Türk Edebiyatı Tarihi Test 1 Edebiyat Dönemleri Yazar ve Şairler Yazı, Makale

İÇİNDEKİLER

 

 

ÖNSÖZ……………………………………………………

Ziya Gökalp ve Hayatı…………………………………..

Kel Oğlan

Tenbel Ahmed

Kuğular

Nar Tanesi Yahud Düzme  Kel Oğlan

Keşiş Ne Gördün?

Pekmezci Anne

Yılan Beyle  Paten Bey

Kolsuz   Hanım

Küçük Hemşire

Deli Dumrul

Ülker ile Aydın

Küçük Şehzâde

Ala Geyik

Arslan Basat

Pehlivan Veli

Alp Arslan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÖNSÖZ

 

 

Bu  tezi yazma nedenlerimden ilki  büyük Türk milliyetçisi  ve filozofu Ziya Gökalp’i daha iyi anlayabilme çabamdır.

Ziya Gökalp’in “Tükçülüğün Esasları” ve “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı kitaplarını okudum ve O’nu daha yakından tanımak  ve anlamak için “Altun Işık” adlı şiir mecmuasını okumaya karar verdim. Ziya Gökalp diğer eserlerinde olduğu gibi bu eserinde de milliyetçiliği, özellikle dil de ve her alanda Türkçülük  fikrini insanlara anlatma ve benimsetme gayesindedir.Gökalp’in  eserlerindeki en açık ve en olgun fikirler  Türk aydınları için rehber vazifesi durumundadır.

Ziya Gökalp bu eseriyle Türk milletine bazı mesajlar vermek istemiştir. Önce masalını anlatmış, daha sonra asıl vermek istediği ana  düşünceyi  masalın sonunda vermiştir.

Esri önce baştan sonuna kadar okuyup  ne tür mesajlar  vermek istediğini anlamaya çalıştım. Metni Türkiye Türkçe’sine çevirdim. Metin sade ve açık bir dille yazıldığı için anlamakta zorlanmadım. Daha sonra bilinmeyen kelimelerin anlamlarına lügât tan baktım ve eseri daha iyi anlamaya çalıştım.

Eser, bir çok küçük bölümlerden oluşmaktadır. Bu bölümlerde anlatılan olaylar ve yer alan karakterler bize uzak olmayan, geçmişten bu yana kültürümüzde yer alan unsurlardır. Eser masal tarzında yazıldığı için yer, olay, zaman, kişiler hayali olarak yer alır. Eser küçük bölümler halinde yer almasına rağmen hepsinin sonunda asıl verilmek istenen ana fikir hepsinde aynıdır.Metin tamamen Türkçülük ve Türk milliyetçiliği üzerine yazılmıştır.

Bu tezi almamda ve çalışmamda destek ve kolaylık veren, hiçbir yardımlarını esirgemeyen çok değerli ve saygı değer hocam Yrd. Doç. Dr. Ziya AVŞAR’a teşekkür ederim.

 

Sulta DEMİR

Yozgat-2004

 

ZİYA GÖKALP

 

Asıl adı Mehmet Ziyâ’dır. 23 Mart 1876 yılında Diyarbakır’da   doğmuşdur. Türk milliyetçiliğini  sistemleştiren 20. yy’ın en büyük Türk düşünürü, şâir, yazar, ilim ve ülkü adamı’dır. II. Meşrûtiyet’ten (1908) başlayarak  temsil ettiği Türkçülük  akımı ile Türk fikir, siyaset, edebiyat ve san’at hayatına kuvvetle tesir etmiş, yön vermiştir. Bu bakımdan  onunla mukayese edilebilecek  ikinci bir şahsiyet yoktur.

            18. yy’da Çermik ilçesinden göçüp  Diyarbekir’e  yerleşmiş, 4-5 ceddi  bilinen eski bir Türk âilesinden gelmektedir. Babası Diyarbekir Evrak Müdürü ve vilâyet  gazetesi baş yazarı Mehmet Tevfik Efendi, annesi Zeliha Hanım’dır. Aynı anne- babadan olma altı kardeşin  en büyüğüdür. Babası, devrin yeni fikir  hareketleri ile ilgilenen,  Nâmık Kemâl hayrânı, aydın bir kimsedir. Mehmed Ziyâ, ilk  terbiyesini,  gelenekli maneviyatça zengin ve aydınlık âile muhitinden, baba ocağından aldı. Yetişmesinde, ilmi ve okuma  merâkında babasının âşikâr bir tesiri olmuştur. Çocuk yaştan itibâren, Namık Kemâl’e sevgi ve hayranlıkla  bağlanması, babasının tesiriyledir. 9,5 yaşında  iken 1866’da Diyarbekir Askeri Rüştiyesi’ne girdi ve 1890’da buradan  mezun oldu. 1891’de henüz açılmış olan  Diyarbekir Mülki  İdâdisi’nin ikinci sınıfına yazıldı. Burada okurken amcası Hasib Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri aldı. Fransızca öğrenmeğe de başlamıştı.

            Bu yıllarda çıkan bir kolera salgını dolayısıyla  görevli olarak Diyarbekir’e gelmiş olan dinsiz  materyalist Dr. Abdullah Cevdet’le  görüşüyordu. Babası kendisi 14 yaşında iken (1890) ölmüştü, ailenin  büyüğü amcası idi. Abdullah Cevdet ile görüşmesini men etti.Genç yaşta  Doğu’ya ve Batı’ya ait ciddi bir kültür birikimi sağlıyan, fakat babasından, amcasından, aile ocağından,  çevreden ve  okullardan  adlıkları arasında berrak bir senteze ulaşamayan genç Ziyâ’da fikir ve inanç buhrânı teşekkül etmeğe başlamıştı. İstanbul’a gidip yüksek  tahsil  yapmak istiyordu. Kendisin ebabalık eden amcası ise onun kendine kendi kızıyla evlenerek Diyarbekir’de kalmasını istiyordu. Yüksek tahsil  yapmak istemesinin engellenmesi,  iç buhranı ile  birleşerek onu intihâra  sürükledi. Kafasına bir kurşun sıkarak ölmek istedi, fakat kurşun onu öldürmedi, bir operasyonla hayâtı kurtarıldı fakat ölünceye kadar kurşun kafasının içinde kaldı. 

            İntihâra teşebbüs edip iyileştikten bir müddet sonra, amcasından  ve  âilesinden  habersiz, İstanbul’a kaçtı. Burada Baytar Mektebine girdi. (1896) Daha sonra “istıbdâda son vermek için”  tıbbiyelilerin kurduğu ihtilaki  gizli cemiyet faaliyetlerine katıldı. Tatilde Diyarbekir’e gelince, öteden beri irtibatlı olduğu arkadaşlarıyla  olan temasları, valilikçe tâkib edilerek tutuklandılar.(Temmuz 1898). Kısa sürede serbest bırakıldılar. Ancak evlerde yapılan aramalarda İstabul’dan arkadaşlarına yazdığı bir mektup  bulunmuştu ve içinde suitefsire müsâit cümleler vardı.Diyarbekir valisi, İstanbul’a dönmüş bulunan  Ziyâ’yı jurnal etti. Bunun üzerine mektebden alınarak Taşkışla’ya götürüldü. 9 ayda bir defa sorguya çekilerek bir sene hasbine hükmolundu. Hapislik müddeti dolduktan sonra da  Diyarbekir’de polis nezâretinde  mecbûri  ikametine karar verildi. Böylece Mehmed Ziyâ, Baytar Mektebini bitirmeden son sınıfta iken ayrılmak zorunda kaldı.

            Amcası Hacı Hasîb Efendi iki yıl önce (1898) ölmüştü. Diyarbekir’e dönen Ziyâ, amcasının vasiyetine uyarak onun kızı Vecihe  Hanım’la evlendi ve bütün servetine de  vâris  olarak amcasının evine yerleşti. Bir gençim derdi bahis konusu değildi. Kendisini  okumaya ve incelemeye verdi. Arapça, Farsça ve Fransızca’sını mükemmelleştirdi. Doğu’yu ve Batı’ya âit  ciddi eserler okuyup çok ciddi bir fikir ve ilmi seviye kazandı. Siyâsete ilgisi de devam  ediyordu. Bölgede güvenliği sâğlamak için  kurulmuş Hamidiye Alayları’nın başında bulunanlardan milli aşireti reisi İbrahim Paşa’nın zulmü, baskısı  ve soygunları  yalnız Diyarbekir’de değil, Van’dan Ayıntab’a kadar geniş bir bölgede  dayanılmaz raddelere ulaşmıştı.Ziyâ ve arkadaşlarının teşvik, tahrik ve yol göstermesiyle halk ayaklanarak Diyarbekir telgrafhanesini  bastı ve doğrudan sarayla irtibat kurularak İbrahim Paşa şikayet edildi. Bu tepki ve şikayet üzerine hükümetçe İbrahim Paşa alayları bölgeden  uzaklaştırıldı. Mehmed Ziyâ, ilk eseri olan Şaki İbrahim Destanı’nda (1908) bu olayı anlatacaktır.

            II. Meşrutiyet’in ilânı (Temmuz 1908)’ndan  sonra, Ziyâ’nın etrafında teşekkül eden topluluk ve gizli dernek, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbekir Şubesi haline geldi.Fıkra (parti)nın Diyarbekir, Van, Bitlis teşkilatlarının  teftişi görevide Ziyâ’ya verildi. Bu dönemde, Dicle ve Peymân  isimli  gazetelerinde  yazılar yazdı.1909’da İttihad  ve Terakki’nin merkezi olan  Selanik’te ki kongresşne Diyaarbekir  delegesi olarak katıldı. Selanik’ten  İstanbul’a  geçerek Dârülfünün’da  bir müddet psikoloji muallimi vekilliğinde bulundu. 1910 ortalarında   Diyarbekir vilâyeti maârif müfettişliğine tayin edildi.Fırkanın 1910 yılı kongresi sebebiyle tekrar  Selanik’e  gitti ve orada “Merkez-i Umûmi” (genel merkez)  azâlığına seçildi. Selânik’te çıkan Genç Kalemler  dergisinin 22 Şubat 1910 tarihli nüshasında  çıkan  meşhur Tûran  manzûmesiyle, doğuş halinde bulunan Türk milliyetçiliği çevrelerinde  “elektrikli ve ışıklı bir tes’ir” uyandırmıştı. 1910 sonlarında Selânik İttihad ve Terakki  Mektebi’nde Türkiye’de ilk defa sosyoloji derslerini okutmağa başladığı biliniyor. Burada Genç Kalemler,  Yeni Felsefe, Rumeli gibi dergi ve gazetelerde yazılar yazarak geniş bir tesîr muhiti edindi.Ali Cânib ve Ömer Seyfeddin’in idâre ettiği Genç Kalemler’in  1911’den sonra Yeni  Lisan ve Milli Edebiyat akımının öncüsü olmasını harâretle  destekledi. Ziyâ Bey’in türk Milliyetçiliği alanındaki  asıl  şuurlu ve tesirli  çalışmalarının  başlangıcı  bu 1910 sonlarıdır. 34 yaşında  genç bir adamdı, fakat yazıları  ve manzûmeleri   onun ne kadar zengin bir felsefi kültürüne ve yüksek bir fikir olgunluğuna  sahib bulunduğunu  gösteriyordu. Derhal, Türkçülük, milli dil, milli edebiyat  hareketlerinin önderleri arasında  ve ön  safta yerini aldı.

            Genç Kalemler’e yazdığı makale  ve manzûmelerde ekseriyetle Tevfik Sedat imzasını kullanıyordu.Bâzı makalelerinde  de Demirtaş takma adını kullanmıştı. Derginin  yazı işleri müdürü Ali Cânib, bu Demirtaş imzâsını beğenmedi ve bir defasında onun yerine Gökalp diye kendi bulduğu başka bir  takma isim koydu.Buna itiraz etmeyen Mehmed Ziyâ Bey’in bundan sonraki  yazıları artık hep “Ziyâ  Gökalp” imzası ile yayınlandı ve o fikir ve edebiyat tarihimizde   bu isimle edebileşti. Mart 1912 seçimlerinde  Ziyâ Gökalp, Ergani Mâdeni  sancağından meb’us seçildi ve İstanbul’a  yerleşti. Ağustos 1912’de Meclis-i Meb’ûsân feshedildi. Ekim 1912’de Balkan Harbi’nin çıkması üzerine  İttihad ve Terakki’nin  genel  merkezi Selânik’ten İstanbul’a taşındı. 23 Ocak 1913 Bâb-ı Ali Baskını  ile dolaylı şekilde, 11 Haziran 1913’te Sadrâzam Mahmud  Şevket Paşa’ya suikast olayından  sonra kesin olarak İttihâd ve Terakki iktidârı ele aldı. Ziyâ Gökalp genel yönetim kurulu üyesi olarak çok büyük  nüfuz sahibi idi. Fakat herhangi bir siyasi  veya idâri göreve  gelmedi veya getirilmedi. Büyük nüfuzunu da fikriyâtın gelişmesi  yönünde kullandı. Onun İttihad  ve Terakki’deki  mevcudiyeti, sırasında particilik için değil, kesin şekilde, milliyetçilik içindi. 1913’te Darülfünûn  muallimi (sosyoloji profesörü)  olarak göreve başladı. Bu yıllarda  Türkçülük çalışmaları Türk Ocağı’nda  merkezlenmişti.Ocak’ın yayın organı Türk Yurdu dergisi idi. Gökalp’ın gerek           Darülfünun’daki dersleri gerek Türk Ocağı çevresindeki faaliyetleri, gerekse Türk Yurdu’ndaki  yazıları ile Türk  milliyetçiliğinin  prensiplerini  tesbite, açıklamaya  yaymaya ve kökleştirmeye  çalışıyordu. 1917’de  Yeni Mecmua’yı  çıkarmağa başladı. Bu dergideki yazıları ile  Yeni Hayat (1918)  isimli şiir  kitabında  çağdaş  medeniyet karşısında, milliyetçi bir tavırla yeni bir sentezi şart koşan teklif  ve tasarıları geliştirmeğe, olgunlaştırmağa çalışıyordu. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muâsırlaşmak (1918) adlı küçük kitapta toplanan makaleler, yapmak istediği sentezin  mâhiyetini ortaya koyar.

