam virdi, oturdı. Şehzâde’ler atlarına binüb yola düşünce buda beraber yürümeğe başladı. Küçük Şehzâde en gerideydi, kızın ne halde olduğunı düşündiği için çok meraklıydı. Kendi kendine “ Hele şu Keşiş’e sorayım, belki kıza dair bir haber arlım” – Keşiş, ne gördün?
Keşiş – Yar yatar gördüm
Gül kocar gördüm
Nazlısından ayrılmış
Kendini göçer gördüm.
Bu sözleri Şehzâde’nin hoşuna gitdi. Kızı yalnız bırakmışdı. Babasının emrini bozamadı. Kızı beraber götürmekde kabil değildi. Yalnız bırakdığına çok müteessirdi.
Canının sıkıntısından yol boyunca hep “Keşişi ne gördün?” diye sorardı.Keşişde aynı sözleri tekrarladı. Keşiş’in yaya yürümesine küçük Şehzade’nin gönli kail olmadı. Atına bir saat Keşiş’i bindiriyordı. Bir saat’de kendisi biniyordı. Böylelikle yol alıyorlardı. Büyük kardeşleri bu hali görerek kızıyorlar. “Keşiş’i neden başına bela itdin?” diyorlardı. Nihayet, babalarının memleketine geldiler. Küçük Şehzâde Keşiş’e bir dükkân açdı. Eski halıları eski çinileri ve Sair antika şeyler satmağa başladı. Şehzâde her gün Keşiş’in yanına geliyor. “ Keşiş, ne gördün?” diye sorıyor, o da aynı sözleri tekrarlıyordı.
Korkulan harbi, siyasi tedbirler sayesinde bir sulh muahedesiyle kapandı. Padişa harb meselesini ortadan kaldırınca, oğullarını evlendirmeğe kara virdi. Büyük Şehzâde‘ye büyük vezirin kızını, küçüğe vezirin kızını alıyordı. Düğün kuruldı. Şehzâde , dükkana geldi. Keşiş’in yanına oturdı.
Şehzâde - Bugün düğünümüz var, mutlaka sende geleceksin.
Keşiş – Benim düğüne gitmek adetim değildir. İşimi bırakamam. Fakat bir ihtiyar annemle bir kız kardeşim var. Müsaade ederseniz, onları göndereyim.
- Çok iyi olur. Heman şimdi git, gönder.
Sonra, yine sordı:
- Keşiş, ne gördün?
Keşiş (hiddetle) – Şehzâdem , artık evleniyorsun, daha bu sözi unutmayacak mısın? Yar yatar gördüm, gül kocar gördüm. Nazlısından ayrılmış, kendini göçer gördüm.
Keşiş, heman evine gitdi. Kira ile evinde oturdığı koca karıya “şimdi, beraber düğüne gideceğiz, hazır ol” didi. Sandığından bir kat güzel düğün elbisesini çıkardı. Bu hanım elbisesinin giyerek koca karının yanına geldi.
Koca karı (hayretle) – seni görenler, çirkin bir keşiş sanıyorlar. Halbuki sen dünyada güzellikte eşi olmayan bir kız imişsin.
- Şimdi düğüne gideceğiz. Sen Keşiş’in annesi olacaksın. Ben de onun kız kardeşiyim diyeceğim. Dimek ki senin kızın olacağım.
- Oh, ne kadar iyi! Senin gibi güzel bir kıza yalan olsa bile anne olmağa can atarım, kızım!
Meğer kız gerçekten dünya güzeliymiş. Düğünde herkesin gözi bu kıza bakıyordı. Hatta, Şehzâdenin annesiyle Sultanın annesi gizlice konuşdılar : Gelin çok çirkindir, Şehzâde beğenmezde babasının evine gönderirse hem çok ayıb olur. Hem de düğünün hiç tadı kalmaz”
Bu gice Şehzâde‘yi aldatmakdan başka çare yok. Keşiş’in kızkardeşini gelin diye odasına koyarsak bu gice, Şehzâde’nin gözleri kamaşır. Sonra , karısınada aynı güzele bakacağından onıda güzel görür, bu işi kararlaşdırınca, gelinin elbiselerini Keşiş’in kız kardeşine giydirdiler. Elmaslarını, incilerini ona takdılar. Kızı bu kıyafetle gelin odasına koydılar. Şehzâde gelini görünce, içinden bir ah! Çekdi. Zira ormanda bırakdığı sevgilisinin tıbkısı idi. Sanki bir elma ikiye bölünmüş, yarısından o kız, diğer yarısından da bu kız vücuda gelmişdi. Hem seviniyor, hem de kederleniyorlardı. Küçük vezirin kızı da ona benzediği için pek bahtiyar sayıyordı. Bu sırada, gelinle güveye büyük bir tepsi içinde gice yemişleri getirildi. Elma, armud, şeftali, ayva, üzüm gibi yaş yemişlerin hepsinden vardı. Cairiyeler, tepsiyi bir altun masa üzerine koydılar. Sultanla Şehzâde karşılıklı olarak yemiş masasının birer tarafında oturdılar. Sultan bir elma soyuyordı. Nasılsa azıcık parmağını kesdi, Şehzâde heman incili mendiliyle Sulta’nın kesilen sol elini bağladı. Sağ elinin parmağınada dünyada daha bir eşi bulunmayan bir zümrüd yüzük takdı.
Sabah olunca, kız evine geldi. Keşiş kıyafetine girüb, dükkana gitdi. Biraz sonra, Şehzâde de oraya geldi. Şu yolda konuşmağa başladılar.
-Nasıl, Şehzâdem çok memnun musun?
- Evet, Keşliş, çok memnum, Sultan Hanım, kayıb itdiğim güzele çok benziyor, fakat, ötekinin halini düşündükçe, cehannem azabları içinde kalıyorum, şimdi yine şöyle, bakalım! Keşiş ne gördün?
- Aman Şehzâdem, evlendin, o kızcağız büsbütün bırakdında hâlâ söyle diyorsun. Ben artık vaktiyle gördiğüm o hazin manzaraları sana söylemeyeceğim. Sen de olanı biteni tamamiyle unut! Zaten, erkekler sevgililerine verdikleri sözleri çabuk unuturlar.
Bu anda Keşiş gözlerinde beliren iki damla yaşı Şehzâde’den gizlemek için, elini yüzine tutmak istedi. Şehzâde, birden bire keşişin parmağındaki emsalsiz zümrüd yüzüği gördi.
- Aman Keşiş, bu zümrüd yüzük sana nerden? Ben bunun aynını bu gice Sultan Hanıma virdim. Bunun başka bir işinide hiçbir Padişah’ın hazinesinde bulmak kabil değildir.
Keşiş yüzüği gizlemek için sağ elini indirdi. Yine gözlerinin yaşlarını gizlemek üzere bu defa sol elini kaldırdı. Şehzâde, bu elde de kendi adının ilk harfini taşıyan incili mendili gördi.
- Aman, Keşiş? Bu mendil benim mendilim bak, köşesinde adımın ilk harfide işlenmiş. Bu mendili, dün gice Sultan Hanım’ın eline ben bağladım. Bu yüzükle bu mendil nasıl oluyor da seni yanında bulunuyor. Yoksa, sen bunları çaldın mı?
- Şehzâdem, ben bunları çalmadım. Hırsızlıklada hiçbir alâkam yok. Şimdi Sultan Hanım’a mahsus olan bu şeyleri benim ellerime ne suretle geçdiğini anlatmak lazım geliyor. Bunun için, büyük yorgunluklara hacet yok. Başımdaki Keşiş şabkasını çıkarub atdığım gibi bütün sırlarım faş olacakdır.
Bu sözleri söyleyecek başındaki Keşiş şabkasını çıkardı. Atdı. Derhal şabka altında gizlediği güzel lapıska saçları omuzlarına döküldi. Şehzâde, bir bakışda hem ormanda gördiği eski nişanlısını, hem gelin odasında gördüğü yeni sevgilisini tanıdı. Meğer her ikiside Keşiş’in şabkası altında gizlenmiş, heman saraya haber gönderdi. Vezirin kızı babasının evine gitdi. Yeniden kırk gün, kırk gice düğün yapıldı. Yidiler, içdiler, muradlarına geçdiler.
PEKMEZCİ ANNE
Bir tüccarın dünya gözünde yalnız bir kızı vardı. Ak çiçek adını virdiği bu kızı çok severdi. Annesi küçükken öldüğü için, kızına hem babalık, hem annelik itmişdi. Bundan dolayı hüç yanından ayırmazdı.
Bir gün, tüccar hacca gitmeğe karar virdi.Fakat kızına bakacak hiçbir kimsesi yokdı. Kızını kime ısmarlayacağını düşünmeğe başladı. Babasını düşünceli gören Ak Çicek didi ki : “Babacığım sen benden dolayı hiç merak itme! Evimize bir senelik yiyeceğimizi, içeceğimizi koy, kapıyı üzerimize taşla ördür! Ben dadımla beraber içeride kalırım. Sen gelinceye kadar evden hiç dışarı çıkamam.Babası kızın bu tedbirini beğendi.Onun didiği gibi yapdı. Eve, bir senelik ihtiyaçlarına yetecek kadar azıkla doldurdukdan sonra, kapıyı taşla ördür! Ben dadımla beraber içeride kalırım. Sen gelinceye kadar evden hiç dışarı çıkamam” Babası, kızın bu tedbirini beğendi. Onun didiği gibi yapdı. Eve, bir senelik ihtiyaçlarına yetecek kadar azıkla doldurduktan sonra, kapıyı taşla ördürdi. Ve kızla dadısını Allah’a ısmalayarak hacca gitdi.
Ak çiçeğin böyle bir eve kapalı kaldığını Padişah’ın oğlu işitdi. Bunun nasıl bir kız oldığını, ne düşündiğüni, ne hülyalar kurdığunı anlamak istedi. Şehzâde kendine kalbi zengin, ruhı derin, bir eş arıyordı. Bu eşi şimdiye kadar vezir kızları içinde bulamamışdı. Belki, bu gizli haremde bulabilirim diye ümide düşdi. Bir gün, bir koca karı kıyafetine girerek yanına bir şişe pekmez aldı. Kızın örüli kapısı önüne giderek orada bu suretle bağırmaya başladı:
Pekmezci anneyim, pekmez satarım
Gamlı gönüllere sevinç katarım
Tatlı masallarım ruha ilaçdır,
Kalblerden her derdi söker, atarım...
Kız bu sözleri birkaç defa dinledi. Babası kendilerine pekmez almayı unutmuşdı. Bundan başka, kız, yalnızlıkdan sıkılmağa başlamışdı. Siyah dadısı ne masal biliyor, ne de konuşmakdan anlardı. Kız merakla, kapın önüne geldi. Pekmezci anneye bu sözleri söyledi.
Çok rica iderim pekmezci anne,
Komşudan çıkda şu damın üstüne;
Hem pekmez sat bize, hem söyle masal:
Masalın ilaçmış kalbdeki hüzüne...
Pekmezci anne, komşunun kapısını vurdı. Evin hanımından dama çımak için izin istedi. Komşu hanım, kıza acıdığı için, pekmezciye izin virdi. Pekmezci anne, dama çıkdı. Damdan iple pekmez şişesini aşağıya sarkıtdı. Kızda pekmezin parasını ipe bağladı, pekmezci anne ipini yukarıya çekdi. Pekmezci alım satımı bitmişdi. Kız, pekmezci anneye bir masal söylemesini rica itdi.
Pekmezci anne bu masalı söyledi :
Mehveşin adaleti
Ahmed gördi bir kuru;
Düşdi gönli hevese:
Tutdı bir dişi kumru,
Koydı onı kafese...
Küçücük kız kardeşi
Didi vir onı bana!”
Severdi o mehveşi
Didi “ Al, al olsun sana!”
Kumrunun eşi akşam
Boş bulunca yuvayı
Ah çekdi buram buram
Aradı hep ovayı...
Ahır buldı dostına
Mehveşin duvarında...
Geldi, serdi postını
Kafesin kenarında ...
İki eş gündüz gice
Konuşur, sevişirdi...
Mehveş didi” iyice
Bir zalimim ben şimdi..
Eşini itdim esir,
Yoldaşı gelmiş ağlar,
Yarıb bu insan nedir?
Niçin kuşları bağlar?”
Bu sözleri söylerken,
Açdı küçük zindanı
İki kuş uçub birden
Boyladılar ormanı...
Ak Çiçek masaldan çok hoşlandı. Her gün bir şişe pekmez getirerek bir masal söylemesini pekmezci anneden rica itdi. Pekmezci anne geleceğini vaad iderek çıkub gitdi.
Şehzâde Ak Çiçeği ilk görüşde sevmişdi. İrtesi gün yine pekmezci anne kıyafetine girerek kızın yanına geldi. Bu kere çiçeklere dair bir masal söyledi. Kız bu masaldan daha çok hoşlandı! Artık, her gün pemezci anne geliyor. Güzel bir masal söylüyordı. Ak Çiçek, masal bitdikten sonra, kendi duygularını anlatırdı. Kalbinin bütün emelleri iki şeyden ibaretdi. Birincisi babasına çabuk kavuşmak. İkincisi pekmezci anneden hiç ayrılmamak. Pekmezcianneyi seviyordı. Dünyada hiç böyle bir kadın görmemişdi. Her şeyi biliyor, her sulae cevab viriyordı. Masalları hep ahlakı yükseltecek hükümlerle dolu idi. Bundan başka, güzel maniler, koşmalar, destanlar, ilahiler terennüm idiyordı. Bunları dinlerken, Ak Çiçek coşuyor, vücuda geliyordı. Siyah dadı bile teessüre gelerek ağlıyordı.Bu halde, haftalar, aylar geçdi. Bir gün babasının hacılarla beraber gelmekde oldığı haberi geldi. O gün Ak Çiçek mahzundı. Bütün hacıların kapıları nakkaşlar tarafından yazılarla, nakışlarla donatılacakdı. Kendilerinin kapsısı ise çıplak kalacakdı. Çünki, dışarıda bunı yapdıracak kimseleri yokdı. Pekmezci anne “ Sen üzülme kızım, ben bu işi pekala yapabilirim” didi. Fakat kız, yine mahzundı. Ötek i hacıların akrabaları, dostları istikbaline gidecekdi. Yolda ziyafetlerle, ikramlarla, azazlarla evlerine getireleceklerdi. Kendi babası ise bu gibi şeylerden mahrum kalacakdı. Pemezci anne babasına dünyada hiç eşi görülmemiş parlak bir istikbal yapdıracağını vaad itdi. Fil hakika, Ak Çiçeğin babası padişah’ın vezirleri tarafından debdede ile, ihtişamlı bir suretde karşılandı.
Ak Çiçeğin babası bu ihtişamlı istihbalden şaşırmışdı, kızını afiyetde görünce çok sevindi. İkinci gün, Padişah tarafından huzura davet idildi. Padişah tüccara bir çok iltifatlara mahzar itdikten sonra Allah’ın emriyle kızını veliahda virmesini rica itdi. Tüccar, bu büyük nimeti ailesi için ebedi bir mefharet sayacağını arz itdi. Bir haftaya kadar düğün yapılmasına karar virdiler. Ak Çiçek bu haberden sevinmedi. Pekmezci anneden ayrılırım diye korkuyordı.
Eğer onuda beraber saraya alırlarsa evlenmeğe razı olacağını, pekmezci anneyi istemezlerse, asla saraya gitmeyeceğini bildirdi. Babası, “ Bu pekmezci annede nereden başımıza bela oldı?” diyerek çar naçar işi hünkara arz itdi. Padişah bu şartıda kabul itdi. Gelin, saraya pekmezci anne ile beraber gitdi. Onun bir an yanında ayrılmasını istemiyordı. Fakat, güveyi geleceği sırada, pekmezci anne birden kayıp oldı. Şehzâde, gelin odasına girince, Ak Çiçeği ağlar buldı. Ağlamasının sebebini sordı :
Kız – Şehzâdem, beni ma‘zur gör! Pekmezci anneye çok alışdım. Şimdi o bei bırakdı. Ben onsuz nasıl yaşayabilirim?
Şehzâde – Sevgilim bundan sonra hep onunla beraberken, yaşayacaksın. Çünki, pekmezci anne zanitdiğin , mahluk, kadın kıyafetine girmiş bir Şehzâdedir. O Şehzâde seni görebilmek için o kılığa girmeğe mecbur oldı. O Şehzâde ise şimdi karşında duran koca kadar işte, bak başıma baş örtüsi sarıyorum, şimdi ben kimim bakayım?
Kız – Ah sen pekmezci annesin şimdi her şeyi anladım. Artık baş örtüni çıkar. Kocam olursan hep beraber yaşarız, değil mi?
YILAN BEYLE PATAN BEY
Bir padişah’ın hiç evladı olmıyordı. Bir sabah, namazdan sonra Allah’a yalvardı: “Allah’ım, bana bir evlâd vir. Hanım Sultan, bir yılan doğurursa bile razıyım !” Bu duadan sonra, çok geçmedi; Hanım Sultan gebe kaldı. Dokuz ay geçince Hanım Sultan’ı ağrı tutdı. Fakat, hangi ebe saraya getirildiyse, Hanım Sultan’a dokunur dokunmaz yere düşerek can virdi. Bütün ebeler bu suretle tatlı canlarından ayrılıyorlardı. Sağ kalanlar da ölüm korkusuyla gizlenmişlerdi. Artık Şehzâde hiç ebe bulamıyordı. Saray adamları, mahallenin imamını çağırarak ondan mutlaka bir ebe bulub göndermesini istediler: Bulmazsa başı kesilecekti! İmam telâşla eve gelerek meseleyi karısına anlatdı. İmamın karısı, üvey kızını hiç sevmezdi: Bütün arzusı bu kızcağızın narin vücudını ortadan kaldırmakdı. Kocasının getirdiği haberi işidince, içinden sevindi. Didi ki “ Kocacığım ! Sen hiç merat itme! Ben bugün bir ebe bularak saraya götürürüm” Safdil imam, karısına hayırlı dualar iderek rahat bir kalble evden çeküb gitdi.
İmamın karısı, üvey kızını çağırdı : “Ayşeciğim, iki saate kadar hazır ol, seni Padişah’ın sarayına götüreceğim. Ömrümde görmediğin güzel şeyler bugün göreceksin!” didi. Vekareti bir çarşaf istemek için, uzakda oturan bir ahbabının evine gitdi. Ayşe, zeki bir kızdı. O sırada saraya gitmenin ne dimek oldığunı anlamışdı. Sarayın içinde olub bitenler, fısıltılarla yakın mahallelere yayılmışdı. Ayşe, üvey annesinin kendisini ölmeye götürdiğüni sezdi. Benzi kül gibi oldı. Kalbi çarpmağa başladı. Bu korkunç ölümden kurtulmak için ne yapılmalıydı? Heman, hatırına ümid virince bir fakir geldi. Annesinin mezarına gitmek, o, ne zaman bir darlığa düşse annesinin mezarına giderdi. Bütün derdini annesine söyler, ağlar, ağlar, beklerdi. Annesi evliya bir kadın oldığı için, toprağın altında dile gelerek kızına teselli virirdi. Çok kere onı, üvey annesinin hazırlamış oldığı tehlikelerden kurtarmışdı.
Ayşe, bugünden annesinin yanına gelerek, başını mezar taşına dayadı. Sessiz, sedasız ağlamağa başladı. Toprağın altından şefkatlı bir ses sordı : “ Kızım, yine niçin ağlıyorsun?” Ayşe, doruldı. Annesinin şefkatli sesini duyunca birdenbire boşandı. Hıçkıra hıçkıra didi ki : “ Üvey annem bu sefer beni büsbütün öldürmek istiyor. Saraya diye götürecek, oraya giden ebelerin hepsi yere düşerek can virdiler. Ya, ben ağlamayım da kim ağlasın. Toprağın altından gelen ses şu suretle cevab virdi : “ Sevgili kızım! ben varken sana hiçbir fenalık yapamazlar, saraya gitmekden korkma! Hanım Sultan’ın karnındaki çocuk, bir insan yavrusı değil, bir yılandır. Sen gider gitmez bir kazan dolusı süd iste! Südi görünce yılan içmek için kazanın içine girer. Karnını doyurdıkdan dolayı seni ısırmaz. Hanım Sultan’ı da işkenceden kurtaracağın için sana çok altunlar virirler” Ayşe bu sözleri işidince, sevinerek eve geldi. Elbisesini değişdirüb üvey annesini bekledi. Üvey anne Ayşe’yi hazırlanmış görünce aldı, saraya götürdi. “ İşte, bir ebe!” diyerek Hanım Sultan’ın odasına çıkartdı. Kendisi orada durmak istedi, eve döndi.
Ayşe, bir kazan süd getirtdi. Yılan südi görünce kazanın içine süzüldi. Ayşe kazanın kapağını kapayarak Hanım Sultan’ın bir erkek çocuk doğurduğını müjdeledi. Padişah koşdı. Geldi ; oğlunı görmek istedi. Ayşe, oğlunun ne şekilde bir oğul oldığunı anlatdı. Bunun kazanla beraber ayrı bir odaya kaldırılması lazım geldiğini, yoksa Hanım Sultan’ı da ısırub zehirleyebileceğini bildirdi.
Padişah, yılan için ayrı bir oda hazırlatdı ! Orada bir yatak yapdırtdı. Yılanı, yeni odaya götürdiler. Sabah, akşam birer tencere süd virerek beslemeğe başladılar.
Ayşe, ebeliğin ayak teri olmak üzere bir çok altunlarla evine döndi. Üvey annesi hasedinden ne yapacağını şaşırdı.
Birkaç hafta sonra, Padişah oğlunun büyüdiğini gördi. Ona okuyub yazma öğretmek için bir hoca tutdı.Bu hoca heman o gün öldi. Bundan sonra tutulan hocaların hepsi de birer birer can virdiler. En sonra başka hoca bulamayınca, mahallenin imamından bir hoca istediler.O da yine işi karısına anlatdı. Karısı “ sen merak itme. Ben bugün saraya bir hoca gönderirirm” didi. Ayşe’ye iki saate kadar hazırlanmasını tenbih itdi. Ayşe, yine, annesinin mezarına gitdi. Annesi didi ki “ Kızım, Yılan Bey sana dokunmaz, Ona hocalık itmekden korkma!” Ayşe, bu söz üzerine, korkmaksızın üvey annesiyle beraber saraya gitdi. Yılan Bey’i okutmağa başladı. Üç ayda Yılan Bey bütün beylikleri öğrendi. Ayşe, dersin bitdiğini haber virdi. Büyük ihsanlar alarak evine döndi.Üvey anne hasedinden yine patlamağa başladı.
Biraz sonra, Padişah oğlunı evlendirmeğe kalkışdı. Fakat, hangi kızı gelin diye Yılan Bey’in odasına sokdılarsa oradan sabahleyin cansız cenazesini çıkardılar. Bir çok kızlar bu uğursuz gelinliğe uğradıktan sonra, artık Yılan Bey’ye yeni gelin bulmağa başladılar. Saray halkı bu seferde mahallenin imamına başvurdı. İmam işi karısına anlatdı. Karısı “ sen üzülme! Ben bugün saraya gelinlik bir kız götürürüm” didi.
Ayşe’ye yine hazırlanmasını tenbihledi. Ayşe, bu sefer ölümden kurtuluş olamayacağını düşünerek ağlaya ağlaya annesine gitdi. Annesi didi ki “ Kızım ağlama!Yılan Bey’in kırk kat gömleği var. Sen de üzerine kırk kat elbise giy! Öbüri gömleğini soydukça sen de bir gömleğini çıkar.O otuz dokuz gömleğini soyduktan sonra , artık yılan gibi sokamaz. Kırkıncı gömleğini soyduktan sonra, o gayet güzel bir Şehzâde olacak ki yüzine bakmağa bir türlü doyamayacaksın.”
Ayşe, bu sözleri işidince, çabuk eve geldi. Kırk kat gömleği biri biri üzerne giydikten sonra, üvey annesiyle beraber saraya gitdi. O gice nikahını kıyarak gelin itdiler. Yılan Bey, gelin hanımdan soyunmasını rica itdi. Gelin Hanımda ibtida güvey beyin soyunmasını lazım geldiğini anlatdı. Güvey birinci gömleğini soydı. Gelinde birinci elbisesini çıkardı, bu soyunmalar kırkıncı gömleğe kadar devam itdi. Yılan Bey kırkıncı gömleği de çıkardıktan sonra, güzelliklede eşi olmayan bir Şehzâde suretinde meydana çıkdı. Ayşe Sultan, bin candan bin cana bu dünya güzeli Şehzâde’ye gönül virdi.
Sabah erkenden, Ayşe’nin cenazesinin çıkarmak için, Şehzâde dairesinin karşına gelenler, gelin hanımın rahat rahat uyumakda oldığunı işidüb hayretde kaldılar. Hele üvey anne hasedinden çıldıracak bir hale girdi.
Gel zaman, git zaman komşu bir devlete muharebe başladı. Padişah kendisinin ihtiyar oldığunı ileri sürerek Başkomutanlığı Yılan Bey’i virdi. Yılan Bey sevgili karıcığına Allah’a ısmaladık diyerek harbe gitdi.
Üvey anne Ayşe’ye fenalık yapmak için fırsat zamanını geldiğini gördi. Bir gün Ayşe Sultan’ı bir fakir kızın düğününe davet itdi. Fakirleri çok seven genç kadının damarına girerek onı kandırdı. Bütün elmaslarını takdırarak kendi evine götürdi. Giceleyin, beraber evden çıkdılar, kıra doğru gidiyorlardı. Ayşe, yolun yanlış oldığunı, kıra doğru sapdıklarını söyledi. Üvey anne “ Düğün yakındaki bir köydedir.” Diyerek onı oyalamakda devam itdi. Nihayet, bir su kenarına geldiler. Üvey anne, kızına, “ Soyunub suya girde seni yıkayım” didi. Ayşe, kocasının hasretiyle deli gibi olmuşdı. Düşünmeksizin üvey annesinin her didiğini yapıyordı. Elmaslarını, incilerini çıkardı. Soyunarak suya girdi. Üvey annesi bir tepme ile onı suyun derin yerlerine doğru itdi. Elmaslarını , elbiselerini alarak oradan savuşdı.
Ayşe, annesinin zamanından öğrendiği için, biraz yüzme bilirdi. Uğraşarak canını çoşkun sulardan kurtardı. Irmağı kıyısına çıkdı. Elbisesinin, elmaslarını aradı. Hiç birini bulamayınca üvey annesinin kurdığı dolabı anladı. Çırıl çıplak oldığı için gündüz meydana çıkamazdı. O halde, nerede barınacakdı? Karşısında bir mezarlığın taşlarını görünce oraya doğru gitdi. Bir mezarın yanına oturmak istedi. Fakat, kalbine bir baygınlık geldiğinden cansız gibi yere serildi. O baygın yatarken, yanındaki mezardan bir kapak açıldı. Genç bir Şehzâde meydana çıkarak, zavallı Ayşe’yi kollarına aldı.Mezarın içine götürdi. Mezarın içi bir türbe gibi genişdi. Orada ellerinde kitab, kağıt, kalem beş altı çocuk derslerine çalışıyorlardı. Şehzâde, bunlara didi ki “ Kendime bir yoldaş, size de bir anne getirdim” Çocuklar sevinçle bu anneye bakdılar. “ Çok güzel bir anne!” didiler. Ayşe Sultan bu mezarın içinde dört ay baygın kaldı. Şehzâde emzikle ağzından süd akıtarak onı besliyordı. Bir gün gözlerinin açarak etrafına bakdı. Karşısında Şehzâde ile çocukları gördi! “ Siz kimsiniz? Burası neresidir?” didi. Şehzâde didi ki “ Ben senin gibi insan soyundan bir Şehzâdeyim Adım Patan Bey’dir. Peri Padişah’ı çocuklarını okutmak için beni büyüleyerek bu türbenin içine habs itmiş, burada işim gücüm, şu gördiğün çocuklara ders virmektir.” Ayşe Sultan, türbenin her tarafını görmek için dolaşmaya başladı. Fakat, bu anda karnın içinde küçük bir vücudun kımıldadığını duyar gibi oldı. Gebe oldığunı anladı. Yüreği burkulmağa başladı. Yılan Bey’in bir hediyesi olamazdı. O halde, bu nereden gelebilirdi? Bu anda, ders okuyan çocuklar “ Sevgili anne! Bey babamız bize böyle güzel bir anne getirdiği için çok sevindik.” dimesinler mi! O zaman, Ayşe Sultan nasıl bir kara bahta uğradığını anladı. Çıplak oldığı için dünya yüzüne çıkamazdı. Ölülerin yurdunda bir yabancı erkekle beraber kalmak da hiç doğru değildi. Fakat, kendisi ne zamandan beri bu gizli yurtda bulunuyordu? Bunı Patan Bey’den sorunca “ dört aydan beri” cevabını aldı. O zaman, Patan Bey’den gebe kaldığına hiç şüphesi kalmadı. Patan Bey, Ayşe’nin neler düşündiğüni seziyordı. Yanına yaklaşarak “ Allah bizi bir mezarda çırıl çıplak birleşdirmekle birbirimize nikahlamış dimekdir. Şimdi nikahımızın kendi kendimize kıyabiliriz. Ben isterim ki dünyada ve ahiretde birbirimizin yoldaşı olalım!”
Ayşe Sultan bu sorular üzerine titremeğe başladı. Gözlerini yere indierek “ Ya ben evli bir kadınsam bu ikinci nikah nasıl olur!” didi.
Patan Bey – Eyvah, ben burasını hiç düşünmemişdim. Fakat kim bilir, belki eski kocanız şimdi yaşamıyor.
Ayşe Sultan- Ya yaşıyorsa?
Patan Bey – Hayatda olsa şimdiye kadar sizi arar bulurdı.
Ayşe Sultan – Ben de öyle zaniderim. Yılan Bey hayatda olsaydı, sihir kutuyla benim burada oldığumı anlıyabilirdi.
Aradan birkaç ay geçdi. Ayşe’nin doğurma zamanı yaklaşmışdı. Perilerin getiridği kumaşlardan, Ayşe Sultan, kendi kendine bir kat elbise dikmişdi. Bir gün, Patan Bey didi ki: “ Sen yer yüzine çıkarak bizim memleketin Paytahtına git! Orada babamın sarayına misafir ol! Benim burada esir oldığumı anlat! Sen, doğurunca, babam, halkı toplayarak büyük bir ateş yakdırsın. Çocuğumuzun gömleğini, torunuma yakıyorum diyerek bu ateşe atdırsın. Bunı görünce düşmanım olan iki peri, kendi kendilerini de ateşe atub yanacaklar. İşte, o zaman beni bağlayan büyüler bozulur. Büyülerden kurtulunca serbest yanınıza gelirim.”
Ayşe Sultan, yeryüzüne çıkdı. Az gitdi, uz gitdi, bir gün o memleketin sarayına ulaşdı. Misafirliğe kendisini oraya kabul itdirdi. Bir gün orada bir erkek çocuk doğurdı. Adını Aydın koydılar. O gice yatdığı odanın penceresine mavi bir kuş geldi. Şu yolda ötmeğe başladı.
Babam bile bu Aydın
Ruhumun yarısıdır.
Annem bilse bu kadın
Oğlunun karısıdır.
Size benim odamda
Yer mi virirlerdi;
Git anneme, babama
Bu sırrı söyle şimdi!
Mavi kuşun bu sözlerini, odada beraber yatan bir siyah dadı işitdi. Sabah olunca, mavi kuşun odaya geldiğini, misafir hanım’a yukarıdaki sözleri söylediğini haber virdi. İrtesi gice Valide Sultan, odaya geldi. Mavi kuşun geldiğini, bu sözleri söylediğini işitdi. O da, irtesi sabah meseleyi Padişah’a açdı. Padişah’da o günün gicesini bekledi. O da gözleriyle kuşu gördi. Kulaklarıyla sözlerini işitdi. Misafir Hanım’ın kendi gelinleri, Aydın’ında kendi torunları oldığunı anladılar. Gelin’i tatlı dillerle ağırlayarak Patan Bey’in odasına götürdiler. Yavrusunı da yanına virdiler.
Ayşe Sultan, Patan Bey’in sözlerini Padişah’a söyledi. Padişah halkı topladı. Büyük bir ateş yakdırdı. Torunumu bu ateşe atacağım diye ilan itdi. Çocuğun gömleğini çocuk diye ateşe atdılar. Bunun üzerine bütün kurdlar, kuşlar, geyikler kederlerinden kanadlarını, tüylerini dökdiler, yas tutdılar. Bu felakete kendilerinin sebeb oldığunı gören iki peri – ki Patan Bey’in düşmalarıydı.- İki beyaz güvercin suretinde gelerek ateşe atıldılar, bunların yanmasıyla Patan Bey’in büyüsi bozuldı. Mezardan çıkarak babasının sarayına geldi. Karısına, çocuğuna kavuşdı. Mesud bir Hatay yaşamağa başladılar. Ayşe Sultan’ın bu kocadan iki kızı dünyaya geldi.
Şimdi gelelim Yılan Bey: Yılan Bey muharebede düşmanları yendikten sonra, saraya geldi, sevgili karısını bulamadı. Çok kederlendi. Heman ayağına demir bir çarık geçirdi. Eline demir asa aldı. Yedi sene gitmedik memeleket, aramadık ülke bırakmadı. Nihayet yolı Patan Bey’in ülkesine uğradı. Rast gele, Patan Bey’in sarayına misafir oldı. Yılan Bey’le Patan Bey birbirlerini görünce çok sevindiler. Patan Bey yavrularını getirdi. Misafirlerine gösterdi. Yılan Bey didi ki “ Bu çocukların annelerinide görsem bir zararı var mı? Biliyormusunuz ki ben yedi seneden beri bu demir çarıkla, demir asayla birisini arıyorum. “ Patan Bey, Ayşe Sultan’ı misafirin bulunduğu odaya çağırdı. Bu iki hasretliler, birbirilerini görünce ikiside bayıldılar. Patan Bey yüzlerine su serperek bunları ayıtdı. Yılan Bey’e didiki “ Sevgilinizi size virmeğe hazırım. Siz ikiniz mesud olunuz da varsın benim ömrüm cehennemler içinde geçsin”
Yılan Bey şöyle cevab virdi. “ Sizin böyle bir fedakarlığınızla maksad hasıl olmaz. İkimizinde emeli Ayşe Sultan’ı bahtiyar olmasıdır. O hangimizle bahtiyar olabilirse onunla yaşaması lazımdır. Şimdi her üçümüz hamama gidelim. Onun eline bir tas su virelim. Suyu gitmek ayağına dökerse onı istediği anlaşılır.”
Patan Bey’inde bütün arzusı sevgilisinin bahtiyar olmasıydı. Fikri doğru gördükden söylenilen şeylere razı oldı. Üçü birlikte sarayın hamamına gitdiler. Çocuklarda kendi saadetlerinin tehlikede oldığunı sezerek arkalarından ayrılmıyorlardı. Patan Bey, Ayşe Sultan’ın eline su ile dolu bir tas virdi.
Ayşe Sultan’ın rengi kül gibi bembeyaz olmuşdı. İki genç Şehzâde’nin benizleri de atmışdı. Kalbleri hızlı hızlı çarpıyordı. Ayşe Sultan, hasretli gözlerle Yılan Bey’e bakdı. Sonra, döndi şefkatli bakışlarla yavrularını temaşa itdi. Görülüyor ki ruhunda iki şiddetli sevda çarpışıyordı. Sevgilisi Yılan Bey’e olan aşkıyla yavrularına olan şefkat ve muhabbeti birbirine alt itmeğe çalışıyordı. Ayşe Sultan asırlar kadar uzun süren ebedi bir an içinde kararını virdi. İki Şehzâde’ye doğru ilerledi, ağzından bu sözler döküldi.
“ Ak bahtım, altun tahtım Yılan Bey!
Çar naçer, çocuklarımın babası Patan Bey!”
Ayşe Sultan, bu sözleri söyledikten sonra, tas içindeki suyı Patan Bey’in ayağına dökdi. Kahraman kadın aşkını, yavrularının saadeti için feda itmişdi.
Yılan Bey kederinden eğildi, kıvrandı. Yeniden bir yılan suretine girdi. İştiyaklı bakışlarla Ayşe Sultan’ı süze süze hamamın bir deliğine daldı gitdi. Ayşe Sultan’da ağlaya ağlaya yavruları için aşkını feda iden büyük fedakarlığın acısıyla odasına geldi.Her sabah orada kıbleye doğru diz çökerek Yılan Bey’i başka yüzden bahtiyar itmesi için saatlerce Allah’a yalvarıyordı.
KOLSUZ KADIN
Bir Padişah vardı kalbi çok iyi,
Sevgili karısı insan meleği,
Doğdı bu hanımdan iki mahzade
Ay, yıldız ; Bir Sultan, Bir de Şehzâde...
Bu yavrular daha büyümemişken,
Ayrıldılar tatlı annelerinden;
Server’i görmeden gama daldılar,
Saray’ın içinde öksüz kaldılar.
Padişah tahtında kalınca yalnız.
Hanın yoldaşı oldı ay, yıldız...
Kılıcını artık takamıyordı;
Vatanın işine bakamıyordu.
Vezirler didiler bu derde ilaç;
İtmekdir bir güzel kızla izdivac.
Hünkâr didi “ Artık evleneyim ben
Çocuklar üzülür üvey anneden”...
Ölüyle birkaç yıl kadar yas tutdı,
Bir müddet geçince ahtı unuttu.
Bu defa istedi bir perinin kızı,
Kıskanmasın diye Ayla Yıldızı..
Bu kadın olunca sarayda Sultan.
Didi bana çiftelik şimdi bu vatan..
Kocasının melekde olup meşaver;
Didi bir gün “ Hacca git, ol mücevir;
Orada girince sen itikâfa,
Devletin hükmi der ta kafdan kafa!”
Padişah duyunca onun sözini,
Çevirdi yıldız ile Ay’a gözini
Yüzünde belirdi derin bir firak,
O didi “ bunları hiç itme merak:
Şunlara bakarım ben senden iyi,
Sorum hem Ay’ı hem Yıldız Bey’i”
Alıştıran benim onları naza…
Padişah inandı gitdi. Hicaz’a...
Annesiz büyüyen şu Ay’la Yıldız,
Kaldılar şimdide birden babasız...
İki öksüz kardeş çok ağladılar,
Nihayet Allah’a bel bağladılar,
Bir gice annesi Yıldız’ı aldı,
Bir gizli mahzen’in içine daldı...
Hazırda ; Bir sofra dolu meze, mi...
Didi “ Bana şarab doldur Yıldız Bey!...”
Yıdız çabuk sezdi niyeti fena!
Didi “Anne böyle söyleme bana
Sevgili babamın sen yarısısın”
Onun hem mürşidi, hem karısısın;
Söz virdin idesin meleği siyaret
İlk işin arzu mı olsun hiyanet?”
Bu sözleri kadını birden kızdırdı,
Elinden bardağı atarak kırdı.
Çağırdı dışarıdan bir sürü köle;
Didi “ bu, tavana asılsın iple!”
Tavanda asılı kalsın ölmeden,
Her gün seyr ideyim şu boş bulmadan,
Red itdi tahkirle benim sevdamı,
Alacağım ondan aşk intikanı!”
Şehzâde’ye mesken olunca zindan:
Didiler, gelmiyor hoşlamış andan,
Beş, on arkadaşla gitmiş ormana!”
İlk önce kapıldı Ay bu yalana;
Haftalar geçince şübheye düşdi,
Zihninde bir sürü evham üşüşdi,
Sorardı herkesden “ nerde kardeşim?
Nasıl beni yalnız bırakdı eşim,”
Kimisinden düzme cevab alırdı,
Bir çoğı cevabdan aciz kalırdı.
Bir gün bir ak ağa didi gizlice:
“Götürürüm seni ona bir gice,
Fakat bu bir sırdır: Gizlemek lâzım!”
Ay didi “ emin ol sırrı saklarım”
O gice, Ay gizli girdi zindana,
Görünce asımış Yıldız’ı tavanda:
İpini açarak yere indirdi.
Didi “ Sana yemek bulmalı şimdi!”
Getirdi Yıldız’a bir çok yiyecek,
Bir bağçe dolusı temiz giyecek.
Yedirdi, giydirdi, basdı bağrına,
Didi kalmayalım, sakın yarına;
Buradan kaçalım heman şimdiden,
İhtimal ki sabah ararlar erken.”
Bu anda şiddetle kapı açıldı,
İçeri bir sürü köle saçıldı,
Önde üvey anne elinde balta
Didi “ Bağlayınız genci halata!”
Çevirdi bu anda kıza yolını,
Balta ile uçurdı iki kolunı
Kolları koyarak bir boş çuvala
Gönderdi yeni Kızıl Krala...
Yıldız Ay’ı gördi al kan içinde...
Aklını gayb itdi o an içinde...
Yıldız’a vurunca çılgınlık okı;
Didi artık bundan kalmadı korku!
Bırakın serbestçe gezsin sarayda...
Alışır bu hale halk iki ayda..”
Bir sandık getirdi kızı içine
Koyarak denizde atdı engine...
Denizin üstünde yüzerlerken sandık,
Tesadüf eyledi ona bir kayık...
Kayık da oturan bir genç Şehzâde
Didi “ bakın, bir şey var bu teknede!”
Çekdirdi kıyıya bu ak tekneyi
Didi “ açın bunı kurutub iyi?”
Açılınca kapak: Çıkdı bir genç kız...
Yüzü solgun bir ay gözleri yıldız…
Didi “eyvah, bunun kolları nerde?
Hangi zalim bunı sokmuş bir derde?
İstemem bu zalimin ben devamını,
Alacağım bunun intikamını...
Kolları nerdeyse arayacağım,
Bulunca yerine bağlayacağım...
İdersem ta geriye duada ısrar:
Bu kolları vücuda yapışır tekrar.”
Böyle düşünerek kızı kaldırdı,
Arabaya koyub köşke aldırdı...
Tabibleri aylarca virdiler ilaç,
Kız açdı gözini : didi “ Karnım aç!”
Gözini açınca bu Kolsuz Hanım,
Didi “ Nerdeyim, hani düşmanım?
Gönlümün sevinci kardeşim nerde?
Ne için doğmuyor güneşim nerde?
Şehzâde didi ki “ merak itmeyin:
Sizin için bu köşk her yerden emin!
Bu, büyük ülkede ben Padşah’ım :
Emrinize matiyye bütün selahım!
Düşmanımız kimse arayacağım,
Dostlarınıza da yarayacağım.
Tanımak için bir bir odanızı;
Anlatınız bana maceranızı!”
Kolsuz Hanım iç di birkaç gün çorba;
Toplandı, penbelik geldi kanına...
Hatırladı korkunç gizli mahzeni.
Anlatdı başından bütün geçeni..
Şehzâde bakdı ki kızın derdi çok,
Fakat henüz hiçbir gence aşkı yok...
Gönli henüz bakar, muhayyilesi ak,
Didi “ Seni sevdim ey vicdanı pek,
Sende doğarsa bana tamayül,
İsterim seninle itmek ta‘hül !”
Ay didi “ Ben böyle kolsuz, kötürüm,
Hangi kolla sana bir iş görürüm...
Sen ki en güzel kız görse düşünde,
Sana gönül virir ilk görüşünde...
Dünyada hangi bir Padişah kızı,
Seni görse giremez gönlüne sızı?”
Padişah aşkını sezdi bu sözden,
Didi “ Bil ki sana aşık oldum ben!
Mümkün değil bana sensiz yaşamak,
Leylâ’msın sen benim olsan da çolak!
Gelmezsen benimle yeşil bağlara,
Düşerim ben Mecnun gibi dağlara...”
Ay didi “ Bu nikah sana bir muhannet,
Benim için lâkin büyük saadet!