            İstanbul’un işgâli üzerine, diğer İttihad  ve Terakki ileri gelenleri ile birlikte İngilizler’in tazyiki ile Damâd Ferid Paşa hükümeti tarafından tutuklanarak  Harbiye  Dairesi’nde Bekir Ağa Bölüğü’ne  konuldu. Ziyâ Gökalp ve arkadaşları ve İstanbul’da bulunan milliyetçi aydınlar, İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edilirler. (1919) Malta’da esâret ve sürgünlüğü iki yıl sürdü.

            Onun Malta’daki esâret hayâtı, bu ümid felsefesinin  hayranlık duyulacak  yaşanan bir örneği hâlinde geçti. Kızlarına ve karısına yazdığı  mektuplar  bunun çok duygulu, samimi, ibretli delilleridir. Gökalp, Malta’da  gerçek bir  derviş  ve idealist iyimserliği sükuneti ve gayreti içindedir. Asla boş durmaz. Kitaplar getirtir. Seminer ve toplantılar  düzenler; arkadaşlarını etrâfına toplayarak Türk Milliyetçiliği yolundaki  araştırma ve  öğretme  faaliyetlerine  devâm eder. Manzûmeler  yazar. Türklüğün büyük istikbâlinden bahisler açar.

            Mayıs 1921 sonunda İstanbul’a geldi, fakat durmayarak Ankara’ya geçti, oradan da âilesiyle  birlikte Diyarbakır’a gitti. Diyabakır’da aydınların çok yakın ilgisi ile karşılandı. Onlara  gece dersleri  vermeğe ve Diyabakır’ın  son derece  sınırlı imkânları  içinde Küçük Mecmua  (1922- 1923) adlı bir dergi çıkarmağa  başladı. Matbaacılık  tekniği bakımından  ister istemez  çok ilkel basılmış olan bu dergi onun en olgun yazılarının mühim bir kısmını  ihtivâ eder. Milli mücadele’yi bütün gönlü ile destekleyen, Doğu illerimizde bağımsız  bir  Ermenistan ve Kürdistan  kurmak isteyen  emperyalist planlara  karşı  koyan bu dergi, bütün yurtta büyük ilgi ile karşılandı. Mart 1923’te Maârif Vekâleti Te’lif ve Tercüme Encümeni Reisliği’ne tayin edilerek  Ankara’ya geldi. Aynı yıl Lozan’dan sonra ikinci Dönem T.B.M.M’ne Diyarbekir Mebûsu seçildi.Hakimiyet-i Milliye, Yeni Gün, Cumhuriyet gazetelerinde yazılar çıkıyordu. Altun Işık, Türkçülüğün Esasları, Türk Töresi kitapları  bu keşîf 1923 yayın döneminin  ürünleri olarak  ard arda çıktı. O sıralarda  yazıp  tamamladığı, liseler için Medeniyet Tarihi de  ancak  ölümünden sonra basılabilmiştir. (1925).1924 Ekim’inde hastalandı. Tedavi edilmek üzere  İstanbul’a gönderildi  ve orada  Fransız Hastahânesi’ne kaldırıldı, fakat hastalığı teşhis ve  tedavi edilmeyerek öldü, ölümü  bütün memlekette “milli matem” oldu. Cenâzesi Sultan Mahmud türbesi bahçesine gömüldü.

            Ziyâ Gökalp, sistematik Batı düşüncesinin memleketimizde ilk örneklerinden birini vermiştir.Gökalp’e göre Türkçülük, Türk milletini sevmek ve yükseltmektir.Millet ise, dili dini, âhlakı, güzel sanatları ve zevki bir olan fertlerden meydana gelen bir bütündür. Gökalp, milliyette şecere  aramayıp yalnız terbiyenin ve mefkünenin (ülkünün) milliliğini güder.

            Ziyâ Gökalp, şâir olmaktan çok bir fikir adamıdır. Bu sebeple, yer yer duygulu manzûmeler  de  söylemiş  olmakla berâber  şâirlik kabiliyeti  sınırlıdır. O, şiiri- nazmı,  fikirlerini  daha etkili kılmak  ve yaymak için  bir araç  olarak  kullanmıştır. Genel olarak dili sâdedir ve dilde  sâdeleşme akımın başarıya  ulaşan  son  hamlesini yapanların  en  büyük  destekçisidir. Milli Edebiyat  ve Yeni Lisan  hareketi, en büyük mânevi desteğini  onda bulmuştur. Nesirlerinin dili, nazmına göre, bu gün için biraz daha ağırcadır. Aruzla yazılmış manzûmeleri de bulunmakla berâber  1911’den sonra hep hece veznini kullanmıştır. Milli Edebiyat’ın  başlıca  hassâsiyet konuları, sâde Türkçe ile  hece vezni idi. Meşhûr Tûran   şiiri, arûzla yazılmış  son şiiridir. Hece’nin  halk edebiyatımızda en çok kullanılan  7’li, 8’li, 11’li  ölçülerini  tercih etmiştir. Şiirlerinden bir kısmı Fransızca, Almanca, İngilizce ve Macarca’ya çevrilmiştir. Manzum  masallar, didaktik manzûmeler, ülkü manzûmeleri  ve Yunus Emre tarzındaki  ilahilerden  ibaret olan Ziyâ Gökalp’in şiirleri, Kızıl Elma (1913) Yeni Hayat (1918), Altun Işık (1923) isimli kitaplarındadır.

            Gökalp’ın manzumelerinin ekserisinde  millet sevgisi ile din ve dil sevgisinin ihtimamla birleştirildiği görülür. Tevhid, ilâhi, Türk’ün Tekbiri, Asker Duası isimli manzumelerinde hep aynı samimi  din ve millet sevgisi  birleşmiştir. Poluan veli isimli  manzum masalında “dini güç” le  birleşen “milli güç’ün  nasıl mucizeler yaratan bir  kuvvet olacağını telkin eden zevkli bir tahkiye vardır. Bu değerli mütefekkir, milli, iftiharla coştuğu  veya milli matemlerle burkulduğu  çağlarda, mısralarına onarlı şiire ulaştıran canlı bir lirizm katmaya da muvaffak  olmuştur.

            Ziyâ Gökalp’in vatan ve millet anlayışındaki ilme ve fikri  şahlanışları ise her türlü ölçünün üstündeydi. Bu şahlanışla Ziyâ Bey’in  halâ genç kaleminden, arûz vezninde âhenk tılsımlarıyla tesirli  bir güzel mazûme çıktı.

            Tûran şiiri, 22 Şubat 1910’da Selânik’de  Genç Kalemler Mecmûası’nda neşrolundu.Bu şiir, Ziyâ Gökalp’in idealindeki vatanın  bir târifi    çehresindeydi. Milli duygu ve  düşünüş bakımından, yer yer, şiir iklimlerine yükselen  bu manzûme, bir taraftan Avrupalı târihçilerin, eski cihângirler hakkındaki taraf tutucu görüşlerine karşı bir isyandır.

            Gökalp’in 1918 de neşrettiği Yeni Hayat kitabındaki  “Vatan”  manzûmesinde vatan anlayışının Tûran şiirlerinden  büyük farklarla  ayrıldığı görülür. Bu  yeni vatan manzûmesinde Gökalp, artık Türkiye hudutları dışındaki  eski, yeni  kaybedilmiş  ülkeleri    ve bunların  hepsinin ve hepsindeki Türklerin   bir araya gelmesiyle gerçekleşecek Tûran mefkûresini bir  tarafa bırakır. Yeni Vatan manzumesinin, hudutları içinde dil, mefkure ve din birliğiyle birleşmiş, yekpâre ve çalışkan bir millet düşünür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ALTUN IŞIK

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KEL OĞLAN

 

Fakir bir babanın üç oğlı vardı. Büyük oğlanı  dişinden, tırnağından artırarak  tahsile göndermişdi. Bunı bir ilm adamı yapacakdı. Küçük oğlana ileride kendi dükkânına bırakacakdı. Ortanca oğluna gelince buna  virecek hiçbir şeyi kalmıyordu. Hatta buna  bir ad bile koymamıştı. Ehemmiyetsizliğini  göstermek üzere ona daima “Kel  oğlan” çağırırdı. Bu suretle, bütün mahalleliler  arasında “Kel oğlan” kalmışdı.

            Kel Oğlan, henüz yedi yaşında  iken ekmeğini elinin emeğiyle kazanmağa başladı. Hamallık , kahveci yamaklığı, aşçı çıraklığı, ayak satıcılığı  gibi bir  çok işlere girdi. Eline pek az para geçebiliyordu. On iki yaşına kadar türlü sıkıntılar içinde yaşadı. Bu yaşa girince, kendi nefsine  güvenen tam bir erkek  oldı.Artık, büyük işlere girmek,  şan kazaânmak, büyük bir adam olmak istiyordu. Kel oğlan, arasıra şiir söylemeğe de yeltenir, yanık koşmalar düzerdi. Gönlünün  duygularına bu koşmalarla kanad virmek isterdi. Bir gün gönlünden böyle bu koşma fırladı.

            Burada sevinc yok, derd  çok, keder çok,

            İsterim bir altun  yurdu varayım;

            Tali’m arayub  bulmadı beni,

            Bari ben gezeyim, onı  arayım

Bu koşma, Kel Oğlanı virilmiş bir karar karşısında bırakdı: Gurbete çıkmak! O nasılsa, şarkı söylerken, kendi haberi olmadan bu kararı virmişdi. Her akşam yalnız kalınca bu yoldaki  koşmaları tekrar ider dururdı:

            Diyor herkesin nasibi varmış,

            Ona rast gelmedim ben bu toprakda...

            Burada değilse başka yerdedir:

            Gideyim, arayım onı uzakda

Kel Oğlanın  kalbine bu uzaklara gitmek, tal’ini aramak fikri ömrinin uzun ve karanlık gicesinde bir şimşek  gibi parlamışdı. O bir gün, dağarcığına bir kat  çamaşır ve biraz  ekmekle peynir koydı. Dağarcığını sırtına  bağladı. Sedeften ayrılan bir inci gibi, başka  yerlerde  kısmet bulmak ümidiyle, doğdığı şehre  vedaa iddi Yaya  olarak, başını aldı gurbete  çıkdı.

            Meğer Kel Oğlan  gibi tal’ini aramağa çıkmış başka çocuklarda varmış. Kel Oğlan, yolda giderken  birinci gün Orhan’a rast geldi. İkinci gün Turhan’a, üçüncü gün Tarhan’a  rast geldi.Bunlara da  Kel Oğlan gibi  dağarcı omuzlarında   birer küçük sergüzeştici  idiler. Hepsi öyle on iki  yaşları arasında bulunan bu dört  küçük serseri arkadaş oldılar. Bunlar, nereye  gideceklerini bilmiyorlardı. Gittikleri yerde  ne yapacaklarına dairde hiçbir kararları yokdı. Fakat kalbleri kendilerine uzakdan  gülümseyen ümidlerle  dolu idi.  Bir gün muradlarına irecekleri ruhlarına  gizlice vaad  idilmiş gibiydi. Küçücük ruhlarında sarsılmaz bir imanları vardı. Eski  kahramanlar gibi tali‘lerine  güveniyorlar, tehlikelere atılmakdan erkekcesine  bir zevk duyuyorlardı.

Kel Oğlanla arkadaşları yüce yüce dağlardan aştılar, çoşkun  çoşkun ırmaklardan geçtiler, nihayet ıssız bir çölün büyük bir ırmağa yanaşdığı  noktada, yeşil bir vadiye girdiler. Burada  tepesi bulutlara  ulaşan semani mermerden  bir kule gördiler. Kulenin şark tarafında semani mermerden bir saray, garb tarafında  yine aynı  cins  mermerden hazine odaları vardı. Kel Oğlan “Burada  tali‘mizi deneyebiliriz” didi. Siyah  çocuklar,  büyük sevinçlerle kuleye yaklaşdılar. Kulenin  yanına gelince,  yüce bir ağacın  altında  bir dev karısının dikiş  dikmekde  oldığını gördiler. O, arkasını yola  doğru çevirmiş olduğundan  çocukları göremedi.Fakat çocuklar onun kazan kadar kafasını  tulumlara  benzeyen memelerini  biric gibi, gövdesini iyice görebiliyorlardı. Dev karısı sağ memesini sol omuzına, sol memesini   sağ omuzına atmışdı. Kel Oğlan, arkadaşlarına “Hepimiz dev karısının memesini  emelim. Memesini emersek, oğulları olacağımızdan, bizi  kolay kolay yiyemez. Meğerki çok acıkmış  ola!”  didi. Hepsi, parmaklarının  ucuna basarak, dev karısının yanına geldiler. İkisi sağ  memesine, ikisi sol memesine  sarılarak, sütü pınarın olduğundan su içer gibi kana kana içdiler.