Ben nasıl umayım böyle ak bahtı,
Muhannete sokarım bir altun tahtı?
Sözünde çok ısrar itdi Padişah,
Nihayet bir Cuma kıldı nikah.
Düğünleri yapıldı. Sevindi milleti
Didiler “ Birleşdi şefkat, adalet,
Padişah her yere gönderüb sef,’ir,
Kolları arardı hep şehir şehir,
Şehzâde Yıldızdan salık isterdi.
Babaları hacdan geldi mi virdi?
Aldığı haber hep eski bilgileri
Yıldz delirmişdi, baba bi haber
Bir türlü Hicaz’dan gelemiyordı,
Çocuklarım şimdi rahat diyordı.
Yıldız’ın nereye gitdiği meçhul,
Üvey anne her gün zevkiyle meşgul..”
Dört sene geçmişdi doğdı Sultan’dan
Bir kızla , bir oğul : Kel ile Reyhan..
Bu anda bir haber getirdi tatar:
“ Kızıl Kralda imiş aranan kollar..”
Padişah topladı derhal ordıyı,
Vedalaşdı, geçdi karşıya suyı...
Kolları istedi Kızıl Kraldan,
O, virmedi! Harb eyledi ilan...
Başladı bir uzun, güç muharebe,
İslâmlar indirdi üç büyük zorba...
Fakat, onun çok dı yardımcıları,
Padişah üvey anne, o menhus karı :
Daima Kral’a iderdi imdad,
Arzusı itmekdi İslâm’ı berbad..
Padişah evine mektub yazardı.
Postacı yolda bir hana uğradı..
Üvey anne koydı oraya bir kız,
Bu kız postacıya virirdi kımız:
Onı sarhoşluğa irişdirirdi,
Mektubun içini değişdirdi.
Padişah’dan geldi bir yeni nâme :
Meilli sanmayan düşdüm bir vehme!
Aklım başımdadır, idrâkim sağlam,
Meseleyi tahkik eyledim tamam...
Kahrı bana yeter şimdi canımın,
Lâfını istemem : Kolsuz Hanım’ın...
Anladım ne için kesilmiş kolı,
Denize ne yolda uğramış yolı..
Bunlar cezasıymış bir büyük cürmün:
Meğer bir hainle yapmışım düğün!
İsterseniz harbden dönüb geleyim,
Tahtım üzerinde şen yükseleyim,
Cellâda virin bu hain kadını...
İstemem söylemek hatta adını...
Çocuklarına da yokdur güvenim,
Şeytandan evlâdım olmasın benim!
Onları da boğub gömün beraber:
Beklerim yakında iyi müjdeler!”
Babası okudı, şaşdı, tıkandı;
Sevgili oğlunı çıldırmış sandı...
Ona akıllıca yazcı bir cevab,
Fakat tatar, handa içince şarab :
Bu mektubunda hep değişdi sözi,
Padişah okudı, sevindi gözi:
“Kolsuz Hanım rahat, diyor selam!
Gel, Reyhan diyorlar: nerde bey baba!”
Bu sözleri gönlüne virdi mesrûd.
Cevab yazdı içi bütün muhabbet...
Bu mektubda geldi, değişdi handa
Babası okudı, kaldı bahran’da
Bunı sezerek tatlı gelini,
Hürmetle bu Pir’in öpdi elini,
Didi “ Yüzinûzde sezdim felâket,
Saklarsanız virir bana eziyet:
Söyleyin ne ise ben de anlayım,
Bu yenidir de de bari ağlayım!”
İhtiyar okudı hep nâmeler.
Didi “ henüz mechul bu işin sırrı;
Gamıma, Tanrımız ider inayet,
Atlatırız bir gün bunı da elbet!”
Kolsuz Hanım didi “ Budur en acı,
Korkarım ki yokdur bunun ilacı...
Üvey annem görmüş, onı aldatmış;
Suçlu olduğuma vicdanı yatmış...
Bir daha dönmez ki eski yuvaya,
Bir daha bakmaz ki bu bedbaht aya:
Gözlerimde görsün temiz gönlümü!
İsterim ben sizden şimdi o ölümü:
Madem ben ölmeden gelmeyecekmiş,
Öleyim de bari kapansın bu iş...
Kulağıma girmez dünyanın sesi,
Fakat, beni ezdi onun şübhesi!”
Kayınbaba didi “ Yalnız sen değil,
Çocuklarda yolcu, bunı iyi bil!”
Kolsuz Hanım didi “ Ne büyük zulüm!
Gençliği tatmadın, bu yaşda ölüm?”
Kayınbaba didi “ yok acelemiz,
Birkaç hafta daha sabr itmeliyiz...”
Mektublar bu yolda gelirdi her an,
Olurdı sarayın ruhı perişan...
Bu mektublar itdi ısrarda devam:
Cellâda virildi üçi bir akşam!
Bir dağa götürdi bunları cellâd,
Didi “ Kıyamaz size olsada şidded...
Vurayım ormanda birkaç güvercin,
Bana üç de gömlek çıkarın, virin,
Bunları yatırub kırmızı kana,
Götüreyim isbat diye divâna...”
Virdiler üç melek gömleklerini,
Cellâd azad itdi meleklerini..
Anne ile yavrular kaldılar kırda:
Ne ot vardı ne su bu boş bayırda..
Çocuklar açıkdı, didiler “ aciz;
Üç çörek isteriz, ona muhtacız!”
Kolsuz Hanım didi “ İdelim dua,
Bekle bize onu gönderir Hûda
Dua biter bitmez didi Gül melek;
Bakınız şurada üç beyaz çörek:!”
Çöreği gönderen şüphesiz o dii,
Üçününde karnı bu akşam doydu..
Çocuklar susadı didiler “Anne,
Bir pınar isteriz,i sen yalvar yine!”
O didi “ Hep birden idelim dua,
Belki bize pınar yaratır Hûda!”
Dua biter bitmez dedi Reyhan Bey:
Bakınız burada su gibi bir şey!
Piınarı yaratan büyük bir zattı,
Üçüde su içti, iyice kandı,
Uykuları geldi, didiler “Anne
Üç yatak isteriz, sen yalvar yine!”
O didi “Hep birden idelim dua,
Belki bize köşk gönderir Hûda!”
Dua biter bitmez çıkdı bir saray:
“Çocuklar buraya bakın” didi Ay…
Bu köşkü Tanrımız bize gönderdi,
İçinde her şey var, hep bize virdi…”
Girdiler sevinçle köşkün içine,
Baktılar uslupça benziyor çine…
Şurada ipek yataklar vardı
Burada azıklar, uçaklar vardı…
Kolsuz Hanım didi “ Köşkte her şey var:
Kolum olsa şimdi her işe yarar…
Çoıcuklar sıçradı, didiler anne
Hak virir kolunu, sen yalvar yine!
O didi “Hep bir den idelim dua
Belki kolarımı bağışlar Hûda;”
Bir abide göründü bir kollu kadın:
Gül didi “ Buraya nereden fırladın?
Ne yapdın bir anda onı a canım,
Yanınızda vardı bir Kolsuz Hanım.”
O didi “ Yaklaşın bir az yanıma.
Benzer miyim bakın Kolsuz Hanım’a?
Beni kollu itdi sizin duanız
Tanımamak niçin böyle apansız?”
Bu ses annenindi, sözler annenin,
Çehre , ağız, burun, gözler annenin,...
Çocuklar tanı dı annelerini,
Gül didi “ Tastamam görünce seni.
Bizi hayran itdi bu güzel endam.
Ah, şimdi göreydi seni bey babam!..
Annenin gözünden düşdü iki yaş,
Reyhan didi “ Anne, eyleme telaş,
Babamız yoldadır yarın gelecek.
Bahtımız eskiden çok yükselecek...”
Anne çıkdı, dışdan bakdı kapıya
Kamla bu sözi yazdı kapıya:
İttiği olanlar gelsin buraya,
Deliler burada uğrar şifaya;
Bu köşke gelirse, irer murada!”
Hacdaki Padişah döndi Hicaz’dan:
Bakdı ne Yıldız var, ne de Ay Sultan...
Sorunca karısı didi “ Ay öldü...
Yıldız da delirdi, kaçdı : Soy öldü...”
Ölünce sarayda bir genç cariye...
Gömülmüşdi kabre Ay Sultan diye...
Padişah mezarda görünce kızı.
Aramaya düşdi deli Yıldız’ı..
Aradı, aradı buldı bir çölde,
Yıkanırdı her gün bir soğuk gölde...
Tabibler itdiler hayli müdavet,
Hiç te‘sir itmedi , olmadı rahat...
Bu anda bir vali yazdı “ ormanda.
Bir köşk var deliye virmekde şifa!”
Padişah eyledi gitmeğe niyet...
Kadın didi “ Ben gelirim elbet,
Kısırım, ben de bir çocuk isterim:
Benim de bitmedin niçin kederim?”
Yıldız’da beraber çıkdılar yola
Ormana gelince sapdılar sola…
Burada gördiler bir derviş baba,
Elinde asâsı, başında aba…
Didiler nereye ey baba derviş?”
Didi “ İttik bulan bir köşk var imiş,
Oraya giderim alsın canımı,
Yahud virsin bana Kolsuz Hanım’ı
Kaç yıldı düşmana açmışdım cihad,
Karalı yiyerek itdim istiradad.
Sevgili yarimin iki kolunı
Şimdiyse arardım yolını…
Ben savaşla meşgul iken orada,
Sevgilim virilmiş zulmen cellâda;
Oğlumla kızımda ölmüş beraber,
Oynatdı iflamı bu kara haber…
Çağırdım o anda hain cellâdı
(meleklere nasıl vurdun poladı!)
Diyerek haykırdım, cellâd korkarak
Didi (Ben vurmadım onlara tokmak!
Aç, susuz bırakdım onları dağda,
Belki bir yurd bulmuş olalar bağda…
Orada yok iken bir taş bir ocak,
Yerden çıkdı bir gün bir altun konak…
Deliyi sağ altır, bulur ittiği…
Gayet uğurludur onun işiği.
Umarım oradan alırsın haber!)
Kalbime bir ümid virdi bu sözler.
Bir derviş olarak bu yurda geldim.
Asema güvenüb dağa yükseldim..
Bu soldaki köşkdür işte o saray,
Gönlüm bana diyor oradadır Ay!”
İhtiyar didi sus, teprendi sızım,
Onun adı Ay’sa o benim kızım..
İşte bak kardeşi Yıldız’da deli,
Şifa virsin diye getirdin veli.
Şu carili kadın da bir üvey anne,
Velid olan ister kendine!”
Derviş didi “ Allah bizim topladı!”
Açıldı kapının derhal kanadı…
Girdiler içeri hepsi merakla:
Yıldız’ı gördi Ay’a koşdı firakla
Sarıldı kaşını sürdi kaşına
Bu tasamla aklı geldi başına
Padişah kızını gördi, sevindi.
Karısı gitmek için küplere bindi:
Didi geldi bana büyük fenalık”
Ay didi “ Buradan gitme analık!
Sen suçlu burası bir mahkemedir,
Kolsuz Hanım burada bir hakimedir.
Derviş bakmayarak kollı Hanım’a
Dimişdi “ ayırmadım öz cananıma
Bir yana çekildi, gamdan tayfandı;
Duyunca son sözi birden yandı...
Geldi didi “ Dertden kavruldı canım,
Göster bana nerde o Kolsuz Hanım!”
Gel, koşarak geldi didi “ Bey Baba,
Biz dua eyledik gökdeki Rabbe
Acıdı anneme virdi kolunı,
Bugün bekliyorduk senin yolunı..
İkiniz de çok seviyoruz biz,
Bu Kollu Hanımdır bizim annemiz…”
Derviş kolu görüb o ince beli
Didi “ İşte budur dünya güzeli?
“ Allah !” diye geldi içinden vücuda,
Eğildi Tanrı’ya eyledi secde”
Gamdaşları birlikte itdiler dua,
Didiler “ Ağlatma bizi bir daha!”
Oradan koğdular üvey anneyi,
Ömürleri daim geçdi pek iyi…
***
Bu masal yazıldı, geldi , bir arif,
Okudı, düşündi, didi pek zarif!
Bu masal eskidir meşali yeni,
Şerh ideyim size, dinleyin beni:
Ay Hanım Türkiye, İslâm’dır Yıldız,
Üvey anne ise hain İngiliz.
Siyaset şahane olaki zevce
Hamiyet Hanım’da öldi bir gice…
Sonradan bu meyses oldı karısı,
Virildi mahir ona meleğin yarısı…
İstedi İslâm’ı hükmüne almak,
Gaflet şarabıyla gönlünü çalmak?.
İslâm yüklenmedi bu esareti,
Zindan da asdırdı onı hiddeti..
Kardeşi İslâm’a, Türk, itdi yardım;
Türk’e karşı bundan oldı müntakim
Türk’ün kollarıydı: İzmir, Edirne!
Bunları kopardı şam üvey anne…
Yerini yanına itdi armağan,
Kurtadı onı bir meli kahraman..
Tanrımız yüceltsin o kahramanı,
Daim mesud itsin helâl Sultan’ı!..
Lâkin sorarsanız şimdi merakdan:
- Gül, reyhan kimlerdir?
- Halk ile vatan!
KÜÇÜK HEMŞİRE
-1-
Bir padişah her gün divân vaktinde
Otururdu yüce altun tahtında;
Sağ vezir kurulur sağ kolunda
Sol vezir yerleşirdi solunda
Sağa dönse ay arslanlar babası!”
Sola dönse ay ceylanlar babası!”
Diye nükte ile hesab iderdi.
Hem iltifat hem de itab iderdi.
Sağ vezirin üç oğluda arslanlar,
Sol vezirin üç kızıydı ceylanlar,
Bu lâkablar sağ vezire merhamedi.
Sol vezirin yüreğine sığmadı.
Şanlı Hünkâr bir gün divân vaktinde
Oturmuşdı yine altun tahtında
Didi “Bugün ay arslanlar babası”
Hal olmalı bu arslanlık devası…
Bir sahralı çalgı varmış Kıpçak’da
Çokdan beri gönlüm ona merakda…
Bir saz kendi kendisine çalınır.
Bin hazine ile belki alınır.
Her makamdan var sayısız nağmesi
Bir çalgıya sermayeler her sesi
Onı Peri Padişah’ı yapdırmış,
Sonra Kıpçak Hakan’ına kapdırmış;
Arslanlar gitsinler de oraya:
Getirsinler onı bizim saraya”
Vezir didi “ Baş üstüne Sultanım.
Yarın yola çıkar her üç arslanım.”
Bu söz gitdi Padişah’ın hoşuna;
Ben dimezdim didi her gün boşuna:
Birinize ey arslanlar babası!
Birinize ey ceylanlar babası!
İşte böyle işe yarar arslanlar;
Evde hımbıl otursunlar ceylanlar”
Bugün vezir eve döndi perişan,
Büyük kızı karşıladı kapıdan?
Her gün bir kız babasının yolını,
Bekler ona uzatırdı kolunı,
Kız görünce babasını kederli;
Didi baba bir derdin vardır belli!
Söyle bana çaresini arayım
Ben de senin bir işine yarayım.
Vezir didi bana kızlar babası
Diye alay itdi mülkün ağası
Sağ vezirin oğulları arslanmış,
Benim kızlar birer korkak ceylanmış…
Onlar silahlanub gitdi Kıpçağa,
Sizden gelmez gitmek öyle uzağa,
Getirerek onları peri sazını
Babaları artıracak nazını
Olsaydınız siz de birer kahraman,
Benim işim olu muydı hiç yaman?
Kız didi ki bana erkek libası,
Yapdır senden kaçırayım bu yası
Nice Selcan Hatun bizim örnekden
Gelmiş kızın korkı var mı erkekden
Üç gün sonra kız değişdi kılığı
Bir genç oldı terlememiş bıyığı
Silahlanub bindi devri kısrağa
Düşdi yola sezdirmeden konağa
Lâkin şehrin kapısında babası
Gizlenmişdi tepesinde abası
Haydud gibi çıkdı kızın önüne
Haykırdı “ Dur” kız bağırdı: “Ah anne”
Karşısında görünce bir kıyıcı..
Teprenmedi elindeki kılıcı..
Vezir didi nikabını açarak
Denemeden olamazdı bırakmak;
Anlaşıldı kıyamazsın canına;
Al ineni dön annenin yanına…”
Yine bir gün Hünkâr divân vaktinde,
Oturmuşdı yüce altun tahtında ?
Sağ vezir kurulub sağ kolunda,
Sol vezir yerleşmedi solunda.
Sağa didi “ Ay arslanlar babası!”
Sola didi “ Ay ceylanlar babası!”
Kim o sazı getirirse Kıpçak’dan,
Yapacağım onı derhal bir Tahran.
Yeniden sonra odur büyük rütbeli,
Gidenlere bunı haber virmeli!
İşte böyle şen kazanır arslanlar;
Evde hımbıl otursunlar ceylanlar!”
Yne vezir eve döndi perişan,
Ortanca kız karşıladı kapıdan.,
Kız görünce babasını kederli,
Didi “ baba bir derdin var besbelli,
Söyle bana çaresini arayım;
Ben de senin bir işine yarayım..”
Vezir didi “ bana kızlar babası!
Diye alay itdi mülkün ağası,
Sağ vezirin oğulları arslanmış,
Bizim kızlar birer korkak ceylanmış..
Onlar silahlanub gitdi Kıpçağa,
Sizden gelmez gitmek öyle uzağa
Getirecek onlar peri sazını?
Babaları artıracak nazını
Olsaydınız siz de birer kahraman
Benim işim olur muydu hiç yaman?”
Kız didi ki “ Bana erkek giyecek
Yapdır senden çıkarayım bu vehmi,
Nice bu dolu hatun bizim örnekden
Getmiş kızın farkı var mı erkekden?”
Üç gün sonra kız değişdi
Bir genç ol dı terlememiş bıyığı
Silahlanub bindi yağız kısrağa
Düşdi yola sezdirmeden konağa
Lâkin şehrin kapısında babası,
Bekliyordu, tepesinde abası
Haydud gibi çıkdı kızın önüne,
Haykırdı “ Dur” Kız bağırdı: “ Ah anne”
Vezir didi abasını atarak
“Denemeden olamazdı bırakmak;
Anlaşıldı kıyamazsın canına;
Al ineni dön annenin yanına!”
Yine bir gün Hünkâr divân vaktinde
Oturmuşdu yüce altun tahtında:
Sağ vezir kurulub sağ kolunda;
Sol veziri yerleşmişdi solunda.
Sağa didi “ Ay arslanlar babası!”
Sola didi “ Ay ceylanlar babası!”
“Yaşım gelmiş, artık oldum ihtiyar,
Beni yalnız o saz ider bahtiyar.
Kim yararsa o saz ile bahtıma
Ben yaşarken oturacak tahtıma,
İşte böyle tac kazanır arslanlar,
Evde hımbıl otursunlar ceylanlar!”
Yine vezir döndi eve perişan
Küçük kızı karşıladı kapıdan
Kız görünce babasını kederli
Didi “ Baba bir derdin var besbelli
Söyle bana çaresini arayım
Ben de senin bir işine yarayım.
Vezir didi “ Bana kızlar babası”
Diye alay itdi mülkün ağası
Sağ vezirin oğulları arslanmış,
Bizim kızlar birer korkak ceylanmış;
Onlar sallânub gitdi Kıpçağa,
Sizden gelmez gitmek öyle uzağa :..
Getirecek onlar peri sazını
Babaları artıracak nazını,
Kim yararsa o san ile bahtına
Oturacak Padişah’ın tahtına..
Olsaydınız sizde birer kahraman,
Benim işim olur muydu hiç yaman?”
Kız didi ki “ Bana erkek kişi.
Yapdır sana bitireyim bu işi…
Nice bazı çiçek bizim örnekden
Gelmiş kızın farkı nedir erkekden?...
Üç gün sonra kız değişdi kılığı,
Bir genç oldı terlememiş bıyığı,
Yola düşdi sezdirmeden konağa,
Lâkin şehrin kıyısında babası,
Bekliyordı tepesinde abası.
Haydud gibi çıkdı kıza haykırdı;”
Kız erkekçe kılıcını sıyırdı:
Didi “ Haydi yiğitsen çık meydana;
Erlik nedir göstereyim ben sana!”
Vezir bakdı kızın sağlam yüreği,
İyi kılıç kullanıyor bil ki..
Didi “ Allah kuvvet virsin koluna,
Haydi kızım sen devam it yoluna!”
-2-
Küçük kız aylarca ovaya, dağa
O arayup bir akşam girdi Kıpçak’a
Bir koca karının gördi evini
Didi “ Alır mısın, misafirini?”
Kadın didi “ vardır yalnız bir odam,
Alırdım olaydın sen tek bir adam…
Ahırım yok, kalır dışarıda atın…”
Kız virince ona bir avuç altun;
Didi: “ Buyurunuz şimdi yerim var?
İhsanınız bolsa çok hanrem? Var…”
Kız sabah didi ki “ Sevgili ninem,
Ben bir beyancıyım buyurdı bilmem.
Güzelmiş diyorlar Han’ın sarayı,
Gösterir misin bana şimdi orayı?”
Kadın didi “ Oğlum , üzülme sakın!
Aradığın saray bize pek yakın,
Saraya mabeynci olalı beyin,
Her akşam oradan gelir yemeğim…”
Kız didi mabeynci kırmazsa seni,
Sarayda iç ağa yazdırırsın beni,
Yüz altun viririm sana hediye…
Ona di “ bir iş bul oğlum Aliye!”
Kadın oldu onı gitdi saraya,
Didi Efendimiz binler yaşaya…
Bir yiğit yeğenim var adı Ali,
İç ağa olmakdır bütün emeli…
Peki didi “ Git getir çocuğu bana
Görünce götürdi onı Hakan’a…
Genç Hakan görünce güzel yiğidi.
Yüreği hopladı, içinden didi ki:
“Ali’nin gözleri bir erkek gözi!
Fakat, erkek değil, yüzi kız yüzi!
Kollarında belli bilezik yeri.
Parmağında sezdim ben yüzük yeri…
Hakan evli değil, henüz bekârdı!
Evliyâ meşrebli bir genç Hünkârdı.
Annesi isterdi oğlı evlensin,
Güzeller bulurdu, görsün beğensin;
Kıpçak’ın kızları şirin kızlardı,
O almaz , kadının içi sızlardı…
Genç Hakan bakarak güzel yiğide
Dalmışdı hülyaya yasa, ümide.
Diyordı ben sevdim bunı kız diye,
Adı Ali değil, belki Aliye…
Yar bi sen bana vir Aliye’yi,
İstemem ben sarayda Ali Bey’i,
Bana sezdir duygum evhamı mı, zannı mı?
Bu melek çehreli kızımı, kızan mı?
Mebeynciye didi : Haremi yakın,
Bir oda viriniz orada yatsın…
Genç Hakan durmadı, girdi hareme:
Didi : anne döndüm âşık yerime…
Sarayda gördüm bugün bir melek,
Bununla mümkün mü bilmem evlenmek?
Getirdiler bana bir iç ağası,
Kızdan daha güzel tüysüz siması,
Gönlüm diyor, “ Kızdır bu kızan değil”
Bu duygu ne vahim, ne de zan değil:
Ali’nin gözleri bir erkek gözi,
Fakat, erkek değil, yüzi kız yüzi…
Kollarında belli bilezik yeri…
Annesi oğlun görünce âşık
Didi : “ Meraklardan kurtuldım artık,
Bulurum derdinin ben ilacını,
Görürüm yakında az duacını.
Gördiğün bir kızdır bir erkek değil..
Veyahud şeytandır bir melek değil…
Şeytansa kov onı, aramanı,
Kadınsa bulmuşsun onı pek iyi…
Onı yiğitlerle sok imtihana:
Erkek mi kadın mı çıkar meydana?...”
Bu sözden ümide düşdi Genç Hakan,
Didi : “ Şimdi vardır bir genç imtihan;
Büyük yarış içün merd Anadolu
Göndermiş Kıpkaçak’a üç vezir oğlı
Yarış yapar biz de yaz kış ağlar…
Kazanırlar kah iç, kah dış ağalar…
Bindireyim de onı deli yağıza?”
Görsün erkek olmak kolay mı kıza?”
İrtesi sabah da yarışın günü,
Binici erlerin büyük düğüni…
Seyr çıkdı şehrin kadını, kızı,
Genç Hakan getirdi deli yağızı,
Didi dört sayıdır yarışlarımız,
Birincisi dördin bu deli Yağız..
Binmemiş asıl buna bir erkek.
İçinizde var mı şimdi binecek?
Ceylanlar düşdi büyük korkuya,
Genç Hakan başladı yine sorgıya…
Cevab viren yokdı Ali yürüdi,
Hakan’ın gözini duman bürüdi…
Yanaşdı yavaşça, zor virdi hıza..
Sıçrayarak bindi deli Yağıza
Koşu başlamışdı : en önde yağız..
Genç Hakan diyordı “ ölemez bu kız!”
Görünce Kıpçak’ın kızı , kadını;
Sordular bu güzel gencin adını..
Uçuyor gibiydi dönerken fele,
Siyah ata binmiş bir beyaz melek…
Didiler “ Bir ceylan meydanı aldı,
Kükremiş arslanlar geride kaldı”
Çocuklar diyordı “ Bu yiğit bizden,
Bil ki erkekler değildir sizden!...
Nihayet koşıyu Ali kazandı,
Kızlar, kızanlardan çok alkışlandı,
Hakan didi “ vardır başka sayımız:
Atalardan kalma bir sert yazımız…
Bir yay ki çekemez her demir bilek
İçinizde var mı bunı çekecek?
Çekince, gitmesin güci boş yere…
Şu uçan kartalı düşürsün yere..”
İlerledi o gece üç vezir oğlu,
Denedi, çekmedi bunların kolu
Sonra kimler varsa demir kollu er
Deneyüb gücüni giri döndüler..
En sonra Ali Bey yaklaşdı yaya;
Çekdi yayı atdı okı havaya..
Birden bire kartal devirdi bozuldı,
Yavaş, yavaş yere doğru süzüldi
Yükselüb ok üç bin arşun uzağa
Büyüce kartalı yıkdı toprağa…
Alkışlar tufanı sarsdı meydanı,
Fakat yasa sokdı âşık Hakan’ı…
Hakan didi “ vardır bir başka sayı:
Zincirde bağlıdır bir azgın ayı
Acıdır avladığı mutlaka yinecek:
İçinizde var mı bunı yenecek?.
Yiğitlerin hepsi düşdi korkuya,
Bir deli çıkmadı meydanan o köye.
Genç Hakan diyordı “ yok mu bir deli?”
Meydana atıldı bizim genç Ali..
Ayıyı zincirden çözdi bekçiler,
Meydanı sardılar hep tüfekçiler,
Ali “ Allah” diyub gitdi yanına,
Bir yumruk ayının vurdı alnına:
Yumruğu yeyince hayvan apansız,
Birden yuvarlandı toprağa cansız..
Bu anda bir hoca çıkdı etrafdan,
Gençleri almadan itdi imtihan.
Vezirin üç oğlu didiler “ Artık,
Bu işde mükâfat bizlere layık!
Hoca sardı : “ Hakan kim halifesi?
Bu dünyada nedir baş vazifesi”
Vezirin üç oğlu didi “ Sultandır;
Sultan’ın ilk işi lütuf ve ihsandır…”
Hoca bu sözleri görmedi sevab,
Ali’ye didi ki “ Sen de vir cevab!”
Ali didi “ Hakdır Hakan vekili,
Sultan’ın odur aslı asılı..
Hükümet Hakan’dır , Sultan’ın değil,
Ferman mülkündür, divanın değil..
Teşri, kaza, icra’ı Her hak onundur,
Taht onun, fac onun, toprak onundur…
Her ferde gayeyi o duyurmalı,
O infaz itmeli; o buyurmalı
Hakan vazifesi nedir? Tekâmül!
Durdurmasın onı köhne ta‘mil!
Burcudur; durmakdan takı itmek,
Daima, daima türkü itmek..
Mefkürelerini Ali’ye koşsun;
Her zaman edna’dan Ali’ye koşsun!
İlimle, hükümetle bulsun yolunı,
Adalete alet itsin kolunı!
Yaretsin ruhlarda malı bir irfan,
Yapsın memlekete refahla ümran..
Masevi, her ferdler mesud yaşasın,
İnsanlık ne dimek herkes anlasın…”
Hoca, gözi yaşlı, didi : “Aferin!
Seni ben değil Hak itmeli Tahsin…
Manu kazandın yüksek dercat,
Maddetende senin büyük mükâfat,
Yarışlarda şanı kim itse ihraz,
Ona virilmişdir bu sahralı saz…”
Ali işidince bu son sözleri:
Yüreği hopladı, geldi ileri..
Sazı aldı, öpdi şeyhan elinden,
İzini koparub Han’ın dilinden
Atına binerek girdi çullara…
Bir ay sonra geldi çıkdığı şehre…
Babası görünce sahralı sazı,
Didi : “ Kızım senden hak olsun razı!”
Kız didi “ Sen bana hocalar tutdun,
İdmanlar yapdırdın, fenalar okutdun.
Ne virdinse bana boşa gitmedi,
Kadınlık şevkimi tenkis itmedi,
İdmanlar gövdemi kıldı pehlivan
İrfanlar ruhum itdi kahraman…
Neyim varsa onları hep sensin bana viren
Hem kızın, hem de bir mahsulunum ben!
Ne zaman Hakan’a irerse kadın
Tarihe yazılsın ilk senin adın!”
Vezir virdi Şah’a sazı hediye;
Bir ceylan Kıpçak’dan getirmiş diye…
Padişah görünce, yaver saldırdı.
Topladı divanı sazı çaldırdı.
Vezirin üç oğlı geldi bu anda;
Didiler “ Kıpçak’da bir genç Şehzâde
Bütün yarışlarda çıkdı birinci,
Kızlarca ünvanı oldı “bir inci!”
Sazı da o aldı büyük mükafat.
Bize lâyık olan şimdi mecazet..”
Padişah, “ Anladım, didi hatami!
Getirin tahtımı, altun yasa mı?”
Kızı da çağırtdı derhal katına
Oturtdı hürmetle altun tahtına…
Sağ vezire didi “ erkek babası!”
Sol vezire didi “ melek babası!
Değildir kahraman yalnız er kişi,
Bir arslan arslandır olsada dışı
Ne içün kızlara diyelim ceylan?
Ceylanlar içinde yok mudur oğlan?
Benim gibi yüksek olmazsa karım
Milletin gövdesi kalmaz mı yarım?
Kadına virirse erkek kıymeti.
Hem onun, hem bunun artar kuveti
Söz virmişdim, işte sözümde durdum.
Bu yüzden umarım: Yükselir yürüdüm.
Ben tahtı terk itdim bu şanlı kıza…
Hep biat ittiniz bu anlı kıza..”
Vezirler, emirler itdiler biat,
Bu anda kız kalkdı, didi “ Cemaat!
Cümlemiz çevremde olunuz helâk,
Şimdi ben de biat ideyim helak
Zira, asl matbu odur ben vekil!
Vekil nasib idüb azl ider asıl.
İntihab olunsun mebuslar heman.
Millete onlardır çünki tercüman,
Sarayda toplansın millet meclisi,
O isterse beni yapsın rei‘si,
SaltanaT hakdır, padişah odur
Yer yüzünde adalet sun penâh odur”
İntihab yapdı, toplandı meclis
Saçdılar bu kızı millete re‘is.
Esaslı konular yapıldı yeniden.
Kurtarıldı devlet bin görenekden.
Bu zira kaynağı sanki güneşdi.
Onun ışığıyla millet gençleşdi.
***
Mart ayı : Aliye Hanım bir sabah
Geçerken sokakda gördi bir siyah,
Bakınca tanıdı Kıpçak Hanımı
Didi “ Ben çok yakdım bunun canını.
O bensiz idemez dünyada rahat,
Tahrim içindir, bu güç seyahat.
Benim içün virmiş tahtını hocaya.
Görmez mi varmak böyle kocaya?”
Genç Hakan’da zaten yakışıklıymış.
Gönül ekseriya karışıklıymış.
Seyyahı eyledi davet saraya.
Kadın güvesiyle geldi odaya.
Görünce bu yarini seyyah şaşırdı.
Cüretlendi, resm, hediye taşırdı.
Didi: “ Çok benzersin sen o Ali’ye
“Adın ne?” Kız güldi, didi “ Aliye!”
Bu sözi duyunca seyyah anladı
Sevincinden hüngür hüngür ağladı.
Bir hafta sonra idi : Yapıldı düğün,
Hasretle gönüller birleşdi bugün…
DELİ DUMRUL
Deli Dumrul bir kurumuş derenin
Üzerinde köprü kurmuş beklerdi
Yakasından tutar gelüb gecenin,
Köprüden geç, köprü haki vir! “ dirdi.
Geçenlerden borç alırdı on akçe
Geçmeyenden, sille, tokat, son akçe.
Birgün köprü yamacında yurdu kuran.
Bir abadan geldi matem sesleri,
Sardı : Ne var? Didiler ki : Kahraman
Azraildir, aldı bizden bir eri;”
Dumrul didi : “ Bu Azrail kim ola?
Tepelerdim bir düşseydi bu yola!”
Yaradan’a hoş gelmedi bu sözler,
Buyurdı : “ Ey al kanatlı Azrail,
Git kendini o deliye bir göster,
Anlasın ki o seninle değil.
Deli Dumrul kırk yiğitle içerken
Bir ses geldi ; “ Azrailim işte ben!”
Deli Dumrul birden bire sarardı,
İçemeden düşdi elden bardağı..
Kalbi hura tepdi, gözi karardı.
Azrail’e göstererek uzağı.
Didi : “ Bizim ilde yeşil dağlar var.
O dağlarda üzüm viren bağlar var.
O üzümden kızıl şarab yapılır.
O şarabtan içen olur pek sarhoş.
Lisanını tutumaz, lafa kapılır?
Ben de içdim, ne didimse hepsi boş..
Sarhoş lafı sayede bakma sözüme.
Afu it beni, dehşet virme gözüme!”
Ulum Bey’i didi “ Behiye Divan’a,
Tanrı ömür virdi, beni gönderdi..
Senin canın, çıkmış, kalmış, bana ne?
O istiyor, çünki sana o virdi!”
Dumrul didi: “ Madem ister yaradan,
O, canını alsın, sen çık aradan!”
Didi : “ Tanrım, yücelerden yücesin.
Cahil seni gökde arar daima!
Alem ise bilmez nesin incesin?
Gönlümdesin, karışmışsın kanıma;
Ne mahrumdur, virelim ona canımı.
Azrail’i çek, sen akıt kanımı;”
Bu sözlerde hoşlanarak gök Tanrı,
Didi : “ Dumrul gençdir, başka birine
Dur idelim hazırlanan mezarı;
Bedel bulsun, öldür onı yerine!”
Dumrul didi : “ Anam , babam ihtiyar,
Belki biri razı olur, iş uyar…”
Koşdı o gece babasının yanına
Didi : “ Baba pişmededir Azrail;
Benim içün sen kıymazsın canına
Bugün canım alınacak, iyi bil.
Gençlik hali küfr çıkdı ağzımdan,
Kurtar beni sen bu kara yazımdan !”
Baba didi : “ Ey gözümün bebeği,
Her ne varsa malım sana vireyim.
Can pek tatlı, ister miyim ölmeyi?
Bırak beni, muradıma ireyim
Sana benden daha yakın anan var,
Şefkat onun burcı,ona git yalvar!”
Dumrul koşdı anasının yanına,
Didi : “Ana, pişmededir Azrail,
Benim içün sen kıyamazsan canına,
Bugün canım alınacak, iyi bil!
Gençlik hali, küfr çıkdı ağzımdan.
Kurtar beni sen bu kara yazımdan!”
Ona didi : “ Ey bağçemin çiçeği,
Her ne varsa malum sana vireyim!
Can pek tatlı, ister miyim ölmeyi?
Bırak beni muradıma ereyim!
Sana benden daha yakın baban var,
Cır‘et onun burcı , ona git yalvar!”
Ölüm beni didi : “ artık çaresiz,
Bırak beni, ipliğimi öreyim!”
Dumrul didi : “ Biraz mühlet viriniz.
Hasretlim var , gidub onı göreyim!
Genç bir karım, iki küçük oğlum var;
Cihan şimdi onlar içün bana dar...”
Dumrul koşdı, karısına anlatdı.
Olan işi, didi : “ Sakın ağlama
Tanrı beni ölmek içün yaratdı,
Ona bağlan, bana ümid bağlama!
Oğullarım kalsın sana emanet,
Senin işin şimdi sabr, metanet!”
Kadın, yaşlı gözlerini gönüllere
Çevirerek didi : “ Ulu Allah’ım
Ben isterim bedel olmak bu ere
Onun suçu olsun benim günahım!
Ben öleyim yıkılmasın obamız,
Çocuklarm disin’i vardır babamız!”
Tanrı, didi, hoşlanacak bu sözden.
Bağışladım seni, bu merd kadına!
Bu işlerden, Dumrul, öğüt al da sen,
Bir gerçekden köprü yapdır adına.
Herkes gelsin, geçsin çoşkun ırmakdan.
Boç almadan sen de sayret uzakdan!...
ÜLKER İLE AYDIN
O ki ona didi artık çıkamam
Bu afacan çocukların derdini,
Bunları evden çıkar, ya beni.
Baba didi : “ Sen üzülme, bu elzem.
İş olacak, fakat özüm etkili.
Bir enfar’ı şimdi bana dikmeli!”
Ülker kızın adı, Aydın oğlunun
Babaları didi : “ Haydi uyanın
Gideceğiz bugün kuşlar iline!”
Eteğini sarmış idi beline,
Çocuklara biraz çorba yedirdi
Ellerinden tutdı dağa yetirdi.
Bütün gündüz dolaşdılar ormanda,
Akşam çatdı? Güzeller kaldı dumanda,
Baba didi : “ Yavrularım, acıkdık!”
Yaydı yere bir küçücük tağarcık.
Ülker bakdı pek tuzludur basdırma,
Yiyemedi, didi : “ Artık Bey Baba!
Gice oldı, evimize gidelim!”
Baba didi : “ Vakit geçdi gidelim,
Yol boyunda şimdi azgın kurtlar var.
Bizi yutar bir kurt , ya bir canavar.
Bu köşede uyur isEn sessizce.
Selametle geçebilir bu gice.”
İki kardeş titrediler korkudan..
Aydın didi : “ Sabahleyin uykudan.
Bizi kuşlar uyandırır kalkarız.
Her tarafı dolaşırız, bakarız:
Babamız yok! Bizi atmış savuşmuş.
Evindeki yavrusuna kavuşmuş
Zeyneb! Onun annesi var, sevilir.
Biz öksüz, bizim içün kim bilir.
Babacığım ne düşünmüş yapacak?
O gidecek, bizi kurtlar kapacak.”
Evlenir didi : “ Geçen gice rüyama
Annem geldi, didi : “ Kızım, ağlama;
Kolundaki mercan peri kızıdır.
Bir gün sizi her kaygıdan kurtarır”
Baba didi : “ Hiç ben sizi bu tağda
Bırakır da döner miyim cellada?
Babamızın sizin bunu bir duyun.
İsterseniz eteğim de uyuyun.”
Eteğini serdi, yere uzatdı,
Yavrucakları bu hileyi inandı.
Yorgundular, heman uyku meleği.
Taş yürekli herif bakdı : Çocuklar
Kuzu gibi mışıl mışıl uyuklar,
Cebindeki makascığı, aradı,
Eteğini kesdi, yerden fırladı,
Lanet idüb o insafsız karıya
Yavruları ısmarlar Tanrı’ya.
Harsız gibi korka korka sıvışdı,
Gün doğmadan yuvasına irişdi,
Karısı da meğer çıkmış o gice,
Pınarlara büyü yapmış gizlice,
Erkeğinden evvel eve gelmişdi,
Kocacığım, al Zeynep, öp.” Didi.
Zeyneb ne didi? Kara yüzlü bir sıska,
Kel başında on tel kirli lapıska…
***
Biz gelelim Aydın ile ülker’e!
Şafak altun ışığını gönüllere
Saçar iken, kuşlar ezan okurken
Uyanarak Aydın kalkdı yerinden,
Korkduğuna uğramışdı, anladı.
“ Baba!” diye hüngür hüngür ağladı..
Ülker’i de uyandırdı bu çığlık,
Didi şimdi bana düşer ablalık,
Ne yapmamız lâzım, bunı düşünmek,
Kardeşime metanetli görünmek.
Kardeşine didi : “ Aydın, ağlama!
Sabretmeni ben söz virdim anama.
Biliyorduk bir gün bu işe olacak,
Kaderimiz neyse olsun çabucak.
Biz öz Türk’üz, baksın Aydın, ben ülker,
Türk Tanrısı öz ilini esirger.
Zeyneb gibi annen değil Talat senin,
Hiç soyuna karışmamış yad senin,
Unutmadım, annem diyordı : “ Bak , kızım,
Baban kayı ilden, bende kırgızım”
Aydın susdı, düşünmeğe başladı.
Gözlerinde ümid nuru parladı,
Didi : “ Abla! Niçün bizim babamız.
Evlâdına olsun böyle vefasız?”
Ülker didi : “ Büyü yapmış o karı
Çıkamaz ki sözlerinden dışarı!
Tılsımı var yüreğinde, dilinde,
Bir gör alt olmuş onun elinde…”
Aydın didi : “ Susuz kaldım ben, abla,
Yüreğimi yakdı tuzlu pasdırma.
Dolaşalım, arayalım bir pınar,
Duyuyorum bir su sesi şarıldar;
Beş on adım yürüyünce bakdılar
Bir kayadan gümüş gibi su akar;
Aydın suyı görür görmez seyretdi.
Bir kuş dile geldi: ülker işitdi.
“ Bu pınar soğuk pınar,
İçinde balık donar…
Kim içerse suyundan
Olur vahşi bir kaplan!”
Ülker heman koşdı tutdı kolundan,
Kardeşini geri çekdi yolundan,
Didi : “ Aman Aydın! İçme bu suyı
Düşman yine bize kurmuş pusuyı,
Kaplan olur, beni yersen içince
Bir kuş haber virdi kendi dilince.”
Aydın didi: “ Peki, bundan geçelim,
Bir başka su bulub onı içelim.”
Yürüdüler, yürüdüler pek uzak
Bir köşede rastladılar bir kaynak,
Aydın suyı görür görmez seyretdi.
Bir kuş dile geldi; ülker işitdi;
“ Bu pınar soğuk pınar,
içinde balık donar.
Kim içerse suyundan
Olur korkunç bir yılan?..”
Ülker heman koşdı, tutdı kolundan;
Kardeşini geri çekdi yolundan,
Didi : “ Aman; Aydın içme bu suyı,
Düşman yine bize kurmuş pusuyı;
Yılan olur sonra beni sokarsın,
Bak ne diyor sen kuş dili anlarsın..”
Aydın didi : Peki bundan geçelim;
Bir başka su bulub onu ieçelim…”
Bir çok daha yürüdüler, gitdiler,
Bir çeşmenin kenarına yatdılar.
Aydın suyı görür görmez seyretti.
Bir kuş dile geldi; ülker işitdi:
“ Bu pınar; soğuk pınar;
İçinde balık donar…
Kim içerse suyundan
Olur güzel bir ceylan!...”
Ülker koşdı, heyhat vakit dolmuşdı…
Aydın sudan içmiş, ceylan olmuşdı.
Acı bir hal : Ülker ma‘yus bakıyor,
Ceylancığın göz yaşları akıyor.
Gök bu işe kederlenmiş, ağlıyordı.
Hazin yağmur damla damla yağıyordı.
Bir ses didi : “ felâketler süreksiz.