Devlerin kanununa göre, bir dev karısının memesini emenler onun süt evlâdı olurlardı. Dev karısı artık onları yiyemezdi. Dev karısı başını çevirince dört çocuğun memelerini emdiğini gördi.

Dev karısı – siz hepiniz evlâdlarım oldınız. Artık size bir şey yapamam. Bu  gice  misafirim olınız. Yarın yolunuza    devam idersiniz.

Kel Oğlan – Peki teyzeciğim, bu  gice sana misafir  oluruz. Zaten anam ölürken bana vasiyet itmişdi. Biraz buyursam buraya gelip  ablasını görmemi benden rica itmişdi. İşte bende arkadaşlarımla beraber seni görmeğe geldim.

Dev  Karısı, Kel Oğlanın hilesine karşı hile yapmak istiyordu. Maksadı, gice bunları uyutduktan sonra, eski zamanın dev adetlerine kulak asmayarak, adeti  tanımayarak hepsini yemekdi. Fakat süt evlâdlarını  uyanıkken yemeğe  utanıyordu. Dev Karısının  neler düşündiğini Kel Oğlan sezmişdi. O da ihtiyatlı bulunmağa karar virdi. Akşam olunca  bıçağıyla parmağını kesdi. İçine tuz doldırdı. Kendi kendine “ Artık gice gözlerime uyku girmez!” didi. Dev Karısı, çocuklara sevdikleri yemeklerden bir ziyafet çekdi. Yemekden sonra yatak odasını göstererek  çekildi. Çocuklar yatağa girdiler, yalnız Kel Oğlan uyumadı, arkadaşları derhal uyudılar.

Dev Karısı yarım saat sonra, çocukların uyuyub uyumadığını anlamak için odanın kapısına geldi, yavaşça bağırdı:

Dev Karısı ― Uyur uyanık kim var!

Kel Oğlan ― Ben varım.

Dev Karısı ― Niçin uyumazsın. Kel Oğlan!

Kel Oğlan ― Annem bana  her gice bir tulumba, kaymaklı dondurma yapardı. Onı yer, uyurdum. Şimdi onı yemediğim için  uykum kaçdı. Bir  türlü uyuyamıyorum.

Dev Karısı ― Süt mandırada. Mandırada buraya bir saat dağ başında  kar varsa da o da yarım saat uzakda. Dondurma iki saate  kadar hazır olmaz.

Kel Oğlan ― Üç saat bile olsa zararı yok. Çünki dondurma olmazsa sabaha kadar uyuyamayacağım.

Dev Karısı ―Peki öyle ise bekle! İki saate kadar dondurma ile beraber geleceğime söz viririm.

Dev Karısı gitti. Mandıradan süt, karlı dağdan kar getirdi. Dondurmayı yapup Kel Oğlanın önüne koydı.Kel Oğlan  arkadaşlarını uyandırdı. Dondurmadan güzelce yidiler. Arkadaşları yeniden uyudılar. Kel Oğlan uyur gibi yatakda uzandı. Yarım saat geçer geçmez, Dev Karsı yeniden kapıya geldi. Yavaş sesle bağıdı:

Dev Karısı ― Uyur uyanık, kim var?

Kel Oğlan ― Ben varım teyze!

Dev Karsı ― Neden uyumazsın Kel Oğlan?

            Kel Oğlan ― Annem dondurmadan sonra bana ala kıymalı bir su böreği  pişirirdi. Onı yedikten sonra rahatça uyurdum.

            Dev Karısı― Koyunlar ağılda. Ağılda buraya  bir buçuk saat uzak. Dimek ki yine iki sat bekleyeceksin.

            Kel Oğlan ― Beklerim teyze!

            İki saat sonra, çocuklar su böreğini de  yidiler. Tekrara yatağa girüb uyudılar. Yarım saat sonra, Dev Karısı yine geldi.

            Dev Karısı ― Uyur uyanık kim var?

            Kel Oğlan ― Ben varım teyze!

            Dev Karısı ― Niçin uyumazsın Kel Oğlan?

            Kel Oğlan  bu seferde, bir tepsi baklava istedi. Bunan sonrada, sırasıyla elmasiye, muhallebi, kuzu dolması istedi. Dev Karısı, tek Kel Oğlan uyusun diye  her istediği yemeği pişirüb getiriyordu. Son yemeği yapmak için, yine ağıla gitmeğe mecbur oldı. Ağılın  bir buçuk saat uzak oldığunı  Kel Oğlan biliyordu. Bu sırada, güneş ilk ışıklarıyla  ufkı  yaldızlamağa başladı. Kel Oğlan, arkadaşlarını uyandırdı. Köşkün kulesine girerek demir kapısını arkadan sürmelediler. Kulenin tepesindeki gezinti yerine çıkarak Dev Karısının giri gelmesini beklediler.

            Biraz sonrada, Dev karısı geldi. Çocukları köşk de bulamayınca kaçmış olduklarını zanitdi. Bu anda kulenin   tepesinden gülüşler, kahkahalar  işitdi. Birde  ne görsün, çocuklar kulenin tepesinde! Heman, kuleye hücum itdi.Kulenin  demir kapısı sımsıkı kapanmışdı. Dev Karısı, hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. “Çocuklar, kapıyı açın” diye bağırdı. Çocuklar, yukarıda türkü söyleyerek oynuyorlardı:

            Ey yalancı süt annemiz1

            Sen istedin bizi yemek,

            Senden daha kurnazız biz,       

            Çekdik senden türlü yemek

                        Dev Karısı, Dev Karısı

                        Gitti yağın tam yarısı!

 

 

Pek  tatlıydı dondurmamız,

Kaymaklıydı muhallebi...

Bizi köşke kondurmanız,

            Sizi itdi fakir gibi...

                        Dev Karısı, Dev Karısı!

                        Gitdi sütün  tam yarısı

            Ne güzeldi su böreği?

            Titriyordu Elmasiye

            Harab itdin hep mideyi

            Baklavadan yiye yiye

                        Dev Karısı, Dev Karısı!

                        Gitdi balın tam yarısı!

            Dev Karısı bu sözleri işindince  kapıyı kırmak için bir kazma aramaya gitdi.

            Dev Karısı kazma ile gelince  Kel Oğlan sordı:

            ― Teyze bu kazma ile ne yapacaksın?

            ― Kuleyi yıkacağım

            ― Kuleyi niçin  yıkmak istiyorsun?

            ― Seni ele geçirmek için.

            ― Ya, ben kendi  ihtiyarımla yanına  gelirsem?

            ― O vakit  seni  evlâdım gibi severim.

            Kel Oğlan arkadaşlarına yavaşça şu sözleri söyledi.:

            ― Ben kuleden  aşağı  ineceğim. Alay için kendimi ona  teslim ideceğim. Dev Karısı bana bir şey yapamaz. Siz hiç korkmayın.

            Kel Oğlan, kendisini  kulenin penceresinden  sarkıtdı.  Dev Karısı  sağ elini uzatarak Kel Oğlan’ı oradan aldı.Sol elinde tutmakda oldığı bir çuvalın içine koydı. Çuvalın ağzını sıkıca bağladı. Didi ki ― Kel Oğlan, bu halinde  da  bana bir oyun yapda  göreyim. Şimdi, mutbağa gidiyorum. Dişlerimi takub geleceğim, seni kıtır kıtır yiyeceğim.

            Kel Oğlan ― Yiyebirlirsen  afiyetler olsun teyze!

            Dev Karısı, mutbağa  koşdı. Kel Oğlan, hemen cebinden çıkardığı küçük  bir bıçakla  çuvalı  yardı; içinden  çıkdı. Bağçede, Dev Karısının sevgili  buzağısı otluyordu. Kel Oğlan onı tutdı, getirdi. Çuvalın içine koydı. Ağzını  sımsıkı bağladı. Kendisi, sazların arasına girerek saklandı.

            Bu anda Dev Karısı geldi. Kazma gibi  dişlerini ağzına takmışdı. Çehresi  ifritlerden, zebanilerden daha korkunç bir şekle girmişdi.  Koşarak geldi. Çuvalın yakalayarak   ağzına götürdi. Çuvalla beraber içindeki mahlukı  yemeğe başladı. Hepsini  yedikten sonra,  elinde püskül gibi bir şey kaldı. “ Bu nedir,  aceba?” diyerek gözlerine  doğru yükseltdi, bakdı, birde ne görsün? biricik sevgilisi ve dünya  yüzünde bi tek nazlısı olan  buzağısını  yemiş, kuyruğı elinde  kalmış. Bunı görünce, Dev Karısı  hiddetinden  yere düşdi, bayıldı.

            Kel Oğlan, Dev Karısının bayıldığını görünce  arkadaşlarına kuleden ininiz, kaçalım, didi. Arkadaşları  kuleden inerek ırmağa doğru koşmağa  başladılar. Dev Karısı ayıldı, bunların ırmağa  doğru  koşmakda olduklarını  görünce  arkalarından seyritdi. Çocuklar  ırmağın  kenarına geldiler. Orada  yüce sukûd ağaçları vardı, Kel Oğlan, “Çabuk her birimiz  bir ağacın tepesine  çıkalım!”  didi. Her biri heman minare kadar yüksek bir ağacın tepesine  çıkdı: Dev Karısı yetişince  çocukların  yüce sukudların  tepesinde şakrak kahkahalarla  gülüşdüklerini  gördi.

            Dev Karısı ― Oraya nasıl çıkdın, Kel Oğlan?

            Kel oğlan ― Teyze, ağacın altında bir sabun, onun üstünde de bir bıçak  bıçağın üstüne yine bir sabun koyarak bir merdiven yapdım. Bu merdivene  basarak ağacın tepesine  kadar çıkdım.

            Dev Karısı, heman  köşke gitdi, bir çok sabunlarla, bıçakları  getirdi. Biri biri üzerine istif iderek  bir merdiven  yapdı. Bunun  üzerine  çıkınca  ayakları kesildiğinden  tabanlarından, parmaklarından  kan akmağa başladı. Ve birden merdiven  yıkılarak yere yuvarlandı.  Dev Karısı, biraz sonra bin güçlükle yerinden kalkarak  bir  balta getirmeğe gitdi.

            Kel Oğlan arkadaşlarına “ Ağaçlardan inelim, ırmakdan  yüzerek karşı sahile giçelim” didi. Çocuklar birer balık gibi  yüzerek suyun öte yüzine  geçdiler. Dev Karısı, köşkden dönünce, çocukları karşı sahilde gördi.

            Dev Karısı ― Oraya nasıl gitdin, Kel Oğlan?

            Kel Oğlan ― Teyze!  Irmağın ortasına bir değirmen taşı yuvarladık. Ona basarak bu tarafa geçdik.

            Dev Karısı ― O halde bekleyin; şimdi size yetişirim.

            Dev Karısı heman  yakındaki değirmene koşdı Oradan  bir değirmen taşı getirerek  ırmağın ortasına atdı. Taş ırmağın  çok derin  olan  dibine daldı. Dev Karısı, ırmağın ortasında  gerçekden  bir atlama taşı varmış gibi  bir ayağını  ırmağın ortasına atdı. Ayağı  boşluğa gelince, “Gümmm!” diye suyun içine  düşdi. Dev Karısı  yüzme bilmiyordu. Vücudı dağ  parçası  kadar ağırdı. Kocaman gövde köpükli sulara birkaç dalub çıkdı. En  nihayet  boğuldı, gitdi.

            Kel Oğlan, Dev Karısının  boğuldığını görünce, suda yüzerek yanına geldi. Tırmanarak başının üstüne çıkdı. Bıçağıyla Dev Karısının gözlerini ve kulaklarını kesüb çıkardı. Bunları dağarcığına koydukdan  sonra, ırmağın kıyısına döndi. Arkadaşlarıyla  beraber,  o memleketin  paytahtına gitdiler. Dev Karısının gözleriyle  kulaklarını padişahın  sarayına  götürdiler. Dev Karısının   senelerden beri memleketi harab itmişdi. Padişah, kim bu Dev Karısını öldürürse  ona  büyük mükâfatlar vireceğini ilan itmişdi. Padişah Kel Oğlanla arkadaşlarına “Nasıl bir mükâfat istersiniz?” diye sordı. Kel Oğlan “ Dev Karısının hazinelerini bize virirseniz, başka hiçbir şey istemeyiz” didi.

            Padişah, “Bu hazineler zaten sizindir” diyerek her birine kırk katır virdi. Onları mallarını getirmek için Dev Karısının köşküne  gönderdi. Bunlar, oradaki  hazineleri aralarında taksim itdiler. Her biri hissesini kendi  katırıyla paytahta getirdi. Dört arkadaş birer konak satın aldılar. Birer dükkân açdılar iş güç sahibi oldılar.