Olduğunı bilen olmaz yüreksiz.”
Kızın yine ablağı uyandı,
Yasa boyun eğidiğinden utandı.
Didi : “ Kardeş, bir çile var, dolacak,
Alnımıza her yazılan olacak.
Varsın olsun ceylan postı dönmez.
Müjdemiz var, kutuluşdır sonumuz
Haydi şimdi kendimize bir koğuk
Arayalım, giceleri, pek soğuk.
Tanrı bizi kurtaracak, bu belli,
Korkmayalım her ne itse tecelli.”
Aradılar gün inerken mağribe
Önlerine çıkdı bir boş kulübe
Sığınacak bu bir emin köşeydi,
Kız burayı otlar ile döşedi.
Yüreğiyle dua itdi Tarı’ya
“ izimizi sezdirme o karıya.”
Kendi içün fındık, ceviz getirdi.
Ceylânına taze yonca yedirdi.
Annesinden kalma iki al mercan.
Bileziği vardı; Heman kolundan
Birisini çıkarak gerdanlık
Yapdı ona, köle değil ablalık,
Takdı güzel ceylancığın boynuna
Uyudılar sonra koyun koyuna…
Günler , aylar , yıllar geçdi akarak!
İki kardeş ağaçlara bakarak.
Büyüdüler, alışdılar ormana;
Hiç gözleri rast gelmedi insana.
İşitdiler birden bire bir sabah
Bir gürültü : meğer onun padişah
Eve çıkmış ; ilan itdi borular
İtlilerle kuşandı korular.
Avcı ; sabah, boru; köpek; at sesi
Uyandırdı ceylandaki hevesini;
Didi : “ Abla! Aç kapıyı gideyim;
Tehlikede cinsim; yardım ideyim
Damarımda ceylanlık var duramam,
İnsanlıktan çıktım, bağdaş kuramam
Boru sesi, ceylanları çoşdurur
At önünde; it önünde koşdurur,
Ülker didi : “ Bırakamam kardeşim,
Hem ayımsın benim hem de güneşim.
Gicem senin sözlerinle bezenir;
Gündüzlerim güzellerinle şanlanır.
Senin dışın ceylan; için insandır,
Avcı seni tanıyamaz, av sanır,
Dokunursa sana kaza kurşunu.”
Nasıl olur halim? Düşün bir şunı”
Ceylan didi “ Aç kapıyı gideyim
Avcıları darmadağın ideyim;
Her takımı bir cihale doğrulsun;
Soydaşlarım felâketden kurtulsun.
Açmaz isen bana ölüm muhakkak;
Çünki yaşam diyor; “ Kaçan bir alçak!”
Ben korkakca yaşayamam; kederden.
Öleceğim; öleceksin sebeb sen!”
Ülker bakdı iş pek fena oluyor,
Gitmez ise kendisini yoluyor,
Öpdi önce boynundaki mercanı;
Salıyordı kulubeden ceylanı.
Genç padişah birden bire görünce.
Bir hoş ceylan koşmaktadır önünce;
Bir ceylan ki rast gelinmez eşine;
Sordı yağız atı; düşdi peşine.
Kayalardan tırmanarak ; yarlardan.
Atladılar; tepelerde karlardan;
Derelerde ırmaklardan geçdiler;
Sazlıklarda gizli yollar seçdiler;
Akşam oldı; bütün olay bozuldu;
Ceylan kendi kapısına doğruldu,
Ayağıyla vurdu:
- Kim o?
- Aç benim.
- Vay sen misin ormanlarda gezenim?
Açılınca kapı, girdi içeri.
Didi : “ Abla bugün gördüm peri.
Şehzâdesi, tepesinde altun tac,
Gelmiş, ister dağ hakkında canlı bac.
Böyle güzel bir kahraman bulunmaz;
Kabl değil tarif olunmaz!..”
Uyudular ; yine sabah erkence.
Kalkdı, yapdı ablasına işkence.
“ Aç kapıyı,” didi yine açdırdı,
Avcıları taraf taraf saçdırdı.
Kayalardan tırmanarak, yarlardan.
Atladılar, tepelerde, karlardan,
Derelerde ırmaklardan geçdiler,
Sazlıklarda gizli yollar seçdiler.
Akşamdan avcıları oynatdı,
Düzenlerle cümlesini aldatdı,
Bu sırada döndü, itdi bir nihâh:
Kendisine yaklaşmışdı, padişah:
Tutulmayım diye yardan atlardı.
Önündeki sağ ayağı kanadı.
Düşe kalka geldi çatdı evine,
Kapısını vurdu tak tak tak yine:
- Kim o?
- Güzel ablacığım, aç benim!
Vay sen misin ormanlarda gezenim?
Açılınca kapı girdi içeri,
Arkasında varmış meğer bir çeri.
Macerayi görür, gider divana.
Bu ısrarlı işi söyler Sultan’a
Heman tellal çağırarak padişah
Dir ki “ Yarın atılmasın bir silah,
Ceylan tekin değil kimse değmesin,
Mızrağını ona doğru eğmesin,”
Ülker bakdı: Kardeşinin bir eli.
Kuşlar iken haşa dönmüş, bereli.
Evet sürüsünü ilaç yapdı o gice
Sabah oldu, ceylan kalkdı erkence,
Aç kapıyı, didi,bak tan ağardı.”
Ülker yine “gitme” diye yalvardı.
Didi “Bana boru meydan okuyor,
Ben gitmezsem diyecekler korkuyor,
Anam al giyin, baba boz kurtun
Ben Türk oğlı kaçar mıyım ölümden?
Aç kapıyı atlayım meydana,
Türklüğümü göstereyim kağana”
Kız anladı mümkün değil açmamak
Kardeşine namus olmuş kaçmamak,
Gözlerinden elmas gibi yaş akdı.
Ceylancığı dışarıya bırakdı.
Güzel ceylan yine çıkdı ormana,
Serpişdirdi her pulunu bir yana
Kayalardan tırmanarak yaralardan
Atladılar tapelerden karlardan,
Derelerde ırmaklardan geçdiler,
Sazlıklarda gizli yollar seçdiler...
Akşam oldu o gitmeden yapıya,
Hakan geldi vurdı tahta kapıya:
― Kim o?
― Güzel ablacığım, aç, benim!
Vay sen misin ormanlarda gezenim?
Ülker açar açmaz gördi önünde,
Altun taclı, güzel genc bir şahzâde.
İki bakış birbirine doğruldı,
İki gönül birbirine vurıldu.
KAğan selam virdi, didi “Ey peri,
Olur musun Türk tahtının zivari?”
Ülker didi:”Baş üstüne hakanım.
Bir şartım var: “birlik olsun ceylanım.”
Hakan didi: “Ey güzellik perisi,
O da olsun ömrümüzün inisi.”
Bu sırada ceylan geldi yuvaya:
Razı oldı gitmek içün saraya,
Sabah oldı, atlarına bindiler,
Yüce dağdan şehre doğru indiler.
Düğün sürdi tam, kırk gün kırk gice,
Herkes içün bir ömür mü evlenince,
Ceylan saray bağçesinde koşardı,
Çiçeklerin arasında yaşardı.
Ülker mesud oldı, böyle kaç ay...
Fakat bir gün toplanarak kurultay
Düşmanlara açdı yeni bir kavga
Hakan ordu ile gitdi uzağa,
Ülker ağır gibi idi... bir sabah
Pencereden bakar iken bir siyah
Yüzlü kadın gördi, desti elinde,
Su alırdı, bu lakırdı dilinde:
“Güzelim didim size,
Gelmedi eşiniz.
İşte bakın, parlıyor
Gölgem vurmuş denize
Ağzımızda yok sakız
Soyca böyle hep akız
Su destisi taşır mı?
Benim gibi güzel kız?”
Mırlanarak bu ıygunsuz şarkıyı
Sakızını atdı, kırdı destiyi,
Ülker didi: “ ziyan itdin baba ki;
Aid değil güle vuran yüz sana ,
Önümdedir; aramadın, yanıldın.
Hiç kendini tanımaz mı bir kadın?”
Didi “Varsın senin olsun öteki,
Güzel olmak pek zor bir şey değil ki...
Bir lahza vir elbiseni giyeyim,
Senden güzel olduğumı diyeyim,
Sen de benim üstime ki bir saat,
Anlıyorsın bende midir kabahat?
İster isen bu sözümü denemek
Bir ip salla, sarılayım, beni çek.”
Sarkdı bir ip , tutdı ipi bu karı,
Ülker heman onı çekdi yukarı,
Bilmezdi bu kendine bir oyundı.
Bir şakacık olsun diye soyundı.
Birbirinin urbasını giydiler,
O istedi : “ Mercanıda çıkar, vir!”
Ülker onı esirgedi virmedi.
Kadın didi : “ Pencereden bak şimdi,
Tutdı heman atdı onı ırmağa,
Didi : “ Anla , ben büyücü kızıyım,
Adım Zeyneb , yüreklerde sızıyım!”
Düşer iken işidince bu adı
Ülker onı kardeşini tanıdı.
Göl yutarken onı kuşlar ağladı,
O zavallı, Tanrı’ya bel bağladı,
Didi : “ Düşman bırakmamış peşimi;
Ben mazlumum, Tanrı görür işimi!”
Akşam ceylan obasını görmeğe
Geldi: oyuk yerinde bir zenciye
Oturuyor... Derhal işi anladı:
Gitdi gölün kenarında ağladı:
Bacı, bacı, can bacı!
Kolun mercan nereye!
Bensiz gitdin nereye!
Düştün hangi dereye
Göl içinde dizin bir ses inledi:
Ceylan susdı, dikkat ile dinledi;
Kardeş, kardeş, can kardeş!
Boynunda her can kardeş!
Ben düşmedim, atdılar,
Ömrüme sim katdılar.”
Bu sırada gürlüyordu davullar,
Muharebe bitmiş, gazi hükmeder
Alkışlarla geliyordı saraya
Hoplayarak ceylan koşdı alaya.
Yaklaşdıkça bakıyordı padişah,
Pencrede ülker yokdı, bir siyah,
Çingenemsi kız oturmuş bakardı.
Merak evde yüreğini yakardı.
Karşıladı Hünkârını kara kız.
Didi: Sana bütün millet müştakız.
Bak, hasretin beni sokdı ne hale?
Göz yaşlarım ziyan virdi cemale!...
Hünkâr didi:”Çekil, sıkma canımı,
Nerdedir, çağır Ülker Hanım’ı.”
Zeynep didi: “ah, unutmuş, tanımaz,
Ağlamakdan çirkinleşdim ya biraz.
Erkek kısmı vefasızdır dirlerdi.
İnanmazdım, şimdi gönlüm hak virdi.”
Hünkâr didi: “Cariyeler toplansın,
Ülker Hanım nerededir aransın!”
Aradılar, meydanda yok eseri,
O yok, ama yerinde bu serseri...
Ağlayarak Hünkâr çıkdı bağçaye,
Ülker’inin ceylanını görmeğe.
Bakdı ceylan göle doğru gidiyor,
Kulak virdi: Böyle feryad idiyor.
“Bacı, bacı, can bacı!
Kolunda mercan bacı!
Ben yaslıyım burada,
Sen nasılsın orada?”
Gölden geldi bir incecik uğultu.
Derinlerden bir gizli ses duyurdu.
“Kardeş, kardeş, can kardeş!
Boynunda mercan kardeş!
Ülker’inin durağı,
Bir balığın kursağı.”
Ceylan:
“Bacı, bacı, can bacı!
Kolunda mercan bacı!
Gönlüme merk doldı.
Gebeliğin ne oldı?”
Ülker:
“Kardeş, kardeş, can kardeş!
Boynunda mercan kardeş!
Oğlum “Turan” kucakda,
Emziririm bucakda.”
Ceylan:
“Bacı, bacı, can bacı.
Kolunda mercan bacı!
Hünkâr geldi, ağladı.
Ülker:
“Kardeş, kardeş, can kardeş!
Boynunda mercan kardeş!
Hünkâr’a söyle selam,
Bizi alsın bu akşam.”
Ne zaman ki bu sözleri işitdi,
Hünkâr heman balıkçıya emr itdi,
Ağ atıldı, kaya gibi bir balık
Çıkarıldı, doldı bütün ortalık
Bu balığı dikkat ile yardılar,
Turan çıkdı, bir çarşafa sardılar,
Ondan sonra ülker çıkdı dışarı,
Ceylan artık olmuşdı bir haşarı,
Gitdi, bakdı merak ile “Turan” a,
Görür görmez birden döndi insana.
Ablasının oğlu bozdı büyüyi,
Kalmadı hiç ceylanlığın bir tüyü,
İki kardeş sarıldılar ihrama,
Götürüldü her biri bir hamama.
Hain Zeyneb hamam o gün koğuldı.
Kendisini göle atdı, boğuldı...
Ne ekilse o biçilir dünyada,
Zeyneb öldü, ülker irdi murada!
KÜÇÜK ŞEHZÂDE
Bir padişah sağlama almak için yarını
Huzuruna davet ider oğullarını,
Bir hanginiz olabilir bu mülke nazım?
Bunı bilmem içün denemek lazım.
Viriyorum biner altun size sermaye,
Yola düşün, gidin birer uzak ülkeye;
Bir yıl alış-viriş idin, para kazanın.
Kim çıkarsa becerikli taht olur anın.
Üç şehzade el öperek çıkdılar yola.
Akşam üstü yol ayrıldı üç büyük kula.
Gün bin didi: “Hayır binde! “sağa doğruldı;
Ay bin ise orta izi uğurlu buldı,
“Giden gelmez” veli kaldı küçük kardeşe.
Diyerek “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!”
Yıldız tekin ıssız çöle sürdi kısrağı,
Ne bir çoban tami ne bir çiftçi ocağı,
Az, uz gitdi ; dere, tepe, ovaları aşdı;
Bir sabah bir ıssız, viran köye ulaşdı
Çay önünde otlanırdı bir sürü koyun,
Çoban kaval çalar, köpek uyanırdı uyan
Gitdi önce selam virdi, sonra çobana;
“Bu sürüyi bin altuna sat, didi, bana,”
Köylü virdi koyunları aldı altını:
Sürü önde, dağa doğru sürdi atını.
Biraz sonra dağı aşdı, indi dereye;
Karşısına bir dev çıkdı, didi : “nereye?
Kurtlar, kuşlar geçemezler iken buradan,
Nasıl oldı sen buraya düşdün ey insan?”
İlerledi Yıldız, didi : “ Sevgili dayım,
Üç aydır ki seni bulmak üzere yoldayım.
Annem çokdan beri her gün seni özlerdi.
Gelmek, sana bir armağan virmek isterdi.
Hastalandı, yürümeğe yokdı mecali,
Didi : “ Oğlum! Git dayına anlat bu hali,
De ki bacın ayrılığa dayanamadı,
Bu besili koyunları sana yolladı.
Diyor niçün hatırlamaz beni kardeşim,
Sağlığından haber alsam diner ateşim,
Dayı ah çekdi, didi : “ oğlum annen çok haklı
Dayıncığın bak ne kadar azalmış aklı,
Uzakdaki bir bacıyı çok mu unutmak
Az kaldı ki istiyordum oğlunı yutmak!”
Dayı, sürüyü salıyordı yeşil ovaya
Yeğenini götürdü, bir altun saraya,
Odaları dolu çeşit çeşit mücevher,
Bağçesinde türlü türlü yemişler...
Yıldız Tekin, bu yerde hiç sıkılmıyordı,
Eren bağı sanıyordu bu güzel yurdı,
Dayı her sabah akşam keser bir terekoyun,
Yerdi, sonra yatar idi hep yüzi koyun,
Bir gün Yıldız didi : “Artık vakit daraldı,
Sıra bana gelecekdir koyun azaldı.”
Dayı gitdi, didi :” Şimdi annemin gözi,
Hep yoldadır, sağlığının müjdesi, sözi,
Ona yeni can virecek, viriniz izin,
Hazırlığa başlayayım ben gitmek için!”
Dayı ah çekdi, didi evet bacım merakda,
Ah, oğlum kalmamalı böyle ırakda.
Al bunları, işte sana bir çok anahtar,
Her birisi bir mücevher hazinesi açar,
Her odayı açub dolaş, gir her hazineye...
Mücevherler arasından seç bir hediye!”
Yıldız Tekin aldı ele anahtarları,
Altun kapılı merdivenden çık dı yukarı,
Bir odada elmas dolu, birinde lal
Yakut, zümrüd... didi : “Bunlar gözümde değil!
Bir karanlık odacığa gelince sıra.
Açdı heman oracıkda buldı bir safra,
Dayısına didi : “ İşte budur seçdiğim!”
Dayı başını sallayarak güldi , didi : “ Hımmm!
Bunı nerden buldun? Dayın sevsin canını,
Ben bunun içün bir kardeşin düğün kanını.”
Yıldız Tekin didi : “ Dayın virmezsen kalsın!”
Dayı didi : “ Yok , yeğen neyi dilerse alsın!
Canımıda almış olsan esirger miyim?
Annen bilir, ben sizinle can-ciğer miyim?
Yıldız Tekin bindi ata, yola doğruldu.
Az, uz gitdi, bir çimenli yerde yoruldı.
Kısrağını salıyordı yeşil çayıra,
Safracığını getirerek serdi bayıra,
“Açıl, safram, açıl! Didi, safra gerildi,
Üzerine altın, gümüş kaplar serildi,
Acıkmışdı, yedi bu bir türlü yemekden,
“ Peri Sultan” bekar miş meğer yükseksen
Sarayında bakınırken – dürbin elinde –
Didi : “ İşte serili safra, Yıldız Şehzâde!”
İki çavuş göndererek atlı civane,
Safrasıyla birlik davet itdi divana.
Yıldız Tekin kaldırınca başını bakdı.
Önündeki bir dağ değil, bir altun takdı!
Pencerede gülmüsüyor bir güzel Sultan...
Didi : “ Buymuş şimdiye dek gönlümde yatan”
Bir kuş nasıl gider ise tuzağa doğru.
Safrasını aldı gitdi konağa doğru,
Peri sultan didi : “ Afu it, güzel arslanım!
Tılsımlı safracığı çok sevdi canım.
Bunı bana viriri misin! “ Genç didi : “ Böyle
Bir değersiz safra değil , ey melek söyle,
Ben canımı senin içün ideyim kurban!”
Sultan didi : “ Hayır, seni bekliyor baban,
Kardeşlerin yetişmeden git bir iş ara,
Hiç olmazsa onlar kadar kazan bir para.
Yoksa tahtın elden gider, kalırsın tacsız,
İl dimez mi? Ne acizmiş Şehzâde Yıldız!”
Yıldız bakdı sevgisinin karşılığı yok,
Yüreğine saplandı bir yıldırımlı ok,
Küsdi aşkın düzenine bahtın nazına,
Mahzun mahzun avdet itdi üç yol ağzına
***
Kardeşleri yetişdiler, her biri birer
Altun kârla, “ senin kârın nedir? Didiler.
- Kazanmışdım, fakat sonra elden çıkardım.”
- “Öyle ise itmeliyiz biz sana yardım;
Paramızdan senin olsun birer torbamız,
İyi olmaz kızar ise taçlı babamız.”
“ Hayır , hayır! Ben suçumu kuldan saklanmam,
Babam beni haşlayacak ise haşlasın,
İnsaflıysa tecrübeye tekrar başlasın.”
Üç Şehzâde dizildiler hanın yanına,
Çıkardılar defterleri arz divanına,
İki kardeş gösterdiler kazançlarını,
Küçük evlâdı söylemedi kendi karını.
Hakan didi : “ oğlum! Senden çok sey umarım.”
Didi baba kazandım da elden çıkardım.”
Hakan kızdı didi: “atın bunu zindana!”
Vezirleri yalvardıları Ulu Hakan’a,
Didiler ki: “ İtmelisin bir de imtihan,
Birincide afu itmekdir Han’a yakışan,
Hakan yine her birine virdi bin altın.
Didi : “ didin uzaklarda mal alub satın.
Bir yıl sonra her biriniz bir büyük servet
Getiriniz, aklınıza itsin delâlat”
Yine bizim üç Şehzâde düşdiler yola,
Akşam üsti yol ayrıldı üç büyük kola.
Büyük didi: “ Hayır bunda!” sağa doğruldı;
Ortancası orta izi uğurlu buldı,
“ Giden gelmez” yolı kaldı tekrar küçüğe,
Az, uz gitdi, girdi yine bir boş düzlüğe,
Viran köyde bin altuna bir sürü öküz.
Satın aldı, dayı yurduna girdi bir gündüz
O güzellere mesretle bakdı dayısı,
Didi : “ bunlar hem büyücek, hem çok sayısı,”
Yeğenine “ Sefa geldi, anan nasıldır?”
Diye sordı, Yıldız didi : “ Dayı bir yıldır
Eyleşdi, çünki senden haber alarak
Kalbi rahatlandı , artık itmiyor merak.”
Dayı düşdi yine eski karın cengine,
Yakın daldı köşkün çeşid çeşid rengine.
Bir gün bakdı azalıyor o gün sürüsi,
Yine virdi kendisine yakınlık süsi,
Didi : “ Dayı, izin virin yine gideyim.
Validemi Kabe gibi tavaf ideyim,
Sizden ona götüreyim bir çok selamlar,
Ayrılığa dair yayık yayık kelamlar.”
Dayı ah çekdi, didi: “ Oğlum çabuk varasın,
Ben istemem evlâdını bacı arasın,
Zahmet it de al, biraz bu anahtarları,
Altın kapılı merdivenden fırla yukarı.
Mücevherli öteleri geçirüb gözden.
Yadıram olacak, bir armağan beğin!”
Yıldız Tekin ötelere bakmadı bile,
Loş hüreyi açdı, girdi bin merak ile.
Bir şemşiyeyi görür görmez rafta asılı,
Didi bugün ikbalinin ikinci yılı!”
Şemsiyeyi aldı, geldi dayının önüne,
Dayı didi : “ Bak , ben kalmışım ne kara güre!
Bunun içün bir kardeşi elimle biçdim.”