           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                   TENBEL AHMED

 

Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş, bir oğluyla üç kızı vardı. Kızların  düğün zamanı geçmeğe başlamışdı. Bir gün  bu üç Sultan, Bostancı başıyı çağırdılar. Her biri bir karpuz ısmarladı: Büyüğü çok geçmiş bir karpuz, ortancası az geçmiş bir karpuz, küçüğü tam kemalinde bir karpuz  istedi. Bostancı  başı istenilen karpuzları  getirdi. Sultanlardan   her biri kendininkine adını yazarak karpuzları Padişaha’a  gönderdiler. Padişah, karpuzları birer birer kesdi. Kızlarının bu bilmecedeki ma’naları anladı.

            Padişah, ibtida büyük kızını çağırdı. “Seni bir gence mi vireyim, irkin  ve olgun bir adama mı vireyim?” diye sordı. Büyük Sultan “Siz bilirsiniz, Padişah’ım!”  diye cevap virdi. Padişah, bunu sağ vezirin oğluna virdi, düğünlerini yapdı. Sonra, ortanca kızını  çağırarak aynı su‘ali sordı ve aynı cevabı aldı. Bunı da sol vezirin  oğluna  virdi. Sıra, küçük  kızına gelince onı da çağırdı,  ona da  aynı su‘ali  sordı. Fakat, küçük sultan  saraylara mahsus nazgane riyaya luzüm görmedi. “Şevketli babacığım! Beni gence viriniz!” didi. Padişah bu cevabdan öfkelendi. Heman  tellarlar  çağırtarak nerede tembel, aciz, hımbıl bir genç varsa haber virilmesini  ilan itdirdi. Meğer, fakir bir kadıncağızın “Tenbel Ahmed “ adlı bir oğlı varmış. Yerinden kalkmağa  bile üşenirmiş. Bunun kulubesini Padişah’a haber virdiler.Padişah küçük kızını ceza olmak üzere, bu gence virdi. Bunlarında düğüni yapıldı.

            Tenbel Ahmed, bir  gün evin bağçesinde  hava almak istedi.Annesi onı arkasına alarak  bağçeye  götürdi. Sultan Hanım, Kaynanasına didi ki “Sen onı bağçeye götürdin, oradan getirmekde bana düşer”  Kaynası “Ah sen onı nasıl getirebilirsin?”  dimesiyle “Kocam değil  mi?  Elbette getirim”  didi ve heman mutbağa   koşdı, ateşli bir odun alarak Tembel Ahmed’in yanına gitdi: Sen hiç utanmaz mısın? Annen seni bağçeye  sırtında  getirib götüriyor. Daha ne zamana kadar evde kalacaksın.Haydi git, çalış. Para kazan! Sende bir adam ol. Yoksa bu odunla sana ala bir ziyafet çekerim” didi. Tenbel Ahmed  bu hali  görünce korkusundan sokağa fırladı, çarşıya  gitdi. Orada onun bunun eşyasını taşımağa başladı. Akşama kadar beş on guruş kazandı. Akşam olunca eve geldi. Yavaşça kapıyı çaldı.

            Tenbel Ahmed ― Tak, tak!

            Annesi ― Kim o?

            Tenbel Ahmed ― Benim, Tenbel Ahmed!

            ― Hanım evde mi?

            ― Evde!

            ― Odun elinde mi?

            ― Elinde!

            ― Öyleyse ise  içeri  gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmağa gidiyorum.

            Annesi  her ne yapdıysa Tenbel Ahmed içeri girmedi. İrtesi gün yine beş on guruş kazanarak akşam kapıya geldi.

            ― Tak, tak!

            ― Kim o?

            ― Benim, Tenbel Ahmed!

            ― İçeri gelsene oğlum!

            ― Hanım evde mi?

            ― Evde!...

            ― Odun elinde mi?

            ―Elinde!

            ― Öyle ise içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmağa gidiyorum.

            İrtesi gün, bir tüccar, Tenbel Ahmed’e   beş yüz guruş virdi. “Bu parayı harçlık  olarak ailene bırak! Seni kervan başı ta‘yin idiyorum.Benimle beraber Bağdad’a gideceksin. Hayvan  başına  sana yüz guruş vireceğim” didi. Tenbel Ahmed bu teklifi kabul itdi. Beş yüz guruşu alarak eve geldi.

           

            ― Tak, tak!

            ― Kim o?

            ― Benim, Tenbel Ahmed!

            ― İçeri gelsene oğlum!

            ― Hanım evde mi?

            ― Evde!...

            ― Odun elinde mi?

            ―Elinde!

            ― Al. Bu beş yüz guruşu ben  ticaret için Bağdad’a gidiyorum.

            ― Oğlum içeri gel de biraz yüzini göreyim.

            ― Hanım evdedir gelemem. Allah’a ısmarladık!

            Tenbel Ahmed  kervan ile beraber  yola çıkdı.

            Kervan, bir gün  ıssız,  ağaçsız, susuz  bir çöle  rast geldi. Araya araya, tepeler arasında gizli bir  kuyu buldılar. Tüccar, Tenbel Ahmed’e  kova ile kuyuya inmesini  ve orda kovayı su ile doldurmasını  emr itdi. Bu işin ücreti olarak hayvan başına bir lira  alınacakdı. Tenbel Ahmed, kuyuya indi,  kovayı su ile doldırdı. Kervan halkı kovayı yukarı çekdikçe hayvanlara su viriyorlardı. Hayvanlar  suyı bitirince tekrar kovayı salıyorlar. Tenbel Ahmed onu yeniden doldurıyordu, fakat  Tenbel Ahmed yalnız  bu işle  meşgul değildi. Kuyunun içinde bir kapu gördi.  Bu kapıdan içeriye girince kendisini bir köşk içinde buldı. Bu köşde  kara gözlü bir kız oturmuş, mahzun mahzun düşünüyordı. Kara gölü kız  Tenbel Ahmed’i görünce “Aman  Allah aşkına  olsun!  beni bu kuyudan kurtar” diyerek  yalvarmağa  başladı. Tenbel Ahmed, şimdi seni  çıkarırsam  dışarıdaki arkadaşlarım  belki bana bir fenalık  iderler. Daha birkaç  gün  sabrit ilk uğradığımız şehirde  kervandan ayrılarak  iki atla bir ip merdivenle  buraya geleceğim, seni kurtaracağım didi. Kız, kendisini unutmasın diye, yüzüğüni  parmağından  çıkararak Tenbel Ahmed’in parmağına takdı. Tenbel Ahmed, köşkün  bağçesine çıkınca orada yemişleri tabii narlardan   firiksiz saninar ağaçları  gördi. Tenbel  tabii  sandığı bu narlardan kopararak  omzundaki  heybesinin  iki gözünü doldurdı. Ve kıza veda iderek  kuyudan çıkdı. Yolda kendi  memleketine  giden  bir kervana rast geldi. Bu kervanın içinde eski bir arkadaşını  gördi. Heybeyi bu arkadaşına teslim iderek  evine gönderdi.

            Bir gün akşama doğrı Tenbel Ahmed’in evinde  karısıyla annesi konuşuyorlardı. Kapu çalındı. “ Tenbel Ahmed size  gönderdi” diye  içeriye narlarla dolu bir heybe virildi. Küçük  sultan “ne güzel narlar!” diyerek heybeyi  kilere götürdi. Bir gice, gelin hanım, kaynanasına “ bu güzel narlardan bir danesini keselimde yiyelim” didi. Bir nar getirerek  kesdi. Narın  yapma  oldığını, içinin inci, elma, yakut  ve zümrüdlerle  dolu olduğunı  gördiler. “Bu narları saklayalım”  didi. İrtesi gün,  kesdikleri  nardan çıkan mücevherleri, satdılar. Bunun  parasıyla  Padişah’ın  sarayına  karşı güzel bir  saray yapdırdılar. İçinde tekke gibi bütün yolcıların ve siyahların misafir idileceği, alâ yemekler virileceğini ilan itdiler. Padişah  vezirine “ Bu sarayın sahibini bilmek isityorum. Kıyafetimizi  tebdil iderek  oraya  gidelim. Bir çorba içelim. Belki sahiblerinide  görürüz” didi. Derviş kıyafetine girerek yeni saraya geldiler. Adamlardan hiç birini tanıyamadılar.

            Tenbel Ahmed’in  kervanı  Bağdad’a ulaşınca, tüccar, ona bir altun tepsi virdi. “ Bu tepsi Musul Padişah’ına  götürürsen  sana  çok bahşiş virecekdir” didi. Tenbel Ahmed Musul’a giderek  tepsiyi Padişah’a takdim itdi. Padişah Tenbel  Ahmed’in  parmağındaki yüzüğü görünce  dört seneden beri ga‘ib olan kızının yüzüğü olduğunı  tanıdı. Padişah, yüzüğü ne suretle eline geçdiğini  sordı. Tenbel Ahmed,  kuyu macerasını anlatdı. Padişah “ O benim kızımdır, sizin memleketin veliahdına   nişanlıdır. Bir gün kızım ortadan gaib oldı. Çok aradık  bulamadık. Nişanlısı da  uğradığı felaketten çıldırdı. Şimdi kızımı kuyudan kurtarırsan  hem benden, hem kendi Padişah’ından  çok   ihsanlara  na‘il olursun” didi. Tenbel Ahmed’e beş on araba  ile bir tabur asker virdi.  Tenbel Ahmed’e  kuyunun  yanına gelince  içine indi kara gözlü Sultanın bütün  eşyasını dışarı çıkardıktan  sonra Sultan’a didi ki “şimdi sende çıkmağa hazırlan!  fakat, önce ben çıkacağım çünki, sen daha evvel  çıkarsan  beni burada bırakub gitmeleri ihimali var!” Tenbel Ahmed kuyudan  çıkdıktan sonra, Sultanı’da  çıkardı. Musul’a babasının  yanına  götürdi Kız babasıyla, annesiyle görüşdükden  sonra, nişanlısının  yanına gitmek istedi. Tenbel Ahmed, “nişanlısının eniştesi oldığunı,  kendiside memlekete  gitmek üzere oldığundan  beraber götürebiceğini” söyledi. Sultan memnuniyetle beraber gitmeğe razı oldı.

            Kafile, şehre bir saat  mesafedeki bir köye ulaşınca, Tenbel Ahmed: “ Siz burada kuracağımız çadırda bekleyiniz. Ben gidüb geldiğinizi haber vireyim” didi. Tenbel Ahmed kulubesinin  kapısına geldi. Sultan Hanım tanıyabilsin diye  kulubeyi yıkdırmamışdı. Tenbel Ahmed kapıyı çaldı:

            ―Tak, tak!

            ― Kim o!

            ― Benim, Tenbel Ahmed!

            ― İçeri gelsene, kocacığım

            ― Hanım evde mi?

            ―  Evde!

            ―  Odun elinde mi?

            ― Elinde değil!

            Tenbel Ahmed içeri  geldi. Bir de ne görsün evlerinin içi muhteşem  bir saray olmuş. Karısı gönderdiği narların mücevheratla dolu  oldığunı yalnız bir danesini  satmakla bir saray yapdırdıklarını  anlatdı. Tenbel Ahmed didi ki “ Bu narların perisinide getirdim. Dört senedenberi  biri deli olan kardeşin bu periyi görünce  yeniden  akıllanacak  çünki, bu peri onun o kadar  derin bir  aşkla sevdiği nişanlısıdır. Sultan bu haberden  çok memnun oldı. Tenbel Ahmed “ sen hamama git, elbiseni değiştir, ben onı getiririm.” didi heman  altun arabaları  hazırlatarak karşulamağa  gitdi. Kara gözlü Sultan’ı  büyük bir debdebe ile saraya getirdi.

            İrtesi akşam Padişah’la oğluna bir ziyafet çekdi. Padişah ister istemez deli şehzadeyi beraber götürmeğe  razı oldı. Delinin hiç kimseye bir zararı yokdı. Yalnız derin bir kasavet içinde yaşıyor, etrafında söylenen sözlerden  hiç haberdar  olmuyordı. Padişah Tenbel Ahmed’i tanıyamadı. O sırada küçük kızı, Yasemin çubuğunı getirerek kendisine takdim idince onı tanıdı.

            Padişah’ım beni tenbellikten kurtarub hiç yorulmaz  bir adam haline koyan kızınızdır. O beni kendisine lâyık  bir koca yapdı. Bende ona ve size gayet kıymetli bir hediye getirdim. Dört  seneden beri şehzadeyi bu halde bulunduran sevgilisini getirdim” Bu anda, dört senelik aşk hasretiyle  yanan kara gözlü Sultan  içeri girerek Şehzadeye  doğru koşdı. Şehzade bunı  görünce, elini  eline götürdi. Gözleri  canlanmağa  başladı halinden  tavrından yavaş yavaş hatıralarının  uyandığı, hafızasının  yerine geldiği anlaşılıyordu. Birkaç saniye geçdikten  sonra tamamiyle  aklı başına geldi. “Ah ! sevgilim!” diyerek  nişanlısına sarıldı. Padişahi kızına ve damadına  teşekkür  itdi. Kırk gün kırk gice düğün yapılarak  Şehzade ile kara gözlü Sultan muradlarına  irdiler.

           

 

KUĞULAR

 

Bir Padişah’ın on bir oğluyla bir tek kızı  vardı. Bu  çocukların sevgili anneleri  ölünce Padişah başka bir kadınla evlendi. Büyüği hanım   sultan büyücüydi. Üvey evladrınıda  hiç sevmiyordu. Bir gün üvey  annesi “ Nilüfer” i hamama götürdi yüzüne  başına vücuduna  siyah bir boya sürdi, büyü ile  boyayı çıkamaz  hale getirdi. Kız  gayet çirkin oldı. Artık Padişah babası  yüzine  bakamıyordı. Kızcağızdan herkes iğreniyordı. Nihayet onı mutbağa atdılar, bulaşıkları  yıkamağa ma‘ mur itdiler.

Üvey anne bununla kalmadı. Kızın  onbir erkek  kardeşinide  büyü ile  birer     Kuğu” şekline sokdı. Bu zavallılar, giceleyin  yine insan olurlardı. Fakat güneş  doğar doğmaz  kuğu şekline girerek havaya uçarlardı. Yeşil göllere giderek, orada sazların mor gölgelerinde yıkanırlardı. Nilüfer, kardeşlerini gördüği müddet, saraydaki hakaretlere tahammül itdi. Lâkin, kardeşlerinin  birer kuğu olarak  uçub gittiklerini  gördükten sonra,  artık sarayda kalmayı istemedi, bir gün gizlice  saraydan çıkdı. Az öz, dere tepe  düz  gitdikden   sonra,  bir yeşil  gölün  kenarına geldi. Ve söğüd ağacının gölgesinde  oturarak  gölün  güzel renklerini  temaşaya daldı.  Bu anda, karşıdan bir beyaz  buludun gelmekde  oldığunı  gördi. Bu beyaz  bulut, göle yaklaşınca beyaz kuğulardan  bir sürü oldığunı   anladı. Bu beyaz kuğular ibtida göle  inerek  serin sular  içinde  yıkanırlar. Sonra içlerinden birisi   Nilüfer’i görerek arkadaşlarına  gösterdi. Hepsi, birden suda yüzerek  kız kardeşlerinin yanına geldiler. Elini, ayağını saçlarını öpmeğe yalamağa başladılar. Kız bunların kendi kardeşleri oldığunı  tanıdı. Onlara, başından geçen bütün felâketleri anlattı. Kuğular  bu  sözleri işidüb anlıyorlardı. Fakat, cevab viremiyorlardı.

Gice olunca, kuğular birer genç şehzade oldılar. Nilüfer  kardeşlerini  birer birer tanıdı. Onlarla  sabaha kadar konuşdı. Fakat, sabah olunca yeniden hepsi  kuğu  suretine  girdiler. Uçarak  gölün  öte tarafına  gitdiler, Nilüfer akşama kadar  sabırsızlıkla  bekledi. Akşama  doğrı, beyaz bulut yeniden göründi.  Kuğular  yine  zümrüd  sularda  yıkandıktan  sonra Nilüfer’in yanına  geldiler. Kız kardeşlerini  öpüb  sevdiler. Giceleyin insan kılığına girdiler. Nilüfer’e didiler ki, biz gölün  bu kıyısında barınayız.  Burasının  havası, toprağı, her şeyi  kasvetlidir. Karşıki sahilde güzel bir kumsal vardır, kumları altundan, sedefleri inciden, çakıl taşları elmasdandır.

Bu kumsalın üzerindeki tepede, çam ormanlarının  içinde ağaçların biri birine geçmesinden  tabii bir köşk vücuda   gelmiş. Orası bizim sarayımızdır. Ormanda, her türlü  yemiş ağaçları av kuşları vardır. Seninle  orada  me‘sud  bir hayat  yaşayabiliriz.  Yarın  sabah  biz birer kuğu olunca seni  kanadlarımızın üzerine  alacağız. Gölün üzerinden geçireceğiz. Sakın korkmayasın. Bizim kanadlarımız  kuvvetlidir. Suya düşeceğini  hiç hatırına getirme!

Sabah olunca altı kuğu  yanyana  gelerek bir sal  şeklini aldılar. Nilüfer bu salın üzerinde  oturdı. Beş kuğuda  kanadlarını açarak, salın  üzerine bir gölgelik vücuda getirdiler. Bu beyaz sal gökde, uçmağa başladı. O yukarıda  uçarken, hayali aşağıdaki gölün gümüş  aynasına akis  idiyordı. Nilüfer  düşmekden kormadığı  için, bu seyahatden    çok zevk alıyordı. Akşam  yaklaşınca, bir  adaya indiler. O giceyi adada geçirdiler. Sabahleyin, yine  beyaz tayyareyi vücuda  getirdiler.

Nilüfer akşama doğru karşı, sahile altun kumlı, inci  sedefli elmas taşlı kumsala indiler. Giceyi ormandaki  tabii köşkde geçirdiler. Sabah olunca, kardeşleri yine kuğu olub  uçdılar. Nilüfer köşkten çıktı. Ormanda, gezindi. Ağaçların dalları güzel, yaprakları güzel, çiçekleri güzeldi. Yemişlerde çok lezzetliydi. Akşama kadar gölün kenarında, ormanın ağaçları altında gezindi. Akşam olunca, kuğular geldiler. Kardan daha beyaz köpüklü sularda  yıkandılar. Güneş batar batmaz yine insan oldılar. Buradaki tatlı hayat, aylarca devam etdi. Bir gice, Nilüfer’in rüyasında  ak saçlı  bir ihtiyar kadın geldi. “Ormanın şark tarafında bir süt göli var. Orada yıkanırsan eski güzelliğini bulursun” didi.

Nilüfer sabah olmadan  kardeşlerini uyandırarak süt gölün yerini öğrendi. Sabah olubda kuğular uçunca, oda süt gölüne  doğru gitdi. Göle girübde  yıkandıkdan sonra  aynaya bakdı: üvey annesinin   yapdığı  büyüden evvelki güzelliği tamamiyle giri gelmişdi. Akşam kardeşleri Nilüfer’i bu halde görünce çok sevindiler. Nilüfer o gice de rüyasında o ihtiyar kadını gördi. Kadın didi ki” Kardeşlerini büyüden kurtarmağa istersen mezarlıklardaki ayrık otundan onbir gömlek örmelisin. Fakat bunlar bitinceye kadar, sana ne gibi  işkenceler yapsalar, ağzından   hiçbir söz  çıkmayacakdır. Hiçbir su‘ale cevab virmeyeceksin. Eğer bütün işkencelere tahammül iderek, hiç konuşmaksızın,  bir  kelime bile kullanmaksızın onbir  göleği yapar ve kuğulara  giydirirsen  onlar derhal eskisi gibi insan olurlar.” Nilüfer, uyanınca, ayrık otı aramağa gitdi. Topladığı otlarla gömleklerin birincisini örmeğe başladı. Akşam kardeşleri geldiler. Ne yapmakada oldını sordılar, hiç cevab virmedi. Muttasıl örmekde  devam idiyordı. Kardeşleri bu  konuşmamakda büyüdür didiler. Artık giceleri kardeşleriyle konuşmuyordı. Onlar konuşuyor kendisi gömlek örüyordı. Bir gün, o diyarın  genç Padişah’ı  ava çıkmışdı. Yolı, tabii köşke  uğradı. Köşkün güzelliğine hayran oldı. Hele orada dünya  güzeli Nilüfer’i  görünce  ona bin candan bin cana aşık oldı. Genç Padişah, kıza kim oldığunı sordı. Nilüfer cevab virmedi. Adını sordı, yine cevab alamadı. Kız hiç  durmaksızın  gömlek örüyordı.  Genç Padişah, kızın bu haline şaşırdı. Kıza “ bana varır mısın?” diye sordı. Cevap yok. Vezirleri “Sukut ikrardandır.” didiler, kızı bir arabaya koyarak genç Padişah’ın sarayına götürdiler. Kırk gün, kırk gice düğün yapdılar. Fakat, Nilüfer hiç oralarda  değildi. O muttasıl, giceleri saraydan çıkıyor, mezarlıklarda ayrık topluyordı. Nilüfer’in arkasına  gözci koydılar. Nihayet, Padişah’a nişanlısının  (büyüci) olduğunı giceleri  mezarlıklarda  dolaştığını, halk aleyhine büyüler yapdığını haber virdiler. “ İnanmazsa, giceleyin arkasından git, kendi gözünle görürsen” didiler. Bir tarafdanda halk arasında kızın büyücülüğüne dair haberler yapdılar. Padişah kızı çok seviyordı, fakat konuşmamasından kendiside biraz şüphelenmişdi. Gice olunca, kızın arkasına düşdi, kız mezarlığa geldi. Ot  toplamağa  başladı. Padişah kızın  büyüci olduğuna  inandı. Kızı  mahkemeye virdi. Kadı  bir çok su‘aller  sordı. Kız hiç birine  cevab virmiyor, elindeki gömleği  örnekle  meşgul oluyordı. Kadı, nihayet Nilüfer’in asılmasına  hükm virdi. Nilüfer hiç teessür  göstermedi. Gömleğini  örmekde  devam itdi. Padişah, bir defa  daha denemek için  Nilüferi’in  yanına geldi. Bir tek  kelime  söylerse  cezadan  afu ideceğini, yine eskisi gibi nişanlısı  kalacağı  söyledi. Nilüfer elindeki gömleği örnekleden  başka hiçbir hareket göstermedi. Padişah, kızın bu muamelesinden hiddetlendi. “ Hakim icra olunsun!” didi.

Celladlar  kızı aldılar , Dar ağacının yanına götürdiler. Kız son gömleğini bitirmek için  acele idiyordı. Bir saniye durmıyor, öriyor, öriyor, daima örüyordı. Cellad, ölüme hazırlanmasını haber virdi. Bir çok seyirciler bu büyücünün nasıl öleceğini  temaşaya  gelmişlerdi. Kız yine aldırmadı. Gömeleği  örmeklede  devam itdi. Zaten gömlek bitmek üzereydi. Cellad  ağzından  bir kelime çıkarmak için ona abdest almasını, namaz kılmasını, tövbe itmesini  nasihat idüb  duruyordı. Kız da son örgüleri bitirmeğe  çabalıyordı. Nihayet, cellad usandı. Kızı asmak için, elini uzattığı zaman, son gömlekde bitmişdi.Bu anda onbir kuğu bir beyaz bulut gibi uçarak geldiler. Kızın itirafını aldılar, kız yanındaki onbir gömleği birer birer bunlara  giydirdi. On bir kuğu birden bire onbir şehzade oldılar. Bu hal karşısında cellad da, seyircilerde şaşub kaldılar. Bu anda kız cellada  didi ki “ Şimdi padişah ve kadı efendi gelsinler, her işi anlatacağım” didi. Padişahla  kadı efendi geldiler. Nilüfer, üvey annesinin  kendisine  ve kardeşlerine  nasıl büyü yapdığını, kendisinin  konuşmaması ve giceleri ayrık toplayarak muttasıl gömlek örmesi ve büyüleri bozmak için olduğını söyledi.Kardeşleride  umumiyetle  bu  sözlerin doğru olduğunı şehadet itdiler. Padişah, Nilüfer’in babasına haber göndererek  hanım sultana  beraber  düğüne  davet itdi. Düğün esnasında ihtiyar  baba evlatlarını tanıdı. Hain karısını boşayarak babasın evine gönderdi. evladlarına sarılarak  gözlerinden öpdi. Damadına da  evladlarını kurtardığı için büyük teşekkür itdi. Bundan sonra  hepsi bahtiyar yaşadılar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NAR  TANESİ

YAHUD

DÜZME  KEL OĞLAN

 

Vaktiyle  büyük bir padişah vardı. Bunun  Gülseven Sultan adlı kızı vardı. Bu kızı başka Padişah’ın oğluna istediler. Baba kızını virdi.  Şehzade memleketine götürmek için, Gülseven Sultan’ı altun arabasına bindirerek alayla yola çıkardı. Bir gün yolda giderken Şehzade yerde bir nar tanesi gördi. Derhal, atından aşağı inerek nar tanesi yerden aldı, ağzına atdı. Gülseven Sultan Şehzādenin  bu hareketine dikketle seyretmişdi. Yerden bir nar tanesini  alıp ağzına atan bir Şehzāde olsa bile kibar ve nazik bir adam olamayacağına hükm itdi. Kendisinin  böyle  kaba ruhlu bir gençle  beraber yaşayamayacağını anlatdı. Heman  arabacısına  arabayı giri çevirmesini emr itdi. Yavruları vasıtasıyla kendine aid bütün arabaları giri çevirtdi.

Şehzade yalnız kendi adamlarıyla  elleri bomboş olarak memlekete döndi. Fakat, uğradığı  bu hareket ona çok acı geldi. Bundan başka, gerçekten gönül virdiği güzel nişanlısından mahrum olmak kalbini ateşli  bir testere gibi kemiriyordı. Şehzade hem kendisine hakaret iden o mağrur sultandan öc almak ihtirasıya, hem de gönül alub götüren o güzel vücuda kavuşmak iştiyakıyla  yanub tutuşuyordı. Nihayet günlerden bir gün şehzade kararını virdi. Masallarda olduğı gibi, başına bir işkembe geçirerek kendisini  bir kel oğlan kılığına sokdı. Bu şekilde, sevgilisinin  memleketine gitdi.