Yeğen didi : “ öyle ise, almam, vazgeçdim.”
Dayı didi :”Bu didiğin olamazi hayır!
Ben dimişdim ne istersen kendinde ayır
Madem sevdin, al mübarek olsun şemsiyen.
Hanım bile olsa, oğlum sakınmam senden.”
Yıldız Tekin yine düşdi o bitmez kıra,
Yine bir gün geldi, kondı, ıssız bayıra,
“Çadırcığım açıl!” didi açıldı!” didi açıldı otak.
Gök yüzini başdan başa tutdı bir çardak.
İçi dolu asker, leşker hepsi süvari
Bir ucundan görğnmezdi öbür kenarı,
Peri sultan yine iki yavru göndedi.
Yıldız kızı görür görmez dirildi geri.
Şemsiyeyi katlayarak çıkdı huzura,
Sultan didi: “ Virir misin gölgeyi nura?”
Yıldız didi:” Çadır değil, bu anda işte,
Bir emirle alacağım: ömrümü iste!”
Sultan didi: “Hayır senin var imtihanın,
Bazarkanlık yarışında acizdir canın,
Kardeşlerin ulaşmadan çabuk git kazan.
Kazanmazsan seni habse atacak baban.”
Yıldız bakdı sevgisinin karşılığı yok,
Yüreğine saplandı bir yıldırım ok,
Küsdi aşkın düzenine, bahtın nazarına,
Mahzun mahzun avdet itdi üç yol ağzına.
Büyüklere beklemekden gelmişti usanç,
Her birinde ikişer bin altunluk kazanç,
Küçük didi: “Tala bana itmedi yardım,
Kazanmışdım fakat sonra elden çıkardım.”
Gün bin didi: “Bari bizden al biraz ödünç
Halk önünde olacaksın yoksa pak gülüne.”
Yıldız didi: “Ben bahtıma itmam şikayet,
Zarar itmek sayılamaz ya büyük cinayet?”
Hakan işi anlayınca küplere bindi,
Didi: bunı zindancılar amalı şimdi!”
Vezirler düşdi yine ayaklarına,
Can bunların acıyarak ahuzârına,
Didi: “Tekrar gönderelim bunları işe,
Farz idelim önce düşmüş idi teşvişe
Bu kerde göstermezse az bir yararlık,
Kellesini keseceğim: budur pazarlık!”
Yine bizim üç Şehzade düşdiler yola,
Akşam üsti yol ayrıldı üç büyük kola,
Gün bin didi: “Hayır bunda!” sağa doğruldı.
Ay bin ise orla izi uğurlu buldı.
“Giden gelmez” yolı kaldı tekrar tekine,
Az uz gitdi, daldı yine çulun içine.
Viran köyde bin altuna bir sürü deve
Satın aldı, akşam üsti sokuldı eve,
Dayı görünce develeri iştahla bakdı,
Havan dişli çenesinin suları akdı,
Didi: “Oğlum! Geldin başım gözüm üstüne,
Anan beni arzular mı özler mi yine?”
Yeğen didi: “Evet, dayı; sensiz duramaz.
Ona bedel seni görmek isterdim biraz,
Gözyaşları çoğalınca dayanamadım,
Kadın gibi hüngür hüngür bende ağladım!”
Dayı didi: “Oğlum! Sizi ben de severim.
Bu sözleri işitince artar kederim.
Bu ayrılık elbet bir gün bulacak payan,
Gam çekmeyin olur mu hiç sevince şayan?”
Dayı her sabah akşam kesdi bir semiz deve,
Yeğen ise acıkdıkca daldı bağçeye,
Bir gün yine bakdı deve çokca kesilmiş,
Artık sürü korkulacak kadar eksilmiş,
Dayısından gitmek içün izin diledi,
Dayı ah çekdi, bacısına selam söyledi.
Virdi ona anahtardan yine bir deste,
Didi: “git, gez beğendiğin ne ise iste.”
Yeğen gitdi, loş odayı açdı, daracık
Bir bucakda görünce eski bir dağarcık.
Aldi, geldi didi: “İşte istediğim bu!.
Dayı didi: “Bak kurnaz oğlan yine ne buldı.
Ben bunun içün bir kardeşin ezdim başını,
Yeğen didi: “ Akıtmam ben göz yaşını,
Madem sence kıymetli çok, ben bunı almam.”
Dayı didi: “ Yok, söz virmişim, sözümde kalmam,
Mirasımdan çok mı olsa bu kadar payın?
Senin içün canınıa virir dayu dayın.”
Yıldız yine bindi ata , düşdi çöllere,
Uğrayarak tatlı, tuzlu acu göllere,
Bir öğleyin buldı yine yeşil çayır,
Atdan indi, yurd idindi, ıssuz bayırı,
“Dağarcığım dökül!” didi; altunlar akdı.
Peri sultan pencereden hayretle bakdı.
Geldi derhal iki ilacı elinde ok-yay,
Didi sana müntazardır zümrüdli saray.
Yıldız Tekin yine tatlı sözlere kandı,
Göl altında sevinmiş olan derdi uyandı.
Koşdı dünya güzelinin çıkdı yanına,
Yine aşkın bir şişeği çarpdı canına,
Sultan didi: “Dağacığın hüsnüme layık,
Sevdiğinden esirger mi bunı bir aşık?”
Yıldız didi: “Esirgemem senden cihanı!”
Sana feda bu derdlinin canı, cananı!”
Sultan didi: “Hayır sana lazım hayatın,
Ticaret de ölçülecek gücün sebatın,
Çabuk yetiş, işler ona, paralar kazan,
Yoksa seni kelle ider mutlaka baban.”
Yıldız bakdı sevgisinin karşılı yok,
Yüreğine saplandı bir yıldırım ok.
Küsdi aşkın düzenine, bahtın nazın,
Mahzun mahzun avdet itdi üç yol ağzına.
Kardeşleri kazanmışdı üçer bin altın,
Heyberlerşe dolmuş idi yanı her atın,
Küçük didi: “Tali bana itmedi yardım,
Kazanmışdım, fakat spnra elden çıkardım.”
Kardeşleri istediler itmek ilane,
Küçük didi: “ Kazanç sizin, ondan bana ne?
Ben isterim görmek nedir bahtım sonı,
Sonum ölüm ise bile isterim onı.”
Korkunç Hakan anlayınca işi bağırdı.
Huzuruna baş celladı heman çağırdı,
Didi: “Bunun kafasını kesecek sensin,
Kıyamaz isen koca başın kesilir senin,
Virdi ona Şehzadeyi dağa gönderdi,
Onun kanlı gömleğini çabuk isterdi.
Cellad aldı Şehzade’yi girdi ormana,
Satırını indirecek iken civana,
Yıldız didi: “ Vurma beni, babam pişman
Olur bir gün, ocağını ider perişan,
Cellâd vardı düşünceye didi: “ pek doğru!
Padişah’ın nesidir bu? Yavrusu, oğlı!
Bu gün kızmış ise, yarın geçer şiddeti,
Neme lâzım! Ben öldüremem bu yiğit eri.
Bir gün benen ister ise viririm diri.”
Şehzâde’ye “ Var git!” didi, kesdi bir tavşan,
Gömleğin başdan başa buladı al kan,
Cana didi: “Gözünün döken yaşını!”
Bir vuruşda kesdim onun güzel başını!”
Han ağlardı için için her gün, har gice,
“Nasıl kıydım evladıma!” dirdi gizlice.
Bir ay sonra bir gün gözel gördi ova da
Bir otak ki elmasları parlar hava da,
Bir orduyı barındıran yüce bir divan
Padişah’a arz itdileri güçlü bir Hakan.
Ordusuyla gelmiş, konmuş şehrin önüne.
Halk diyor ki “Yine düşkün yine bir kara güne!”
Hakan didi “iki atlı giderek yakın,
Düşmenımdır, memlekete var mı bir akın,
Tahkik itsin, meseleyi, anlasın işi!”
Gözci didi “Gelmektedir bir elçi kişi.”
Altın çapkın, elmas yeğli bir gürbüz civan.
Padişah’ın geldi durdı önünde divan,
Didi “Ey Han! Biz yolcuyuz, düşman değiliz.
Bir göçebe yahşı iliz, yaman değiliz.
Peri sulatan yalvarıyor!beni bahtiyar
İtmek içün üç oğlunı alarak Hünkör
Bugün teşrif buyursunlar lütfen yemeğe!”
Han sıkıldı “Küçük oğlum öldü!” demeğe,
Didi “Peki, baş üstüne, emre uyarız,
Sultan bizi hatırlamış! Ne bahtiyarız!”
Han içinden didi “Yazık, küçük Şehzade
Sağ olsaydı gelecekdi şimdi birlikde,
Sorar ise, öldüğünım nasıl diyeyim,
Ah! Ben kendi ciğerimi kendim yiyeyim
Bu ne büyük hunharlıkdır, bu hunkarlıkdan,
Kurtulmakçün geçmeliyim ben Hünkârlıkdan.”
Aldı iki evladını : gitdi otağa,
Yerde halı benzendi bir çiçekli bağa,
Tavan bütün yakut, zümrüd ile bezeli,
Elmas tahtıda oturmuşdı dünya güzeli,
Üç misafir yerleşdiler kızla safraya
Şanlı safra yayılmışdı bütün ovaya,
Dağarcıkdan durmaksızın altun akardı,
Şehzâdeler bu servete şaşkın bakardı,
Peri Sultan didi : “ niçün küçük oğlunı
Getirmedin, çokdan beri onun yolunı,
Bekliyordum, onun ile barışacakdım.”
Bu belki içinize karışacaktım.
Hakan didi: “ üç itdim, yanıldı,
Kelle itdim bana layık oğul değildi.
Peri Sultan hıçkırarak kalkdı safradan,
Didi : “ Eyvah ! Yüce şahin uçmuş yuvadan!
Nasıl onı boğazladın, ey eli kanlı?
Değildi o kıyılacak bir delikanlı?
Şu gördüğün şeyler : çadır , safra, dağarcık
Bütün onun kazancıda, elinden aldık.
Sakınmazdı yedi başlı devden canını
Zalim baba! Nasıl dökdün onun kanını?”
Taht üstüne düşdi, yanık ahlar çekerek
Didi : “ Artık bana soğuk bir kefen gerek!”
Padişah’ın benzi kireç gibi solmuşdı,
İki ma‘sum Şehzâde’nin gözi dolmuşdı,
Bu anda bir atlı geldi, girdi çadıra,
Herkes bakdı, üstündeki güç bahadıra,
Sultan koşdı, didi : “ İşte benim Şehzâdem!”
Yıldız didi : “ Evet benim; çekmeyin elim!”
Bugün avda dolaşırken bir ala geyik
Kaçtı düştim arkasına, bir bağa girdik;
Ekilmişdim, tutacakken gizlendi gözden,
Doğrulunca ne göreyim buradayım ben!
Meğer eksik görmüşde bu bensiz meclisi
Gelmiş, bana yol göstermiş sevgi perisi !”
Babasına döndi, didi: “ Afu eyle beni,
Cellâdımı kandırarak bozdım emrini
İşte benim kazançlarım, fakat en üstün
Dileklerim iki şimdi, onlara bugün.
Nail oldum: Birincisi sevdiğim geldi,
İkincisi han önünde alnım yükseldi.”
Sultan didi: “ Ben seninim, baht senin oldı!”
Hakan didi : “ Oğlum ! artık taht senin oldı!”
Dökün didi : “ Bırakmayın beni yarına!”
İki aşık o gün irdi muradlarına…
ALA GEYİK
Çocukdum, ufacıkdım.
Top oynadım, acıkdım
Buldum yerde bir erik,
Kopdı bir Ala geyik.
Geyik kaçdı ormana,
Bindim bir ak doğana.
Doğan yolu şaşırdı,
Kaf dağından aşırdı.
Atdı beni bir göle,
Gölden çıkdım bir çöle
Çölde buldum izini,
Koşdum, tutdum dizini,
Geyik beni görünce,
Düşdi büyük suyunca
Virdi bana bir elma,
Didi : “ Dinlenme durma.
Dağdan yürü, kırdan git,
“Altun köşke” çabuk yit,
Seni bekler ezeli
Orda “ dünya güzeli”
Bin yıllık çula doldı!”
Bunı didi sır oldı.
***
Yedin sırlı elmayı,
Gördüm gizli dünyayı,
Gündüz oldı giceler,
Ak sakallı cüceler,
Korkunç devler hortladı.
Cinler cirid oynadı
Kesik başlar yüyürdi
Saçlarını sürürdi.
Bir de bakdım melekler
Başlarında çiçekler,
Devlere el bağlıyor,
Gizli gizli ağlıyor,
Kılıcımı çıkardım,
Perileri kurtardım,
Kurtardığım periler
Adım adım geriler
Kanadını açardı,
Selam virir kaçardı.
***
Az uz gitdim!... dolaşdım,
(Altın köşk) e ulaşdım,
Bir kapısı açıkdı,
Öteki kapanıkdı.
Kapalıyı açarak,
Açığa vurdum kapak,
At önünde et vardı
İt otumuza, ağlardı,
Otı ata yetirdim,
Eti ite yedirdim,
Açdım bir elmas ota
Dev şahini uykuda.
Gördüm, kesdim başını,
Didim : “ Ey ifrit, hani
Nerde “ dünya güzeli?”
Didi : “ Elinde eli!”
Döndüm, bakdım bir kırgın
Elbiseli güzel kız
Durmuş bekar yanımda,
Şimşek çakdı canımda,
Güldi, didi : “ Türk Bey’i,
Tanıdın mı geyiği?
Kimse beni bu devden
Olamazdı, ancak sen
Kaya daldın, dağ yardın,
Geldi, beni kurtadın.”
Ah o imiş anladım,
Sevincimden ağladım,
Didim : “ Turan meleği!
Türk’ün yüce dileği!
Yüz milyon Türk bu anda
Seni bekler Turan’da.
Haydi çabuk varalım,
Kara kağı yanalım.
Sonun ocak canlasın
Yoksul ülke şanlansın!”
İndin iti okşadık,
Geçdik nice dağ, kaya,
Geldik demir kapıya.
Kapanmasa çok yıldı.
“Açıl!” didim açıldı.
Yol virince gizli yurt
Aldı bizi bir boz kurt,
Kaf dağından geçerdi
Türk iline getirdi.
ARSLAN BASATI
1- Nasıl dünyaya gelir?
Bayındır Han, her yıl, yener mi dört bey’i,
Çağırır toplardı ulu derneği…
Köyünden kığırdan atdan deveden,
Kurbanlar keserdi, viridi şölen
Dolardı bin huz şarab, bin kımız.
Tepeler gibi et yiyen sayısız!
Gene geldi bir gün şölenin çağı,
Bayındır kurdı altun otağı,
Çiçekli halılar döşetdi yere,
Ulaklar gönderdi bütün beylere,
“Kurulsun yener mi dört beyden kurultay,
getirsin yanında her bin bir alay!..
lākin? Han “ Kim kısır, bileyim iyi!..
Diyerek bu sefer bozdı töreyi,
Üç otağı kurdı:Kızıl, ak, kara;
Buyurdı sorgucu al çavuşlara:
“Gelince her beğin olayı, tuğı
Öğrenin erkek mi, kız kı çocuğı?
Kızı olan konsun kızıl otağa.
Oğlı olan insin akçil otağa
Bahtı kara bir beyi Kızsız , oğulsuz,
Varsa onu kara yurda koyunuz!
Kimin ki Tanrı’dan ak değil bahtı,
Olamaz bu ilde bir altun tahtı!
Düşecek altına siyah geceler.
Kara koyun eti virin, yerse yer,
Yimezse otakdan çıksında gitsin,
Lev mi bize değil, Tanrı’ya itsin!”
Tan rüzgarı salkım, salkım eserken,
Atlar sahibini görüb kişnerken,
Okurken horoslar sabah ezanı,
Göç iderken boy boy kuşlar kervanı,
Gün vururken göğsü güzel dağlara,
Saçılırken artık gökden ak, kara,
Bezenirken Türk’ün kızı, gelini,
Her gün bekler arar biri birini…
Bugün de sarayı açarken doğu,
Parlarken ufukda yaldızlı toğu,
Gün han ordusıyla cenge inerken,
Yıldızlar bir başka ufka sinerken,
Yener mi dört boy bey’i ata bindiler.
Her biri bir boyla dağdan indiler,
Bir büyük boy ordu ( Uruz Han) adı,
Kırıkdı bu beğin kolı, kanadı,
Oğlı, kızı yokdı, yaşardı mağmur,
Dünya’nın en tatlı zevkinden mahrum.
Uruz Han o gece çıkdı otakdan
Gördi ki atlılar geçer uzakdan,
Bindi kırık yiğitle yağız atına,
Doğrultdı dizgini hanın katına..
Sevinçle saraya gelince bu Han,
Çavuşlar didiler : “ Böyledir ferman!”
Kondurdular onı kara otağa,
Sardılar bir kara keçe toprağa…
Didiler: “ Burada oturub, ey Han,
Yeyiniz, bir yahni kara koyundan.”
Uruz Han didi ki “ Benden aşağı
Beklar tutdılar ak, kızıl otağı.
Bir kara yüzlülük var mı ki bende,
Kara otağı aldı yerim şölende,
Ne kılıcım kında, ne safram şansız,
Bu ok bana nerden geldi apansız?
Söylesin bir suçum varsa bileyim,
Bu ilde o Han’sa ben de bir Bey’im!”
Çavuş didi : “ Hanın budur buyruğı,
Sorunuz beylerin var mı çocuğı?
Kızı olan konsun kızıl otağa,
Oğlı olan insin akcil otağa,
Bahtı kara bey : Kızsız, oğulsuz,
Bulursanız kara yurda koyunuz.
Kimin ki Tanrı’dan ak değil bahtı,
Olamaz bu ilde bir altun tahtı!
Döşeyin altına siyah keçeler,
Kara koyun eti virin , yerse yer
Yemezse, otakdan çıksın da gitsin
Lev mi bize değil, Tanrı’ya itsin!”
Uruz Han, kalkarak yiğitlerine,
Didi : evimize dönelim gine
Gideyim, ozandan kara bahtımı,
Sorayım: Ben miyim, sebeb karım mı?
Geldi eve bakdı: güneşi paslı,
Karısı siyahlar giymiş, yaslı…
Didi : “ Ey ömrümün yoldaşı karım
Bu gün hem sen yaslı, hem ben ağlarım…
Sezdin mi var benim başımda matem?
Doğduğumu kıbleye çekdiğin elim?
Ordan mı sen böyle giydin karalar?
Bilsen bu renk beni nasıl yaralar!”
Burada Hanım didi : “ Gizliydi derdim,
Senden nice yıldır onı gizlerdim,
Sen evde değilken giyer siyahlar,
“Kısır kaldım, diye çekerdim ahlar!”
Uruz Han didi ki ; “ dimek bu siyah
Bahtımız sendenmiş senden bu günah!
Hanın otağına bu gün gitimde
Anladım yok benşm yerim şölende!”
Burla Hanım didi: “ sözün dolaşıp,
Anlat ne gelsiyse başka açık”
Uruz didi gittim: “Han’a bu sabah,
Karşıma her çıkan renk oldu siyah.
Kondurdılar beni kara otağa,
Sardılar bir siyah keçe toprağa,
Didiler : Burada oturub ey Han,
Yeyiniz bu yahri kara koyundan,
Çünkü bugün Han’ın budur bıyruğu:
Öğrenin , beylerin var mı çocuğu,
Kızı olan konsuz kızıl otağa
Oğlu olan insin akçil otağa
Bahtı kara bir bey? Kızsız, oğulsuz;
Bulursanız kara yurda koyunuz,
Kimin ki Tanrı’dan ak değil bahtı,
Olamaz bu ilede bir altın tahtı!
Döşeyin altına siyah keçeler,
Kara koyun eti virin, yerse yer,
Yemezse otakdan çıksında gitsin!”
Lev mi bize değil, Tanrı’ya itsin,
Ah, şimdi anladım : Tutulmuşum ben,
Bu kara yazıya senin yüzünden.
Kılıcım kınında uçsuz duramaz,
Oğlı olan bana, bıyık buramaz,
İstersen akmasın toprağa kanın,
Söyle, niçün kısır kaldın, ey kadın!”
Burla didi: “Bırak bu acı soru,
Yılmaz Türk kızının ölümünden gözi,
Kimseye kaş değil bu serin özü:
Onı benden değil, git sor Tanrı’dan!
Durmasın, otağı kurdur ovaya,
İç ili, diş ili çağır sofraya,
El açsın altı ok birden duaya
İstesin Tanrı’dan bize bir oğlan ,
Durmasın, şölenler toplaki yaz kış
Beğenir mi dört boy bey’i eğlesin alkış,
Alkışa alkıştır, kargışı kargış,
Onlar ne dilerse verir yaradan!”
Uruz Han beylere haber gönderdi
Açtı al otağı halılar serdi.
Koyundan, sığırdan, atdan, deveden
Kurbanlar keserek virdi bir şölen,
Dodurdu yüz hoş şarap, yüz kımız
Tepeler gibi et yiyen sayısız
Saatlerce sordı ipeği ile aş.
Şölenin solunda başladı kinkeş
Uruz Han didi ki “ ey yüce şölen!
Gizli değil size, başmakan;
Oğlum yok Han beni çekdi yasağa
Kondurdı şölende kara otağa,
Şübhesiz, anlatmak istiyordı Han,
Yokdur benden sonra yer mi tutan,
Doğruya, olursam bu yerde , bu ocak.
Tahtım, tacım, ordum kime kalacak!..
Dilerim : Tanrı yurdına varanın
Olarak bir kenar virsin bu derenin,
Yener mi dört boy beyi: eylesin alkış,
Albışı alkışdır, kargışı kargış!
İstesin bu eve bir yiğit kızan,
Onlar ne isterse virir yaradan!”
Duaya yürekden el açdı şölen,
Uruz’a bir oğul istendi gökden
Hepsin de itimad vardı duaya
Dokuz ayla on gün girdi araya!