Şehzade, Gülseven Sultan’ın, öteden beri eli yordamıyla bir bağçevan aramakda olduğunı biliyordı. Kel oğlan kılığında  olarak saraya gitdi. Kapıcı  başıya  bağçevanlıkda  çok hünerli olduğunı, sarayda  bir bağ çevana  ihtiyaç varsa kendisinin bu işi  pekala yapabileceğini haber virdi. Saray’ın kapıcı başısı Gülseven Sultan tarafından iyi bir bağ çevan aramağa ma‘mur  idilmişdi. Derhal Kel oğlan’ı Gülseven Sultan’ın huzurına götürdi. Gülseven Sultan güllerin her rengini, her çeşidini  severdi. Kel oğlan’a “ Gül yetiştirmesini bilir misin?” diye sordı, Kel oğlan; “bilmeseydim, hiç böyle bir sarayın bahçevanlığını isteyebilir miydim?” didi.

İrtesi sabah, Gülseven Sultan uykudan uyanubda bağçenin  başdan başka penbe güllerle  bezendiğini gördi. Bir gün evvel, kızıl toprakdan başka bir şey görülmeyen saray bağçesi  bu sabah cennetin  gül tarlalarına benziyodı. Bir gicede, böyle  bir gül tarlasını  vücuda getirmek  nasıl mümkün olurdı? Gülseven Sultan büyük bir meraka düşdi. Heman  meşlahını  omzına  atarak  bağçeye  indi. Bağçenin  uzak köşesinde çok hüzünli  bir şarkı sesi geliyordı. Oraya  yaklaşınca, Kel oğlan’ın kendi  kulubesinde türkü  söylemekde  oldığunı  gördi.

Uç, gülüm uç!  Disem güller uçuyor;

Saç , gülüm saç disem renkler saçıyor;

Lakin değil hiç birisi gözümde

Çünki  benim  yarim benden kaçıyor.

Gülseven Sultan – Kel oğlan, senin sevdiğin çok zalim bir kız olmalı! Bir nefesiyle  dünyayı  gülistane  çeviren senin gibi  bir sihirbaza  nasıl oluyorda gönül virmiyor?

Kel oğlan – Ah, Sultanım Allah sizi bir şefkat meleği diye yaratmış, siz benim için Allah’a yalvarınız ; mutlaka oda gönli virir.

Gülseven Sultan ellerini göğe kaldırarak  Kel oğlan için dua itdi.Duadan  sonra Kel oğlan’ı daha sevimli, daha nazik görmeğe başladı.

İkinci sabah;  Gülseven Sultan, uyanınca yine pencereden  bakdı. Bu günde bağçe başdan başa beyaz güllerle  donatılmışdı, heman meşlahını omızına atarak  bağçeye indi. Yine şarkı sesleri geliyordı, Kel oğlan’ın kulübesine  yaklaşınca  şu  türküyi  işitdi.

Yar’ım bana ya hep cefa göstersin,

Yahud gerçek, tam bir vefa göstersin…

Göz yaşımla bağçesini  sulayım

Benim hazirem ona sefa göstersin

Bugün Gülseven Sultan, Kel oğlan’ı  daha yakışıklı görmeğe başladı. Üçünci sabah, Gülseven Sultan bağçesini  sarı güllerle  bezenmiş gördi. Kel oğlan’ın  kulübesine  gidince  şu türkiyi  işitdi:

Ey  gülleri  seven! Sen bir güzelsin!

Bana  karşı  gül ki bahtımda gülsin!

Sorma  kimdir yarim oda sultandır.

Darılmazsan adı onunda Gülseven!

Bugün Gülseven Sultan, başka  birisini  değil, kendisini  sevdiğini anladı. Kendi gönlüni  yoklayınca, orada da Kel oğlan’a  karşı bir aşk ateşi alevlenmekde  oldığunı  gördi. Heman kararını virdi. Kel oğlan’ın yanına  gitdi. “Bende seni seviyorum. Fakat babam beni sana virmez. Bu memleketden gizlice  kaçalım. Başka bir diyarda her, sebestçe  biri  birimizin  oluruz” didi.

Kel oğlan, evvelce  her ne lazımsa hazırlamışdı. Heman o‘ gice saraydan kaçarak yola düşdiler. Gündüzleri ormanda gizleniyorlar, gice yürüyorlardı. Nihayet, memleketin hududını  aşdılar. Artık ele geçmek, yakalanmak korkusu kalmadı. Şimdi, gündüzleride yürüyorlardı. Bir gün yolda giderken Kel oğlan yerde ağaçdan yapılmış, eski, kırık bir tarak gördi. Gülseven hanıma “ bunı al, boğçana koy!” didi.

- Niçin alayım ? bu neye yarar?

- Başını taramak için bir tarak lazım değil mi? Bakalım gideceğimiz  yerde bunı bulabilecek misin?

Gülseven hanım, tiksinerek tarağı  yerden aldı. Boğçasına koydı. Bir az daha yürüdiler. Kel oğlan yerde yamalı yırtık bir peştamal  parçası gördi. Gülseven Hanım’a “bunı al, boğçana koy!” didi. Gülseven Hanım, “ niçün alayım?” dimesi üzerine “ hamamda bir peştamele ihtiyaç olmayacakmı mı? Bakalım gideceğimiz yerde bunıda bulabilecek misin?” didi. Biraz daha yürüdükden sonra, birde tenekeden kirli bir tas gördi. Gülseven Hanım’a “Bunı da al” didi. Gülseven Hanım’ın  yine “ niçin alayım?” su‘aline  cevaben “hamamda  başına su dökmek için bir tas lazım didi. Gülseven Hanım bu kirli tası da tiksinerek aldı. Boğçasının  bir tarafına sıkıştırdı. Bu suretle, her ikisi de yaya olarak yürüye yürüye, Kel oğlan’ın baba yurdına  geldiler. Kel oğlan Gülseven Hanım’ı sarayın yakınında bir kulübeye yerleşdirdi. Kendisi  Şehzade  elbisesi giyerek  saraya gitdi, Seyahatde  eski  aşkından kurtuldığını, şimdi  büyük  vezirin  kızıyla  evlenmek istediğini, heman düğün hazırlıklarına  başlanmasını bildirdi. Sarayda düğün  hazırlıklarına başlandı. Şehzade  günde bir defa, Kel oğlan kıyafetinde Sultan’ın kulübesine geliyordı. Kel oğlan bir gün Gülseven’ dediki “ Bu memleketin  şehzadesi  evleniyor. Sen de dikişçi  kadınlar arasında  saraya git. Hem elinin  emeğine  karşı  bir ücret alırsın.Hem de bir parça  ipekli  kumaş aşırırsan doğuracağın çocuğa  güzel bir elbise yaparsın.”

Gülseven bir dikişçi  kadın sıfatıyla  saraya  girdi. Gelinin çok çirkin  bir kız oldığunı gördi. Bir zaman bir saraya gelin olarak  geleceğini hatırladı. Bir nar tanesinin ne suretle tali‘ni değişdirdiğini  düşündi. Fakat o şimdiki  halinden çok memnundı. Çünki  kocasını candan, gönülden seviyordı. Bu anda kocasının söylediği sözler hatırına geldi. Her ne kadar seciyesinin, ahlakının zadı ise de nefsini zorlayarak o sözlere itaat itdi. Bir parça ipekli kumaşı çarşafının altında sakladı. Şehzade bir gün evvel  baş kalfaya yarın işçi kadınlarından kumaş çalınmış diyerek  yoklama yapılmasını emr itmişdi. Yoklama yapıldı. Aranılan kumaş parçası Gülseven kadının çarşafı altında bulundı. Kadıncağız bin türlü hakaret görerek zorla canını kulübesine atabildi. Kocasına işi anlatdı. Kocası “Bu kere becerisiz davranmışsın. Bir daha gidersen daha ustalıkla aşırırsın           didi.Gülseven maniyatsız  uykusuna yatırılmış gibi, kocasının her didiğini ihtiyarsız yapıyordı. Aşk bütün iradesini  elinden almışdı. Yine sabah Kel oğlan bugün yakınımızdaki hamama  git didi. Gülseven tasını, tarağını toplayarak hamama gitdi. Meğer o gün sarayın bütün hanımları da hamam da imişler. Şehzade bir tepsinin içine  bir parça altun, bir parça  şeker, bir gül, bir diken, bir nar tanesi koyarak baş kalfa ile hamama gönderdi. “ Hanımlardan hangisi  bu tepsideki bilmeceye cevap virirse Şehzade onı alacakdır. Diyinizi ve fakir olsun, zengin olsun mutlaka  her hanıma bu tepsiyi  gönderiniz “ didi. Cariyeler tepsiyi  hamamdaki  bütün hanımlara gösterdiler. Hiç birisi  bilmeceyi anlayamadı. Nihayet, hamamda Kel oğlan’ın karısı Gülseven kadından başka kimse kalmadığını görünce ona da göstermeğe mecbur oldılar. Çünkü  şehzade, fakir olsun, zengin olsun her kadına  gösterilmesini  emr itmişdi. Tepsiyi, Kel oğlan’ın karısına gösterdiler. Kadıncağız, ihtiyarsız  şu sözleri söyledi :

Altun gibi azizdim

Şeker gibi lezizdim

Saltanat ağacında

Yetişmiş tek filizdin

Naz bağında gül iken

Oldum bir kaba diken

Sebeb nar tanesi

Kel oğlan’a vardım ben…

Cariyeler  unutmamak içün  bu sözleri yazdılar. Şehzade’ye  götürdiler. Şehzade, “ Alacağım kız işte budur” didi. Derhal, cariyeler  Gülseven Hanım’ı, gelin Sultan’a  hazırlanan kurnaye  götürdiler. Kadıncağız, kırık tarağıyla  tasından, yırtık peştamalinden bir tülü vazgeçmek istemiyordı. Cariyeler bunları elinden alarak bir tarafa atdılar. Beline Sultanlar’a mahsus  bir peştamal  sardılar. Saçlarını fil dişinden elmas taraklarla taradılar. Başına altun taslarla  su dökdiler. Güzelce  yıkadıktan sonra ipekli havlılara  sararak  hamamdan çıkardılar. Gelin Sultan için yapılan elbiseleri ona  giydirdiler. O istemiyor, “Ben Kel oğlan’ın  karısıyım. Beni yanlış olarak başkasına  benzetdiniz.” Diyüb durıyordı. Cariyeler  büyük bir nezaket ve hürmetle onı altun arabaya bindirdiler, saraya götürdiler. Dağrı Şehzade’nin  odasına çıkardılar. O ağlıyor, “ istemem, istemem Kel oğlan’dan başka kimseyi  istemem” diyordı.

Bu anda şehzade geldi. Gülseven kadın, ona da “ ben evli bir kadınım. Kel oğlan’ın karısıyım, onı seviyorum. Kim olursa olsun başkasını istemem” Şehzade didi ki . “ Madem ki sen Kel oğlan’dan başkasını istemiyorsun, işte ben de bir Kel oğlan olacağım” Derhal, duvardaki bir dağarcıkdan eski bir eşkanbe çıkardı. Başına takdı. Kel oğlan’ın yırtık hırkasınıda çıkararak sırtına geçirdi. Bu kıyafet’e  Gülseven Hanım’ın önünde durdı.

Kadıncağız, sevgilisi olan Kel oğlan’ı karşısında görünce şimdiye kadar bir Kel oğlan zan itdiği kocasının nar tanesini yiyen Şehzade oldığunı anladı. Şehzade            “ nasıl didi, şimdi artık beni isteyecek misin?

Gülseven Hanım – Evet, şimdi isterim, çünki sen bir Şehzade iken seninle  hiç görüşmeyecek, hiç tanışmayacak evlenmeyecektim. Kel oğlan’ı ise gördüm, konuşdum. Çehresinin çirkinliğine  bakmayarak sevdim. Eğer Kel oğlan’ın bu düzme çirkinliği altında güzel bir şehzade saklı ise, bundan dolayı teessüf  idecekde değilim. Güzel ruh, güzel çehre ile beraber olursa, nimet nimet  üstüne dimekdir. Şimdi, Şehzadem beni afu idecek misin?

Şehzade – Hayır, asıl afu isyeceyek benim. Çünki sana bu kadar eziyetleri çekdirdim.Seni bu kadar hakaretlere uğratdım. Bilmem Sultanım, bu cinayetlerim afu idecek misin?

Sultan- O halde, biri birimizle  ödeşmisiz sayalım. Geçmişi unutalım. Bizim için hayat, asıl bundan sonra başlayacak. Nasıl Şehzadem, bundan sonra biri birimizi hep seveceğiz değil mi? Hele ilk çocuğumuz  dünyaya  gelirse bahtiyarlığımız  iki kat olacak, o vakit yeniden kırk gün, kırk gice düğün yapacağız, değil mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KEŞİŞ ,  NE  GÖRDÜN ?

 

Fakir bir kadının üç kızı vardı. Bunlar her gün pamuk eğirirler. Bükerler, iplik yapub satarlardı. Başka bir gelirleri olmadığı için, yalnız bu işden kazandıkları az bir para ile geçinirlerdi. Bükülen ipliği  günde bir kız çarşıya götürürdü. O günde sıra küçük kıza gelmişdi. Sabah irken küçük kız ipliği çarşıya götürdi; satdı. O yine dönerken, bir Yahudinin  elinde satılık bir tavuk gördi. Kız bu tavuğu dört guruşa satın aldı. O gün ki kazançları beş guruşdı; elinde bir guruş kaldı. Bununla  bir de bir mum satın aldı; O yine döndi. Kardeşleri küçük kızı karşıladılar. Elin de bir mumla, bir tavuk gördiler. Ne ekmek, ne de katık getirmemişdi.