Uruz’a bir oğul virdi yaradan
Tali kurtuldı artık karadan.
2-Nasıl ve nerede buyurdu
Karanlık bir gice, sabaha yakın
Oğuzun üstüne geldi bir akın
Bu akın atadan kalma bir öçdi.
Ürkdi : Oğuz ile uzağa göçdi …
Bir saza uğradı yolı giderken,
Uruz Bey’in oğlı düşdi beşikden,
Komşu bir arslanın yavrusu yokdı.
Görünce çocuğı bağrına sokdı,
Götürdi yavrusuz kalmış inine,
Oldı ana gümrah sütle bir nine..
Yıllarca emerek hep arslan süti,
Çocuk bu karanlık inde büyüdi…
Yıllar geçdi, oğuz ordusu gene,
Döndi, otağ kurdı eski yerine…
Bir gün taht üstünde hanların hanı,
Didi “ arslan var beyiz insana,
Yahud bir insan ki bağırır arslana,
Her gün sazdan çıkar, bize saldırır,
Süd emen tayları dağa kaldırır.”
Yener mi dört boy bey’i ulu divanda
Hazırdı, koyının bey’i o anda
Kalkdı, didi “ ey han sizcede ma‘lum,
Göçde gayb olmuşdı bir küçük oğlum..
Düşümde didiler : bulmuş bir arslan
Bir gün getirecek sana bir çoban…
Emr idin beylere saza gidelim,
Bu düzme arslanı elde idelim!”
Han didi “ Şimdiden gözlerin aydın,
Haydi beyler , binin, gidin arayın,
Yener mi dört boy bey’i heman bindiler,
Arslanın inine sürüb indiler
Baskınla kaçırtub dişi arslanı,
İnden çıkardılar gürbüz oğlanı,
Kayı bey’i aldı bağrına basdı,
Çıkardı yayını boynuna asdı,
Didi : “ Sen kayısın, oğuz’sun, Türk’sün,
Senden dostlar değil, düşmanlar ürksün!”
Çocuğı babası eve gönderdi.
Anası Oğuz’a bir (şölen) virdi…
(Şölen) de içerken Oğuz beyleri,
Korkud Ata çekdi onu ileri,
Didi “ oğlum, senin ataların kayı
Oğuz Han’dan almış bu altun yayı…
İlk hanlık çıkmışdı kayı boyundan,
Son hanlık gelecek onun soyundan…
Soyun bu son tacda baht da kalacak,
Saltanat durdurça tahta kalacak.
Senden de bu ile gelecek imdad
Onunçün ben sana (basat) koydum ad!”
3- Daha küçük bir çocuk ki kızgın
Bir boğayı nasıl yendi
Uruz Han, bu sene, Bayındır Han’ın
Göçüne karışmış, konmuşdı yakın,
Çocuğı, burada yoldaşları buldı,
Onlarla aşığa, topa koyuldı…
Meğerse, meydanda her bahar, her güz,
Dövüşe çıkarmış deveyle öküz,
Gelirmiş bir yerden kızgın bir boğa,
Çıkarmış önüne bir korkunç buğra,
Bunlar boğuşurken, kanlar akarmış,
Yener mi dört bey’le Han kökşden bakarmış…
Göründi uçar Alp her bir yanında.
Çocuklar oynardı gene orada,
Dinildi “ kalmayın, sakın burada!”
Kaçdılar, her biri, tutdı bir yolı,
Lakin teprenmedi Uruz’un oğlı,
Didi : “Yılmaz gözüm kurtdan, boğadan,
Er olan çekilmez onundur meydan!”
Bu onda çözdiler hep zincirleri,
Boğa ağır ağır geldi ileri.
İstedi çocuğun girmek kanına,
Çocuk bir sert yumruk vurdı alnına,
Boğa adım adım çekildi geriye,
Fakat, gene dünden, geldi ileri
Yürüdi o gene kahraman çocuk,
Dayadı alnına, demir bir yumruk,
O, itdi ileri, bu itdi geri
Güçleri dindi geldi, yenmedi biri.
Alp didi : “ Düşmesin diye bir çardak,
Direkden vururlar ona bir dayak,
Ben bunun alnına dayak mı oldum,
Düşmesin diye mi uğraşıyordum…
Çocuk birden bire yoldan savrudı,
Hızlı hamlesiyle tutnamadı,
Yüzi üsti düşdi, bağrı kanadı,
Kahraman el vardı heman bıçağı,
Başını keserek atdı uzağa…
Alkışla geldiler Oğuz Beyleri,
Didiler : “ bin yaşa, ey meydan eri!
Sen bugün gençliğe büyük şan virdin
Oğuz’a bir yeni kahraman virdin!”
Babası oğlunun alnından öpdi,
Didi : Helâl olsın ananın süti!”
Dede korkud geldi, didi : “ Uruz Han,
Oğlana beylik vir, taht vir durmadan,
Vir bir sürü koyun,at,sığır, deve
Kondur onı altun başlı bir eve,
Canına şansızlık halı tak itdi,
Boğayı yakdı, bir unvan hak itdi.
Adını sen virdim olsun ( Boğaç Han!)
Başını kol virmez, virsin yaradan!”
Babası oğluna ev, ocak virdi,
Çek di ulusundan bir oymak virdi…
4- Oğuz ilini Tepe Gözden nasıl kurtardı?
Göçerdi her sene Oğuz yaylaya,
Göçerken dizilir boylar sıraya,
Ön safda kayı’nın boyı geçerdi.
Uuruz pınardan ilk o su içerdi…
Yine bir yaz güni Oğuz göç itdi.
Önce sarı çoban pınara yatdı,
Bakdı ki ansızın koyunlar ürker
Bir de ne görsün, çıplak periler
Oynarlar kumsalda, sıyun içinde,
Didi : “ ben böyle iş görmedim çin’de!”
Atıldı birinin tutdı belinden,
Fakat peri heman kaçdı elinden
Didi : “ Madem elin dokundu bana,
Çorçluyum, ey çoban, bir oğul sana!
İyi bil ki büyük vebale girdin,
Oğuz’un başına bela getiridin!”
Koyun ürkdi kaçdı çoban “ didi ah!
İstemeden bir suç, kazandım günah,
Bir peri tutayım derken Uruz’a,
Felâket getirdim şanlı Oğuz’a!”
Bir yıl sonra yine uzun pınara
Geldi, çoban kondı kumsal kenara…
Bir peri göründü didi: “ ey çoban
Oğuz’ı kıracak itdiğin ziyan!...
Sana bir meşin top getirdim, hopla
Çocuklarla her gün bu meşin topla!
Topun şekli korku virdi çobana,
Kaçdı,uzaklardan tutdı sapana,
Vurdukça büyüdi… oldı bir yığın!
Didi “ bana artık talim dargın!”
Bırakdı yığını, daldı işine
Kaçan sürüsünün düşdi peşine…
Geçdi bu sırada Hanların Hanı,
Beyler’e gösterdi yerde yatanı!
Bir yiğit bu topu tutdı çomağa,
Vurdukça büyüfü , benzedi dağa…
Hayrete düşürdi bu işi Uruz’ı
Çizmesiyle tepdi, dökdi mahmuzı,
Yarıldı, gördiler, topun içinde.
Tepesi tek güzel korkunç bir gövde…
Uruz koca didi Bayındır Han’a
Basatla besleyim vir şunı bana!
Han “ Peki ol” didi, eve yetirdi,
Bir taya buldırdı, virdi emzirtdi…
Taya kör memeyi virdi çocuğa,
Çocuk bir çekince döndi sucuğa,
İkinci çekişde kanını aldı,
Üçüncü çekişde canını aldı,
Taylar hep böyle viriyorlardı can…
Didi : “ Süt viriniz, günde bir kazan!”
Çocuk kanmaz oldu bir kazan süte
Didi “ on kazan süt isterim günde!”
Çocuklarla bazen kırda gezerdi,
Kiminin burnunu koprub yerdi,
Kiminin kulağı ağzına girer,
Bir daha çıkamazdı, bir gün anneler
Kopardılar bir gün bir den vaveyla,
Geldiler Uruz’a itdiler şekva…
Uruz kaç defalar dökdi çocuğı.
Bakdı ki dinlemez asla buyruğı,
Usandu, evinden dışarı attı,
Geldi, ona peri annesi çatdı,
Bir yüzük virdi (yat) dinilen kaşdan,
Didi : “ korkma artık demirden taşdan!”
Tepe göz Oğuz’dan gitdi uzağa,
Çıkdı (Kanlı kaya) adlı bir dağa…
Yol kesdi, ad aldı, oldı harami
Başladı kırmağa Türk’i, acemi…
Bayındır Han didi “ Kutludur bu yurd,
Barınamaz burada ne haydud, ne kurd!
Emritdi başbuğı solur Kazan’a,
“ Bir ceza virin bu düzen bozana!”
Kazan didi “ Demir dövenli mamağı
Göndereyim, şuna çalsın mızrağı!”
Momak bindi, girdi kanlı kayaya!
Bir ok atdı önce deli baltaya,
Ok değdi göğsüne, geriye döndi…
Kılıç vırdı, oda dörde bölündi…
Nihayet, el atdı onlu mızrağa,
Kırıldı, parçası düşdi uzağa…
Tepe göz- gülerek-didi : Hey sersem,
Beni demir kesmez, yüzüğüm yaşım!”
Mamak tutdı onı sapan taşına,
Kayalar fırlatdı gözsüz başına…
Taşlarda itmedi terine te‘sir,
Tepe göz Mamağı eyledi esir…
Kazan gördi artık gelmiyor Mamk,
Didi “ Kara güne, sen git de bir bak!”
Kara gün, Kınık, bayat, Alp orada,
Afşar, çini, indir, bu küdüzli eman…
Birbiri ardınca dağa gitdiler…
Gidenin birinden gelmedi haber.
En sonra askerler kazan yürüdü.
Dağları, taşları duman bürüdü:
Kayı Uruz, kayı Selçuk beraber…
Han umdı bu kere iyi bir haber.
Fakat, çok geçmeden bozuldı oğuz,
Yaralandı Kazan, duruldı Uuruz,
Kayı Selçuk öldi askeri kaçdı,
Dede Korkud beyaz bayrağı açdı,
Topladı yaralı düşen beyleri.
Kalan yiğitlerle getirdi geri..
Matem çığlığıyla doldı obalar
Göz yaşları dökdi bir çok babalar…
Oğuz öğrendi, göçmek istedi gine,
Tepe göz sed gibi çıkdı önüne,
Bu küsmüş çocuğı yoldan çevirdi,
Aldı, onı eski yurda getirdi…
Oğuz göçmek içün yol bulamadı,
Tepe göz sed gibi çıkdı önüne,
Bu küsmüş çocuğı yoldan çevirdi,
Aldı, onı eski yurda getirdi…
Oğuz göçmek içün yol bulamadı,
Yedi kere kaçdı kurtulamadı…
Bayındır Han didi : “ Ey Dede Korkud,
Senin sözün geçer, git şunı okut!
Onunla kesim kes, virelim harac,
Bir zde koyun çokdur, onun karnı aç’”
Dede Korkud geldi, didi “ gündelik
Kaç yüz koyun yeter sana ey melek!”
Didi : “ bana burcı yener mi dört boyun.
Günde altmış insan, iki bin koyun!”
Korkud didi “ Bey’im , bu hızına senin,
İyimi bitmesi çabuk hazinenin?
Günde beş yüz koyun sana atalım!”
Didi “ Buna iki erde katalım.
Lezzeti başkadır insan etinin,
Bir de bana iki aşçı gönderin!”
Korkud geldi işi cana anlatdı,
İki insan virmek halkı ağlatdı…
Çare yok, kesime razı oldılar,
Kazanlar sararub kızlar soldılar…
Yapağılı koca ve yüklü koca,
Aşçı diye gitdi o kanlı berce…
Bir ihtiyar vardı; Kabak Kan adı.
Varmış bunun yalnız iki evlâdı:
Tepe göz birini önceden almış,
İhtiyar yalnız bir oğlı kalmış!
Günler geçdi nevbet geldi kalana,
Çocuğun anası düşdi figane,
Kadına didiler bir “ şanlı ordu
Geldi kırda altında otağı kurdu…
Bir arslan yastadır yenmiş acemi,
Esir almış Zalik oğlı Rüstemi,
İran seferinden gelmiş, git ona,
İste bir kol virsin bedel oğluna!”
Kadın koşdı altun otağa geldi,
Matemli feryadı göğe yükseldi…
Basat çıkdı, sordı : “ ne var ey kadın,
Derdin nedir, niçün böyle ağladın?...
Kadın didi “ B ilsen, ah, neler oldı!
Oğuz’un kaygıdan bağrı kan doldı!
Sen gitdin ordular bozdun İran’da,
Bizi bir tek mahluk ezdi Turan’da!...
Ne çıkdı hasırdan aldın tahtını?
Ağarmadın Türk’ün kara bahtını!...
Ne çıkdı Rüstemin kırdın belini?
Sen yükünü ezdiler Oğuz ilini…
Alpler esir düşdi, sen varamadın,
Onlardan birini kurtaramadın!
Ne Mamak kurtuldı, ne bu küdüz emen
Ne Afşar, ne bayat, ne de Alp ören!
Hepsini kapdırdık bir kanlı deve,
Siyah bayrak açdı şimdi her eve…
Ah, sorma, ah, sorma! Kardeşin Selçuk.
Onda ayıp itdin, yaşını tutduk!
Ahı sorma, ah sorma, dayın kazanı
Yarasının hâlâ akıyor kanı!
Ah, sorma, ah sorma! Ey kayı oğlu,
Baban Uruz’un da kırldı kolı!...
Tepe göz o senin eski uşağın
Çekilmiş sırtına şu yüce dağın,
Bizden her gün alır beş yüz koyun bac,
Lâkin yine duyulmaz, yine gözi aç…
Ah, nasıl söyliyeyim, iki de adam:
Kanlı sofrasına ideriz ikram!...
İki oğlum vardı, virdim birini,
Kalandanayırır şimdi Han beni…
Ey Alpler başbuğı! Bir kol vir bana?
Oğlum içün bedel vireyim Han’a!
Basat didi “ Eyvah ölmüş kardeşim,
Ben yıldız ararken sönmüş güneşim!
Babam : kolu kırık, dayım yaralı!
Sevinmek gelini, kızı karalı!
Şan göçmüş vatandan, yurd yarsız kalmış!
Alplerin kemiği merasız kalmış!
Oğuz derd içinde, kayı tasada!
Büzülmüş ne varsa altın yasada!
Atlarım İran’da yaparken akın,
Turan’ın başına ne gelmiş, bakın!”
Basat hem kol virdi, kadına hem mal,
Ben varken Tepe göz “ varım diyemez,
Değil insan, bir kuş bile yiyemez.”
Kadın ata bindi, gitdi Oğuz’a,
“Müjde , oğlun geldi!” did Uruz’a…
Anası, babası, hake şeker itdi,
Yener mi dört boy bey’i karşıya gitdi…
Basat babasının öpdi elinden,
Didi “ Tepe göze gidiyorum ben!”
Kazan didi basat umama zaferi,
Bu ne handicinindir, ne Rum seferi,
Ölürsen sönecek Oğuz’un feri,
Nice koç yiğidi boğdı Tepe göz!
Derisi demirden, gövdesi mermer,
Yumruğu gülünkdür, parmağı hançer…
Ne ok deler onı, ne kılıç geçer?
Bir peri kızından doğdı Tepe göz!
Basat didi Kazan, bir iman eri
Düşünür cihad’ı anlamaz zaferi;
Gideceğim; imdad bekliyor Oğuz!
Keserim demirden olsa başı
Bana karşı durmaz yüzünün kaşı,
Kırarım yaşımdan olsa taşı
Gideceğim, bana Tanrı kuluyuz!
Basat geldi eve yaslı anası
Oğlunı görünce çıkardı yası,
Bağrına basarak öpdi yüzünden,
Didi : “ O gitdiyse seni buldum ben!”
Basat didi “ ana, çıkarma yası,
Bitmeden oğlunun kanı duası,
Avcı bana düşer, sana karası.
Düşman sağ durdukça bize yok sevinç!
Gidyorum eğer vurusam şunu,
Bitirirsem bu son ergenekonı,
O zaman çık yadsan, unut oğlunı,
Kanlı dağ durdukça bize yok sevinç!”
Ana didi “ oğul, gitsen küserim,
Gitmesen evlâdım er değil dirim,
Anan darılsın, sen söyle erim,
Git oğlum , cenge gir, burcını evde!
Ben belki isterim korkak olasın,
Kızım gibi bana yardak olasın…
Sakın, ha bu yolda uzak olasın.
Sen bildiğini yap, bana deli de!
Basat didi “ ana bu altın yayı
Suyuna yadigar bırakmış kayı!
Belki, ben ölürüm, bunı sen sakla,
Bir gün ahâli çıka eline ala!”
Öperek elinden yola düzüldi,
Şahin gibi kanlı dağa süzüldi…
Basat gördü dağda bir ocak yanar.
Başında oturmuş aşçı kocalar,
Tepe göz sırtını güneşe karşı
Virmiş, bir kayanın üztünde başı
Basat bir ok atdı bağrına vurdı,
Ok batmadı, düşdi yanında durdı
Bir daha, bir daha atdı hayali ok:
Gördi, anladı ki okun hükmi yok.
Tepe göz dedi ki “ şimdi son bahar,
Aceba ondan mı sivrisinek var?”
Bir ok daha atdı, düşdi önüne,
Didi “bana bir av geliyor gine!”
Sıçradı uzakda bir genç Oğuz’ı
Görünce didi ki “ gelmiş bir kuzı…
Aşçılar, bu akşam budur pişecek,
Kim bilir pişince nasıl şişecek!”
Fırladı, elinden tutdı basatı,
Çizmenin kuncuna sokarak yardı…
Kuncı kesdi, çıkdı içinden Basat,
Gitdi kocalara didi “ bu Polad
Tenli diye nasıl öldüreyim ben,
Söyleyiniz bana ölümü nereden?”
Kocaları didiler “ bilmeyiz ama,
Gövdesinde et yok , gözünden başka!”
Didi “ bitiririm, şimdi işini,
Kızartınız bana kebab şişini!”
Basat güvenerek doğru özine,
Kızgın şişli sokdı divan gözine…
Tepe göz bir kaplan gibi haykırdı,
Yumrukla kayayı cam gibi kırdı…
Basat kaçdı koyun dolu yapıya,
Tepe göz sezerek geldi kapıya,
Koydı iki yana ayaklarını
Sığayarak, geverek kulaklarını
Geçirdi koçları bir bir ağından
Korkmuşdı Basat’ın kaçacağından…
Basat bu anda bir koç devirdi,
Derisini yüzdi içine girdi,
Geldi bir koç gibi kapıya doğru…
Tepe göz diyerek “ bundadır uğru!”
Şiddetle elini başına çaldı:
Basat kaçdı, post elinde kaldı…
Didi .. “ kurtulduk mu gine ey oğlan?”
Basat didi “ Yardım itdi yaradan!”
Tepe göz didi “ al bu yüzüğümü,
Artık sana değmez büyü düğümü…
Takınca parmağa gelir sana fer.
Ne ok deler seni, ne kılıç keser!”
Basat aldı, takdı, didi “ Takındım!”
Tepe göz “ Herkesden, didi sakındım,
Fakat, sen layıksın bu armağana,
Bu kutlu yüzüğü vireyim sana,
Gözümü kör itdin evlâd verme beni,
Kendime bir yoldaş ideyim seni!”
Basat didi “ Senden istemem ben mal,
Canki vir bana yüzüğünü al!”
Hiddetle yüzüğü atdı başına,
Gitdi yüzük düşdi eşik taşına…
Tepe göz didi “ bak bu yeşil kaba,
Bir zengin hazinedir, değildir türbe,
İçi dolu elmas, inci, mücevher,
Gir de gör : içinde, neler var , neler!”
Basat girdi, gördi büyük bir hazine!
Tepe göz girdin mi, didi içine?
Basat didi “ girdim” Tepe göz didi:
“Bir yumrukla seni ezdim şimdi!”
Bir yumruk fırlatdı, yıkıldı kendi,
Basat na‘ra atdı : “ ey Tanrı meded!”
Sapsağlam kabdan çıkdı, kurtuldı,
Yüreği temizdi, selamet buldı,
Didi “ Kurtuldun mu, gine ey oğlan?”
Basat didi : “yardım itdi yaradan!”
Tepe göz didi ki “ Tali sana yar!
Şu mağara içinde iki kılıç var!
Birisi kınlıdır, birisi kınsız
Beni kınsız olan öldürür yalnız!”
Basat girdi, gördi bir kınsız kama:
İner, çıkar daima asılı dama.
Didi “ buna asla olmaz dokunmaz!”
Hançerini vurdı öldü iki şok
Yayını alarak bir ok fırlatdı,
Zincirini kırdı, toprağa atdı,
Kendi kılıcından kını çıkardı,
Onunla tutarak dışarı vardı,
Geldi, didi ona “ bire Tepe göz,
Keseceğim seni, ne lazım çok söz!”
Didi “Kurtuldun mu gine ey oğlan?”
Basat didi “yardım itdi yaradan!”
Tepe göz didi “ sana ölüm yok…
O gece tek gözüme sapladın bir ok,
Sen, beni dağladın bir kıvılcımla,
Şimdi de kesersin öz kılıcımla!
Ölümden pervam yok, fakat bileyim
Kim karşı böyle aciz güleyim?
Hangi ilden, söyle, hangi boydansın!
“Vatanın neresi hangi soydansın?
Er erden gizlemek olmaz adını.
Söyle kimsin, anan kimin kadını?”
Basat didi “evet, yiğit, yiğitden
Cinsini gizlemez nurun oğluyum ben.
Aslımı sorarsan (Oğuz) soyundan,
Oğuz’un içinde Kayı boyundan…
Anam (Kağan arslan), atam (Gök ağaç),
Ak gün, kara günde yürüdüm (Gün ortac).
Hanım (Bayındır Han), başbuğum (Kazan),
Karanlık gicede parolam (Oğan…)
Kardeşim (Selçuk) der, kaldim kin dolu,
Bana (Basat) dirler (Uruz’un oğlu)!”
Tepe göz didi ki “dimek kardeşiz,
Bir evde büyüyeni yoldaşız, eşiz!”
Basat didi ona “sus, bire alçak,
Ne o bırakdın, bizde ne ocak!
Kardeşim selçuk’u vurdun, öldürdün,
Sonra, koyun eti gibi buldurdun!..
Bırakdın ihtiyar babamı kolsuz,
İnsan eti yidin töresiz, yolsuz!
Oğuz’ı ikiletdin, kayıyı yakdın,
Bize sen yapmadık neyi bırakdın!
Keseyim de seni ey dudağı kan!
Yeniden hayata başlasın Turan!”
Basat bir sert yumruk bağrına dürtdü,
Deve gibi onı yere çökertdi,
Boyalı kılıçla kesdi başını,
Sildi mazlumların kanlı yaşını!
Koşdı, gitdi yüklü koca,
Müjde virdi (Gün ortac)
Bütün oğuz berce geldi,
Önde Uruz koca geldi.,
Bayındır Han yapdı şölen:
“Kalan kaldı, öldi ölen!”
Didi “gine binsin gençler,
Taksın ok yay, kılıç hançer,
Gine kolsun Oğuz kızı,
Yüreklerden çıksın sızı!
Gine gitsin uzak, yakın.
Dört bucağa Türk’den akın!”
Yener mi dört bey tekbir aldı.
Dede Korkud kopuz çaldı…
Alkışladı kayı Bayat.
Bilgeler yaşa arslan Bayat.
Dede Korkud tebrik itdi Oğuz’ı
Destanlar okudı, çaldı kopuzı,
Didi kahramandır, Türk’i yaşatan
Türk ilinde eksik olmaz kahraman
Bir zaman gelecek yine Türk yurdı
Görecek Rum adlı ma ‘lun bir ordu
O zaman çıkacak ortac dağından
Bir Mustafa Kemal adlı kahraman
Kurtarub Türklüğü bu Tepe gözden
Kılacak vatanı bahtiyar şad, şen
Türk’ün Basat gibi çokdur arslanı
Mustafa Kemaller baş kahramanı
PEHLİVAN VELİ
Hind Sultan’ı toplayarak bir gün ulu bir divan’ı Vezierlerden sordu “Hiçbir yerde, hiçbir pehlivan Duydunuz mu (diye pençe) ye üstün olsun ya akran?” Hep susdılari, büyük vezir kalkdı, didi Sultan’a; “Padişah’ım Hevarizm ilde ( Pehlivan Veli) anlamıyor. Bir yiğit var Türkistan’da “Göç Tanrısı” tanılır. Sulatan didi “Belki Türkler bu zininde yanılır, (Diyu pençe)yi gönderelim, işi koysun meydana.” Havarizm şaha mektub virüb diyu pençeyi gönderdi. Yazdı: “Dünya Pehlivan’ı şimdiye dek bu erdi;
Her taraf erlerini işte yere bu sardı:
Geldi meydan okuyacak sizin veli pehlivan.”
Diyü pençenin arasında gitmiş idi yanında;
Müslümandı, velilke iman vardı cananda,
“Pehlivan Veli” adı korku doğurmuşdı kanında
dimiş idi: “gideyim de yalvarayım Rahman’a”
hind kervanı üç ay sonra geldi hevarzum iline;
mektub eyle armağanlar değdi Han’ın eline.
Pehlivanlar görüşmesi düşdi halkın diline,
Bütün Hive ahalisi hazırlandı sırada
Hevarizim Han’ı henüz İslam olmamışdı, gavurdı.
“Hangi biri yenilirse asılacak!” buyurdı,
vezirleri: Pehlivan Veli puta tapan bu yurdı
İslamlığa sokmakdadır, “ dimişlerdi Kağan’a,
Pehlivan Veli dua için gizli olan mescide
Gitmişdi, bir koca kadın ağlıyordu mahfilde:
“Yarıb: oğlum yenilmesin! Acı bize vahinde.
Diyü pençeyi asarlarsa ben dönemem vatana.
Bir tanecik evlâdımdır, acı bana, Allah’ım!
Odur benim gönlüm, canım, mahbetim, penahım!
Ne onun bir kabahati var, ne benim günahım,
Kayıma böyle bin yıda bir yetişmeyen arslana,
Kayıma, İslâm yiğididir, Mahmud’un arslanı,
Senden almış bu kuvveti, bu gövdeyi, bu canı..
Senin arşın değilimdir, onun temiz vicdanı.
Kayıma ki bir mücahisdir vakıf itmişim karana!”
Bu yalvarış yüreğinde uyandırdı bir firak
Pehlivan Veli gözlerinden inci yaşları akarak
Didi “Tanrım! Bu bahtiyar kadın benden müstehak,
Duasını kabul eyle, ben razıyım hüsrana!”
Güreş güni tellâl halkı gök ovaya çağırdı,
Sonı ölüm olduğuçün herkes ruhen ağırdı.
Pehlivan Veli çıkdı “Allah Allah” diye bağırdı,
Gönüllerde bir manu his başladı tağıyane
Diyü pençede annesinin ellerini öperek
Sağlam adım, koyu iman, meşin, güçlü bir yürek
İle geldi, didi “Kimdir benimle boy ölçecek?”
Selam virdi karşısında duran onlı düşmana.
Pehlivan veli önce vaadi unutarak saldırdı,
Hemen demir bileklerle dev pençeyi kaldırdı,
Sonra durdı, kendisini kasden yere çaldırdı,
Tek bu yüzden bir dindaşı uğramasın ziyana.
Kağan “Haydi öldürünüz!” dirken atı altından
Şahlanarak yakındaki uçuruma atdı can,
“Pehlivan Veli” bir cümlede hemen yere atılan
atı tutdı, kaldırarak koydı altın oyuna.
Seyirciler hep döndiler gönülleri bir hayret
Kaplamışdı: mucizemi yoksa bu bir keramet
Kağan geldi, didi; “Artık durmak olmaz, ey millet,
Ben islâm’ı kabul itdim, sizde gelin imana!”
Pehlivan Veli soyunarak bu ilahi arşda
Sahralarda koşdı, gitdi acizlere imdada,
O zaman ki bütün Türkler bu pençesi Polad’a
Borçludurlar, çünki hazır olmuş idi törene.
ALP ARSLAN
Malazgird Muharebesi
İki perdelik manzum piyes
Birinci Perde
Malazgir’e bir günlük mesafede bir yeşil ova, bu ovada Selçuk Sultan’ı Alp Arslan’ın ordugâh, otağ Humayun ovaya nazır.
Hicret’in 324 senesi zilkadesinin 26 nice Cuma güni sabah erken Alp Arslan otağında tahtında oturmuşdı. Nizamülmülk içeri girdi.
Alp Arslan- Niçin böyle erkenden istemişsin görüşmek?
Yoksa bir haber mi var sana telaş virecek?
Nizamülmülk – Doğrusunı söyleyim, işler fena sultanım! Alp Arslan- Fena bir şey yok bence, çekinemezse vatanına
Nizamülmülk- Hakikati saklamak mümkün değil sultandan,
Benim, korkum ancak bu sevgili vatandan,
Alp Arslan- merak virme gönlüme işi anlat vezirim,
Bir tehlike kopmuşsa gecikmesin tedbirim.
Nizamülmülk-Ruhum kısır, Romanus ordusıyla dün gice hududı geçüb girmiş Malazgird’e gizlice,
Alp Arslan-emr vir atlıları hazırlansın kumandan,
Şimdi gidüb alalım Malazgirdi’i düşmandan.
Nizamülmülk – On beş bindir atlımız, düşman idi yüz bin er.
Bir avuç süvariye yenilir mi o asker?
Bundan başka Sultanım, bu kara kalbli düşman,
İslamlar geçirmiş çoluk çocuk kılıcdan…
Sanıyorum ben bugün dimez tehlikede!
Alp Arslan- Türk varken İslamiyet emirdir bu ülkede!
Çabuk kesme vezirim ümidini Tanrı’dan.
Biz dinin askeriyiz, odur dini yaradan…
Şimdi bir elçi gönder düşmanın kasrına,
Disin : “ harbe hazırdır askerimiz yarına!”
Lakin iyi değildir boş yere kan akıtmak,
Zavallı köylüler birden bire dağıtmak!
Bildirirse şartını biz sahada hazırız!
Nizamülmülk – şimdi emr viririm, elçi gitsin ek Yıldız,
(Nizamülmülk çıkar)
Alp Arslan- (Yalnız)
- Acı bu masum halka, çocuklara Allah’ım
yalnız beni vur, öldür, olmasada günahım!
Bu mübarek toprağı düşmanlara çiğretme!
Yurdumuza fenalık biz itsekde sen itme!
Bugün biz çok zayıfız, düşman fazla katlı.
Senden imdad olmazsa düşman alır bu ili..
Kadın, çocuk… dileğimiz hepsini ider adam,
Maksadı bırakmamak, yeryüzünde bir İslâm.
Vicdanlarında çıkarmak içün doğru imanı,
İster yıksın Kâbeyi, yaksın güzel karâni…
Yokdur incile ferşi bizim hiçbir kinimiz,
Onı mübarek tanır hatla bizim dimez,
Ehli kitab diyoruz İncil’in ashabına,
Niçün onlar düşmanlar İslam’ın kitabına?
Biz onları yenersek mağlub korkmaz canından,
Emin kalır malından, arzından, imanından…
Onlar bizi yenerse hiçbir hukuk tanımaz,
Mümkün olan izayı hakkımızda görür az…
Bugün senin lütfuna kalmış: bu din , bu vatan,
Allah’ım sen, esirge arzımız düşmandan!
( Kadın Sultan girer)
kadın Sultan- Çekilmişsin buraya niçün böyle erkenden?
Yoksa gizli bir iş mi var saklıyorsun benden!
Elin niçün havada, gözlerin niçün yaşlı?
Altun yüreği çıkarmış, ağlarsın açık başlı!
Alp Arslan- Sevgilim yalvarmaz mı Tanrısına- bir Sultan,
Görürse tehlikede kalmış millete vatan?
Kadın Sultan- Ya dimek yurdumuza düşmanlar itmiş akın!
Alp Arslan- İşi sensin yapacak
Al ordunu buradan Hemdane git çabucak,
Haremi, çocukları yerleşdirde saraya.
Kahraman Oğuzları topla, gönder buraya
Kadın Sultan- Ya sen?
Alp Arslan- beni düşünme ben eski bir asker,
Düşman yüz kat olsada hududu mu beklerim,
Kadın Sultan- Ben istemem ayrılmak senden bir lahza bile!
Alp Arslan- Hülyada gezecağim gice gündüz seninle!
Kadın Sultan- ölüm varsa vadimiz beraberce ölmekdir?
Alp Arslan- şimdi emel, düşmanı kıtır kıtır bulmakdır.
Sen gelmezsen kim asker getirecek imdada?
Bundan başka küçücük yavrular var yuvada.
Götürmezsen masumlar savaşda nerde kalsın?
Hem seni hem onları düşman esir mi alsın?
Kadın Sultan- Ya sen esir düşersen?
Alp Arslan- Sen gelir kurtarırsın…
Kadın Sultan- Ya kuvvetim yetmezse…
Alp Arslan- Allah’a yalvarırsın!
“Nizamülmülk girer, Kadın Sultan’a, ihtiramla eğilir.”
Nizamülmülk – Ak yıldız giri döndi bir saatlik yolundan,
Düşman ok atıyormuş sağından, ve solundan,
Bu anda karşısına çıkar düşman elçisi…
Almış mı getirmiş olmak içün bekçisi…
Alp Arslan- Elçi gelsin buraya?
Baş üstüne Sultan’ım!
Elçi (gelerek)-Kasrın selamı var, ey mazum Hakanım!
Diyor ki “ biz bir büyük ordu ile yürüdük,
Dağları ovaları askerlerle bürüdük…
Maksadımız : gitmekdir buradan Bağdad’a
Halife’nin başını kısdırmakdır cellad’a…
Geçdiğimiz yerlerde kalmayacak bir İslâm,
Serdarlara emr itdim yapacaklar katil ilam..
Yakdırayım karanı yıkdırayım Kâbe’yi ,
Şarka gelen görmesin minareli Kâbe’yi,
Alp Arslan- artık, yeter söyleme ey uğursuz tercüman,
Bir elçi olmasaydın işin olurdu yaman…
Git söyle kaysrına “ Hak esirini dinini,
Kolay değil fetih itmek arslanların inini…
İslâmiyet bir kızdır binicisi Türk bir arslan :”
Elinde deli kılıcı bekler onı her zaman..”
Git söyle kaysrına bir sulhu çok severiz,
Lâkin harbe girersek, insan değil ejderiz…
İslamiyet gineşdir biz onun kıvılcımı?...”
Yenmeden kına sokmam çekersem kılıcımı?...”
Git söyşe kaysrına ufukların süsüyüz;
Boykışdan pervamız yok, biz şahin sürüsüyüz,
“ Elçi çıkar.. Fakiye Muhammed, Danışmend Bye,
Meskuç bey, Saltuk Bey, Merdas Bey, çavuşları
ulakları girerler.”
Alp Arslan- (Fakiye Muhammed’e hitâben) ey din ulusu
Fakiye, yok senden dirayetli
Bizim atlımız çok az, düşmana çok kuvvetli,
Ricat’den başka şimdi yokdur bir tedbirlerimiz
Bu fikri gütmektedir akıllı vezirimiz..
Sen ne dirsin?
Fakiye Muhammed- Sultanım, bence ricât itmek,
Şübhesiz İslâmları düşmana çiğnetecek..
Sen Allah’a bırak bu ağır mesuliyeti,
Harbe gir o mutlaka sana virir nusreti..
Umarım bırakmaz o, ümidini malum,
Bırakmış olsa bile kendisi olur mesul!
La‘netden kurtulursun sen her iki dünyada,
Dimesinler o kaçdı, koydı bizi ortada!
Alp Arslan- Bu re‘yi kabul itdi hem kalbim, hem izanım,
( Kadın Sultan dönerek)
Şimdi sen ordunu al buradan git Sultanım!
Nizamülmülk seninle gelsinde Himdane,
Bana imdad göndersin: Saldıyrayım düşmana!
Kadın Sultan ( Yavaşça Alp Arslan’a)
Gidiyorum emrinle fakat, kalbim burada!
Alp Arslan- Çabuk git ki çok asker gönderesin imdada!
Kadın Sultan “ Vedalaşır, ağlayarak çıkar, Nizamülmülk’de beraber çıkar. Bu anda ulak gelir, düşmaların yaklaşdığını haber virir.
Alp Arslan- (Tahtından inerek bir kumandan vaziyeti alır)
Haydi, beyler! Askeri hazırlayın varalım:
Düşman hücum itmeden biz onları yaralım!
“Atları takım takım gelerek önünde dizilirler”
Alp Arslan- Celasınlar! Biliniz pek korkunçdur bu savaş,
bu dehşetli kavgadan ne kal kurturul, ne baş!
Azari olanalr varsa bu savaşa girmesin,
Âşık varsa layık mı munasına irmesin
Atlılar ( hep bir ağızdan)
Hiç birimiz kaçmayız.
Beyaz bayrak açmayız.
Okdan başka armağan.
Düşmanlara saçmayız.
Alp Arslan- (Okunı, yayını yere fırlatır , kılıcını kuşanır.)
Cilasınlar, bakınız! Okla yayı meydana.
Atdım, saldıracağım, dal kılıçla düşmana!
Kimlerse kılıç vuran, onlar gelsin ileri,
Yavruları sahibsiz olanlar dönsün geri,
Atlılar umumiyetle oklarını yayalarını atarlar , kılıçlarını kuşanırlar,
(Hep bir ağızdan)
hep okları atarız,
kavgaya şevk katarız,
arslan gibi dal kılıç
düşmanlara çatarız..
Alp Arslan-“Bir hizmetçiye işaretle beyaz bir haremi getirir, üstündeki kaftanı atarak kefan gibi bu bayez örtüye bürünür.”
- Cilasınlar , bakınız! Kefenlere büründü,
Hacdan gelen zemzeme kokuları süründüm
Şahid olsam mezarım olacakdır burası,
Geri dönsün her kimi bekliyorsa anası.
Atlılar- Hep büründük kefene
Vatan aid sana
Esir yaşamakdansa
Gömülelim çimene!
Alp Arslan- “ Atını ister, eyle kuyruğunu bağladıktan sonra üstüne biner, kılıcını kınından sıyırır.”
- Cilasınlar, ne diyor töremizin buyruğu:
Alp ölünce bağlasın biniğinin kuyruğu’
İşte bakın bağladım onı kendi elimle,
Fatiha okuyorum ruhuma öz dilimle..
Atlılar- “ umumiyetle atlarının kuyruklarını bağlarlar, atlarına”
“ Binerler, kılıçlarını sıyırırlar , hep bir ağızdan:”
Atımızla ölmeyi
Anlatır bu pek iyi
Ölmeden ruhumuza
Okuruz Fatiha’yı
Alp Arslan “ Atını ileri sürerek:”
- Cilasınlar, hay diniz saldıralım meydana;
Şimşek gibi çarğalım kılıçları düşmana!
“Süvariler hep arkasından atları koşdurduşlar. Perde iner.”
İkinci Perde
Ertesi sabah,
Alp Arslan karargâhı; Alp Arslan, Fakiye Muhammed, Danışmend Menkuç, Saltuk, Merdos bekler, çavuşlar, Seymenler, ulaklar, demir kâfesin içinde Kaysrı Rumanus’la iki ciznali, iki karnesi, zabıtaları esir.”
Alp Arslan – Bir akında nusreti Tanrımız virdi bize,
Çünki galib olursak imandı düşman bizi yuenseydi harab olurdı bu yurd,
Biz galib olduk şimdi kardeştir koyuna kurd
Birkaç saat çarpışdık demire karşı demir
Ordusuyla beraber Kaysrı itdik esir,
Ey Fakiye siz virdiniz bize manu kuvvet!
Gafiydi kalbinizde olan çelik metanet,
Biz yalnız vezirleri teşcia çalışırız,
Metanet derslerini Sultan’dan alışırız..
Alp Arslan- Bekar sizi de gördüm olmuşdunuz hep arslan,
Düşmanları itdiniz bir hamle de perişan!...
Menkuç Bey-Sizde ne gördükse biz aynıyla onı yapdık,
Demirden çelikliği Sultanım sizden kapdık.
Alp Arslan “ Kaysr gösterecek”
- Çavuşlar, getiriniz, zincirdeki Kaysrı!
“Kayst getirilir”
“Kaysr- Zaferin pek şanlıdır ey serdarlar serdarı!
Alp Arslan- Ey Kaysr! Seni bana galib itseydi Huda!
Ne gibi muamele yapacakdın hakımada
Kaysr-Bir şey değil: Her sabah kamçılatırdım seni!
Alp Arslan – Ya şimdi ne yapacak sanırsın sana beni?
Kaysr- Ya beni öldürürsün işkenceler içinde,
Yahud dolaşdırırsın köle diye Hind’de, Çin’de!
Alp Arslan- Bu zanlara düşüsün Türk’ü bilmediğinde:
Hiç mağluba işkence yapar mıyım Türküm ben?
“Çavuşlara emri der, gerek Kaysr’ın, gerek
Ma‘pitenin zincirlerini sökerler”
Alp Arslan-şüphesiz canları vururuz bu demire,
Fakat , reva değildir halimiz bir emire,
Buyrunuz, yeriniz şimdi benim postumdur,
üşman geçince artık benim dostumdur.
“Kaysr’ı tahtına alarak yanına oturtur, ma‘tide sandalyelerde otururlar”
Alp Arslan- Ey Kaysr şimdi hem siz, hem de bütün sürünüz
Nefer , zabit, jurnal başdan başa hürsünüz
Birer ha‘lat giyiniz yaldızlı kafdanınızdan,
Yürüdüğünüze yol açık gitmeğe vatanımızdan..
“Kaysr ve ma‘tene kaftanlar giydirilir”
Harçlığının kalmamış , on bin dinar hediye.
Kabul iderler alıp dostundan armağan diye!
“Kaysr’ın hazinedarına on bin binarlık keseler virir.”
Nefer, zabit, jurna; her birine bir kese
Altın virin kalmasın yarası yok bir kimse!”
“keseler dağılır”
yolda size, düşmandan , hırsızdan, hafız lâzım
bunun içün geldiler işte muhafızlarım…
“Muhafızlar gelir, göç gitmeğe hazırlanır.
Kaysr tahtdan inerek ayakda durur, Alp Arslan’a teşni içün tahtdan iner:”
Ey adalet Sultan’ı! Size şükran vazife!
Hangi semtde oturur sizden büyük haklife? Alp Arslan- “ Bağdad tarafına doğru, Hun cihani gösterir” Benden büyük halife oturur bu cihanda, Ben aysam, o güneşdir şefkatle, adaletde Kaysr- O tarafa doğru secde ider.”
Kaysr-Ey idelik büyük Rabbi, ey Allah’ın her oğlu!
Alp Arslan – Bizde caiz değildir Rab tanımak bir kulu, Allah’ın oğlu değil, ona idilmez secde…
Kaysr- Ah, nasıl gelmeyeyim, ben söze karşı vücuda Anladım ki dininiz esaslı bir dindir:
Müslümanım hak bir dine memnundur,
Alp Arslan- Dinimizin temeli hayret.
Muhid olanları hep görür bir emet
“Kaysr veda içün mesafece iderken hüngür hüngür ağlamaya başlar.”
Kaysr- Ben böyle bir hayali göremezden rüyâda,
Siz bana gösterdiniz, gözüm açık dünyada!
İnsanlarda bu şefkat hiç olmaz, Sultanım,
Ah, bu lütfun kadrin anlasaydı vatanım!
“Kaysr’la ma‘ti çıkarken, perde iner.”