-Bu tavuğı ne yapacağız? Ekmek paramızı buna virdin, bizi bu gice aç bırakdın!

Diyerek küçük kardeşlerini  azarladılar. Küçük kız hiç sesini  çıkarmadı. Tavuğı kömürlüğe koydı. Kömürlüğün kapısını kaparken tavuk dışarı fırladı. Kız tavuğı yakalayım diye önüni  kesmek istedi. Fakat, tavuk ön kapısından da fırlayarak kırlara  doğu uzaklaşmağa  başladı. Tavuk koşdı; kız koşdı. Koşa koşa bir ormanın içine daldılar. Akşam olmuş, ortalık kararmışdı. Tavuk bir kapının önünde durdı. Kapı kendi kendine açıldı. Tavuk içeri girdi, kız da girdi. Bakdı ki bağ bağıtsan gül, gülüstan, havuzlar akıyor, güller açmış, bülbülleri şakıyor. Yemişin yaşı ağaçda, kurusı yerde!  Cennet  gibi güzel bir yer. Bir az daha ileri gitdi. Geniş bir açıklıkda üç çadır kurulmışdi. Birincisi  zümrüdli, ikincisi  elmaslı, üçüncisi  inciliydi.

Kız, bu güzel yerden çok hoşlandı. Çadırların içine bakdı. Çadırların her birine bir altun karyolavardı. Her karyolanın  üstünde  beyaz ipekli kumaşlardan bir yatak vardı.

Ondan başka  her çadırda bir mermer masa, birkaç sandalye ve daha bunlar kabilinden eşya vardı. Her çadırın bir köşesinde daha yeni vurulmuş av kuşları vardı. Lakin ortada insan olmak üzere hiç kimse yokdı.

Kız, ibtida, sabahdan beri dağınık duran yatakları yapdı. Ortalığı sildi. Süpürdi, temizledi. Sonra, kuşları yolarak temizledi, mutbakda  pişirdi. Her birinin sofrasını ayrıca hazırlayarak yemeğini, suyunı, kahvesini yerli yerine koydı. Bütün bu işleri yapdıktan sonra, sık ağaçların arasında saklandı.

Akşam olunca  üç gen Şehzâde geldiler,  çadırlarına  girdiler, her şeyi hazır buldular, büyük Şehzâde didi “ Otaca kardeş hazırlamış” ortanca didi “ kÜçük kardeş hazırlamış” buraya  yabacı bir adamın girebilmesi hiç hatırlaına gelmiyordı. Zira burası ormanın en sık en izbe bir yeriydi. Burayı hiç kimse bilemezdi.

Sabah oldı. Üç kardeş, atlarına bindiler, ava gitdiler.Kız, bunların gitdiğini görünce, gizlendiği  yerden çıkdı. Ortalığı toparladı. Yatakları yapdı. Her tarafı sildi, süpürdi. Yeni gelen av kuşlarından yemekler yapdı. Her birinin, yemeğini, suyunı kahvesini hazırladı.Tam gelecekleri vakit, yine saklandı. Bu hal birkaç gün devam itdi. Üç kardeş artık bu işleri yapanın kendilerinden başka bir adam oldığunı anlamışlardı. Bir gün, oturmuş, konuşuyorlardı. Büyük Şehzâde  didi;” Yarın, ben burada kalırım. Bir tarafda gizlenüb gözetlerim. O zaman işimizi gizlice yapan her kimse anlaşılmış olur”. Sabah oldı. Öteki kardeşleri gitdiler. Büyük kardeş çadırında kaldı. Bir tarafda gizlendi, bekledi… bekledi, ne gelen var, ne giden!.. Nihayet, uykusı  niyetine galebe çaldı. Derin bir uykuya daldı. Kız Şehzâde’nin uyudığunı görünce, meydana çıkdı. Yine yatakları yapdı. Ortalığı sildi, süpürdi. Her tarafı temizledi. Bütün işleri bitirdikten sonra, eski yerine  saklandı. Akşam oldı, büyük Şehzâde uyandı. Yine her şeyi hazırlamış gördi.Kardeşleri geldiler, sordılar. Uyuya kaldığını, bir şey göremediğini söyledi. İrtesi gün ortanca kardeş kaldı. O da nihayete kadar bekleyemedi, uyudı. En sonra, sıra küçük kardeşe geldi. Büyük kardeşler gitdiler. Küçük kardeş parmağını yardı, içine tuz kodı. Kendisini  uykuluğa virdi.Yalandan uyur gösterdi.Kız, küçük Şehzâde’nin de gerçektende uyudığuna  inandı. Gizlendiği yerden çıkdı. Yatakları yapt, ortalığı sildi, süpürdi, küçük Şehzâde kızın kolundan tutdı, didi :

- in misisn , cin misin?

- N inim, ne de cinim, sizin gibi bir insanım.

Kız, bütün başına gelenleri Şehzâde’ye anlatdı. Sonra bu sözleri söyledi.

Niçin beni gözetlediniz. Ben gizli kalmalıydım. Şimdi beni kardeşlerinizde görecek.

- Seni benim çadırıma götüreyim. Oraya kardeşlerim  gelmezler. Biz hiçbir birimizin çardırına girmeyiz.Onlar seni göremezler. Ben de bir şey görmedim dirim.

Bu iki genç, aralarında kararlarını virdiler. Bu günden itibaren kız, küçük Şehzâde’nin  çadırında gizlendi. Akşam, kardeşleri geldiler, “ne gördün?” iye sordılar. “ Hiçbir şey görmedim, belki gaibden bir adamdır. Gözlere görünmüyor. Bize zararı dokunmasın, isterse aima gizli kalsın” didi. Büyük kardeşleri “ Peki!” didiler. Bir daha gizli adamın kim olduğunu anlamaya  kalkışmadılar. Bir zaman böyle geçdi. Kız her daim hizmetrini göriyordı. Bir gün Padişah büyük bir devlete harb itmeğe karar virdi. Oğullarının yanına gönderdi. Onları birer ordunun kumandanlığına çağırıyord O gice üç kardeş gizlice konuşdılar, sabah gayet erkenden yola çıkmağa karar virdiler. Sabah erken öteki Şehzâdeler  hazırlanmışdı. Küçük Şehzâde çadırına girdi. Kız uyuyordı; uyandırmadı. Bağçeden koparmış oldığı güllerle  yatağının içini, dışını donatdı. Bir mektub yazdı. Yastığın üstüne koydı. Çıkdı gitdi.

Biraz sonra, kız uyandı. Şehzâde’yi  çadırla görmedi. Çadırın aralığından dışarı bakdı. Öteki çadırlarda, meydanda yokdı. Yatağa  döndi. O zaman yatağın güllerle donatılmış oldığını gördi. Bu sırada, yasdık üzerindeki mektubunda gözine ilişdi. Mektubı okudi, Cebheye gitmek üzere oldığı için kendini götüremediğini, harb bitince yine yanına geleceğini yazıyordı. Kız bu felaketden çok müteessür oldı.                     “Beni; artık burada kalamam, o nereye giderse bende arkasından giderim” didi; dışarı çıkdı. Atların izini yoklayarak yürümeğe başladı. Bir saat kadar  yürüdükten sonra, yolda bir kesişe rast geldi. Keşiş’e şu sözleri söyledi:

- Sen elbiseni  bana vir, bende gerek elbise mi, gerek elmasları  mı, mücevherleri mi hep sana vireyim.

- Ben kadın kıyafetleriyle nereye gidebilirim ?

- Bak, karşısında bir orman var. Oraya gidersin. Ağaçların  sıklık  yerinde bir kapı görürsün. Kapıyı aç,içeri gir! Güzel bir bağçenin ortasında bir incili çadır görürsün. Çadırın içinde bir kişilik bir yatakla istirahate lazım olan her şey var. Bundan başka, çok mukaddarde altun, elmas, inci var, burada ihtiyacın olan her şeyi hazır bulacaksın.

Kızla Keşiş elbiselerini  değişdiler. Kız Keşiş  kıyafetine  girdi. Bir saat  kadar daha yüridi.İleride üç Şehzâdeninir ağaç altında oturduklarını gördi. Bunların yanına gelerek selam virdi, oturdı. Şehzâde’ler  atlarına binüb yola düşünce buda beraber yürümeğe başladı. Küçük Şehzâde en gerideydi, kızın ne halde olduğunı düşündiği için çok meraklıydı. Kendi kendine “ Hele şu Keşiş’e sorayım, belki kıza dair bir haber arlım” – Keşiş, ne gördün?

Keşiş – Yar yatar gördüm

Gül kocar gördüm

Nazlısından ayrılmış

Kendini göçer gördüm.

Bu sözleri Şehzâde’nin  hoşuna gitdi. Kızı yalnız bırakmışdı. Babasının  emrini  bozamadı. Kızı beraber götürmekde kabil değildi. Yalnız bırakdığına çok müteessirdi.

Canının  sıkıntısından yol boyunca hep “Keşişi ne gördün?” diye sorardı.Keşişde  aynı sözleri tekrarladı. Keşiş’in yaya yürümesine  küçük Şehzade’nin  gönli  kail olmadı. Atına bir saat  Keşiş’i bindiriyordı. Bir saat’de kendisi biniyordı. Böylelikle yol alıyorlardı. Büyük kardeşleri bu hali görerek kızıyorlar. “Keşiş’i neden başına bela itdin?” diyorlardı. Nihayet, babalarının  memleketine geldiler. Küçük Şehzâde  Keşiş’e bir dükkân açdı. Eski halıları eski çinileri ve Sair antika şeyler satmağa başladı. Şehzâde  her gün Keşiş’in yanına geliyor. “ Keşiş, ne gördün?” diye sorıyor, o da aynı sözleri tekrarlıyordı.

Korkulan  harbi, siyasi tedbirler sayesinde bir sulh muahedesiyle  kapandı. Padişa harb  meselesini ortadan kaldırınca, oğullarını evlendirmeğe kara virdi. Büyük Şehzâde‘ye  büyük  vezirin kızını, küçüğe vezirin kızını alıyordı. Düğün kuruldı. Şehzâde , dükkana geldi. Keşiş’in yanına oturdı.

Şehzâde  - Bugün  düğünümüz var, mutlaka  sende geleceksin.

Keşiş – Benim düğüne gitmek adetim değildir. İşimi bırakamam. Fakat bir ihtiyar annemle bir kız kardeşim var. Müsaade ederseniz, onları göndereyim.

- Çok iyi olur. Heman şimdi git, gönder.

Sonra, yine sordı:

- Keşiş, ne gördün?

Keşiş (hiddetle) – Şehzâdem , artık evleniyorsun, daha bu sözi unutmayacak mısın? Yar yatar gördüm, gül kocar gördüm. Nazlısından ayrılmış, kendini göçer gördüm.

Keşiş, heman evine gitdi. Kira ile evinde oturdığı koca  karıya “şimdi, beraber düğüne gideceğiz, hazır ol” didi. Sandığından bir kat güzel düğün elbisesini çıkardı. Bu hanım elbisesinin  giyerek  koca karının  yanına geldi.

Koca karı (hayretle) – seni görenler, çirkin bir keşiş  sanıyorlar. Halbuki sen dünyada  güzellikte eşi olmayan bir kız imişsin.

- Şimdi düğüne  gideceğiz. Sen Keşiş’in  annesi olacaksın. Ben de onun kız kardeşiyim  diyeceğim. Dimek ki senin kızın olacağım.

 - Oh, ne kadar iyi! Senin  gibi güzel bir kıza yalan olsa bile anne olmağa can atarım, kızım!

Meğer  kız  gerçekten dünya güzeliymiş. Düğünde herkesin gözi bu kıza bakıyordı. Hatta, Şehzâdenin  annesiyle Sultanın annesi gizlice  konuşdılar :  Gelin çok çirkindir, Şehzâde   beğenmezde babasının evine gönderirse hem çok ayıb olur. Hem de düğünün  hiç tadı kalmaz”

Bu gice Şehzâde‘yi  aldatmakdan başka çare yok. Keşiş’in  kızkardeşini  gelin diye odasına koyarsak bu gice, Şehzâde’nin  gözleri kamaşır. Sonra , karısınada aynı güzele bakacağından onıda güzel görür, bu işi kararlaşdırınca, gelinin elbiselerini  Keşiş’in  kız kardeşine  giydirdiler. Elmaslarını, incilerini ona takdılar. Kızı  bu kıyafetle  gelin odasına koydılar.  Şehzâde gelini  görünce, içinden bir ah! Çekdi. Zira ormanda bırakdığı sevgilisinin  tıbkısı idi. Sanki bir elma ikiye bölünmüş, yarısından  o kız, diğer yarısından da bu kız vücuda gelmişdi. Hem seviniyor, hem de kederleniyorlardı. Küçük  vezirin kızı da ona benzediği için pek bahtiyar sayıyordı. Bu sırada, gelinle güveye büyük bir tepsi içinde gice yemişleri getirildi. Elma, armud, şeftali, ayva, üzüm gibi yaş yemişlerin  hepsinden vardı. Cairiyeler, tepsiyi  bir altun masa üzerine koydılar. Sultanla Şehzâde karşılıklı olarak  yemiş  masasının birer tarafında oturdılar. Sultan bir elma soyuyordı. Nasılsa azıcık parmağını kesdi, Şehzâde heman incili mendiliyle Sulta’nın kesilen sol elini bağladı. Sağ elinin  parmağınada dünyada daha bir eşi bulunmayan bir zümrüd yüzük takdı.

Sabah olunca, kız evine geldi. Keşiş kıyafetine girüb, dükkana gitdi. Biraz sonra, Şehzâde de oraya geldi. Şu yolda konuşmağa başladılar.

-Nasıl, Şehzâdem  çok memnun musun?

- Evet, Keşliş, çok memnum, Sultan Hanım, kayıb itdiğim güzele çok benziyor, fakat, ötekinin  halini düşündükçe, cehannem azabları içinde kalıyorum, şimdi yine şöyle, bakalım! Keşiş ne gördün?

- Aman Şehzâdem, evlendin, o kızcağız büsbütün  bırakdında hâlâ  söyle diyorsun. Ben artık vaktiyle gördiğüm o hazin  manzaraları sana  söylemeyeceğim. Sen de olanı  biteni tamamiyle  unut! Zaten, erkekler sevgililerine verdikleri sözleri çabuk unuturlar.

Bu anda Keşiş  gözlerinde beliren iki damla yaşı Şehzâde’den gizlemek için, elini  yüzine  tutmak istedi. Şehzâde, birden bire keşişin parmağındaki emsalsiz zümrüd yüzüği gördi.

- Aman Keşiş, bu zümrüd yüzük sana nerden?  Ben bunun aynını bu gice Sultan Hanıma virdim. Bunun başka bir işinide hiçbir Padişah’ın hazinesinde bulmak kabil değildir.

Keşiş  yüzüği  gizlemek için sağ elini indirdi. Yine gözlerinin yaşlarını gizlemek üzere bu defa sol elini kaldırdı. Şehzâde, bu elde de kendi adının ilk harfini taşıyan incili mendili gördi.

- Aman, Keşiş? Bu mendil benim mendilim bak, köşesinde adımın ilk harfide işlenmiş. Bu mendili, dün gice Sultan Hanım’ın eline ben bağladım. Bu yüzükle bu mendil nasıl oluyor da seni yanında bulunuyor. Yoksa, sen bunları çaldın mı?

- Şehzâdem, ben bunları çalmadım. Hırsızlıklada  hiçbir alâkam yok. Şimdi Sultan Hanım’a mahsus olan bu şeyleri benim ellerime ne suretle geçdiğini anlatmak lazım geliyor. Bunun için, büyük yorgunluklara hacet yok. Başımdaki Keşiş  şabkasını çıkarub atdığım  gibi bütün sırlarım  faş olacakdır.

Bu sözleri söyleyecek  başındaki Keşiş  şabkasını çıkardı. Atdı. Derhal şabka altında gizlediği güzel lapıska saçları omuzlarına döküldi. Şehzâde, bir bakışda hem ormanda gördiği eski nişanlısını, hem gelin odasında gördüğü yeni sevgilisini  tanıdı. Meğer her ikiside Keşiş’in şabkası altında gizlenmiş, heman saraya haber gönderdi. Vezirin kızı babasının evine gitdi. Yeniden kırk gün, kırk gice düğün yapıldı. Yidiler, içdiler, muradlarına geçdiler.

 

 

PEKMEZCİ   ANNE

 

            Bir tüccarın dünya gözünde yalnız bir kızı vardı. Ak çiçek adını virdiği bu kızı çok severdi. Annesi küçükken öldüğü için, kızına hem babalık, hem annelik itmişdi. Bundan dolayı hüç yanından ayırmazdı.

Bir gün, tüccar hacca gitmeğe karar virdi.Fakat kızına bakacak hiçbir kimsesi yokdı. Kızını kime ısmarlayacağını düşünmeğe başladı. Babasını düşünceli gören Ak Çicek didi ki : “Babacığım sen benden dolayı hiç merak itme!  Evimize bir senelik yiyeceğimizi, içeceğimizi koy, kapıyı üzerimize taşla ördür! Ben dadımla  beraber  içeride kalırım. Sen gelinceye kadar evden hiç dışarı çıkamam.Babası kızın bu tedbirini beğendi.Onun didiği gibi yapdı. Eve, bir senelik  ihtiyaçlarına  yetecek kadar azıkla  doldurdukdan sonra, kapıyı taşla ördür! Ben dadımla beraber içeride kalırım. Sen gelinceye kadar evden hiç dışarı çıkamam” Babası, kızın bu tedbirini beğendi. Onun didiği gibi yapdı. Eve, bir senelik ihtiyaçlarına yetecek kadar azıkla doldurduktan sonra, kapıyı taşla ördürdi. Ve kızla dadısını Allah’a  ısmalayarak hacca gitdi.

Ak çiçeğin  böyle  bir eve kapalı kaldığını Padişah’ın oğlu işitdi. Bunun nasıl bir kız oldığını, ne düşündiğüni, ne hülyalar kurdığunı anlamak istedi. Şehzâde  kendine kalbi zengin, ruhı  derin, bir eş arıyordı. Bu eşi şimdiye kadar vezir kızları içinde bulamamışdı. Belki, bu gizli haremde  bulabilirim diye ümide düşdi. Bir gün, bir koca  karı kıyafetine girerek yanına bir şişe pekmez aldı. Kızın örüli kapısı önüne  giderek  orada bu suretle  bağırmaya  başladı:

Pekmezci  anneyim, pekmez  satarım

Gamlı  gönüllere sevinç  katarım

Tatlı  masallarım ruha  ilaçdır,

Kalblerden her derdi  söker, atarım...

 

Kız  bu sözleri  birkaç defa dinledi. Babası  kendilerine  pekmez almayı unutmuşdı. Bundan başka, kız, yalnızlıkdan  sıkılmağa  başlamışdı. Siyah dadısı  ne masal biliyor, ne de konuşmakdan anlardı. Kız merakla, kapın önüne  geldi. Pekmezci anneye  bu sözleri söyledi.

Çok rica iderim pekmezci anne,

Komşudan  çıkda  şu damın üstüne;

Hem pekmez  sat bize, hem söyle masal:

Masalın ilaçmış kalbdeki  hüzüne...

Pekmezci anne, komşunun  kapısını vurdı. Evin  hanımından dama çımak için izin istedi. Komşu hanım, kıza acıdığı için, pekmezciye izin virdi. Pekmezci anne,  dama  çıkdı. Damdan iple pekmez  şişesini  aşağıya  sarkıtdı. Kızda  pekmezin  parasını ipe bağladı, pekmezci anne ipini  yukarıya  çekdi. Pekmezci alım  satımı bitmişdi. Kız, pekmezci  anneye  bir masal söylemesini  rica itdi.

Pekmezci anne  bu masalı  söyledi :

Mehveşin  adaleti

Ahmed  gördi  bir kuru;

Düşdi  gönli  hevese:

Tutdı  bir dişi  kumru,

Koydı onı kafese...

Küçücük kız  kardeşi

Didi vir onı bana!”

Severdi  o  mehveşi

Didi “ Al, al olsun sana!”

Kumrunun  eşi akşam

Boş  bulunca  yuvayı

Ah çekdi buram buram

Aradı  hep ovayı...

Ahır buldı  dostına

Mehveşin duvarında...

Geldi, serdi postını

Kafesin kenarında ...

İki eş gündüz gice

Konuşur, sevişirdi...

Mehveş didi” iyice

Bir zalimim  ben şimdi..

Eşini itdim esir,

Yoldaşı gelmiş ağlar,

Yarıb bu insan nedir?

Niçin kuşları bağlar?”

Bu sözleri söylerken,

Açdı küçük  zindanı

İki kuş uçub birden

Boyladılar ormanı...

Ak Çiçek masaldan çok hoşlandı. Her gün bir şişe pekmez getirerek bir masal söylemesini pekmezci anneden rica itdi. Pekmezci anne geleceğini  vaad  iderek çıkub gitdi.

Şehzâde  Ak Çiçeği  ilk görüşde sevmişdi. İrtesi gün yine pekmezci anne  kıyafetine girerek kızın yanına geldi. Bu kere çiçeklere dair bir masal söyledi. Kız bu masaldan daha çok hoşlandı! Artık, her gün pemezci anne geliyor. Güzel bir masal söylüyordı. Ak Çiçek, masal bitdikten sonra, kendi duygularını anlatırdı. Kalbinin bütün emelleri iki şeyden ibaretdi. Birincisi babasına çabuk kavuşmak. İkincisi pekmezci anneden hiç ayrılmamak. Pekmezcianneyi seviyordı. Dünyada  hiç böyle bir kadın görmemişdi. Her şeyi biliyor, her sulae cevab viriyordı. Masalları hep ahlakı yükseltecek hükümlerle dolu idi. Bundan başka, güzel maniler, koşmalar, destanlar, ilahiler terennüm idiyordı. Bunları dinlerken, Ak Çiçek coşuyor, vücuda geliyordı. Siyah dadı bile teessüre gelerek ağlıyordı.Bu halde, haftalar, aylar geçdi. Bir gün babasının hacılarla  beraber  gelmekde oldığı haberi geldi. O gün Ak Çiçek mahzundı. Bütün hacıların kapıları nakkaşlar tarafından yazılarla, nakışlarla  donatılacakdı. Kendilerinin kapsısı ise çıplak kalacakdı. Çünki, dışarıda  bunı yapdıracak  kimseleri yokdı. Pekmezci anne “ Sen üzülme kızım, ben bu işi pekala yapabilirim” didi. Fakat kız, yine mahzundı. Ötek i hacıların akrabaları, dostları istikbaline gidecekdi. Yolda ziyafetlerle, ikramlarla, azazlarla evlerine getireleceklerdi. Kendi babası ise bu gibi  şeylerden mahrum kalacakdı. Pemezci anne babasına dünyada hiç eşi görülmemiş parlak bir istikbal yapdıracağını vaad itdi. Fil hakika, Ak Çiçeğin babası padişah’ın vezirleri tarafından debdede ile, ihtişamlı bir suretde karşılandı.

Ak Çiçeğin  babası bu ihtişamlı istihbalden şaşırmışdı, kızını afiyetde görünce çok sevindi. İkinci gün, Padişah tarafından huzura davet idildi. Padişah tüccara  bir çok  iltifatlara mahzar itdikten sonra Allah’ın emriyle kızını veliahda  virmesini rica itdi. Tüccar, bu büyük nimeti ailesi için ebedi bir mefharet  sayacağını arz itdi. Bir haftaya kadar düğün  yapılmasına karar virdiler. Ak Çiçek bu haberden sevinmedi. Pekmezci anneden ayrılırım diye korkuyordı.

Eğer onuda  beraber  saraya alırlarsa evlenmeğe razı olacağını, pekmezci anneyi  istemezlerse, asla saraya gitmeyeceğini  bildirdi. Babası, “ Bu pekmezci annede nereden başımıza bela oldı?” diyerek çar naçar işi hünkara arz itdi. Padişah bu şartıda kabul itdi. Gelin, saraya pekmezci anne ile beraber  gitdi. Onun bir an yanında ayrılmasını istemiyordı. Fakat, güveyi geleceği sırada, pekmezci anne birden kayıp oldı. Şehzâde, gelin odasına girince, Ak Çiçeği ağlar buldı. Ağlamasının  sebebini sordı :

Kız – Şehzâdem, beni ma‘zur gör!  Pekmezci anneye  çok alışdım. Şimdi  o bei bırakdı. Ben onsuz nasıl yaşayabilirim?

Şehzâde – Sevgilim bundan sonra hep onunla beraberken, yaşayacaksın. Çünki, pekmezci anne zanitdiğin , mahluk, kadın kıyafetine girmiş  bir Şehzâdedir. O Şehzâde  seni görebilmek için o kılığa  girmeğe  mecbur oldı. O Şehzâde ise şimdi karşında duran koca kadar işte, bak başıma baş örtüsi  sarıyorum, şimdi ben kimim bakayım?

Kız – Ah sen pekmezci annesin şimdi her şeyi anladım. Artık baş örtüni çıkar. Kocam olursan hep beraber yaşarız, değil mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YILAN  BEYLE  PATAN  BEY

 

Bir padişah’ın  hiç evladı olmıyordı. Bir sabah, namazdan sonra Allah’a yalvardı: “Allah’ım, bana bir evlâd vir. Hanım Sultan, bir yılan doğurursa  bile razıyım !” Bu duadan  sonra, çok geçmedi;      Hanım Sultan gebe kaldı. Dokuz ay geçince Hanım Sultan’ı ağrı tutdı. Fakat, hangi ebe  saraya getirildiyse, Hanım Sultan’a dokunur dokunmaz yere düşerek can virdi. Bütün ebeler bu suretle tatlı canlarından ayrılıyorlardı. Sağ kalanlar da ölüm korkusuyla gizlenmişlerdi. Artık Şehzâde hiç ebe bulamıyordı. Saray adamları, mahallenin imamını çağırarak ondan mutlaka bir ebe bulub göndermesini istediler: Bulmazsa başı kesilecekti! İmam  telâşla  eve gelerek  meseleyi karısına anlatdı. İmamın karısı, üvey kızını hiç sevmezdi: Bütün arzusı bu kızcağızın  narin  vücudını ortadan kaldırmakdı. Kocasının  getirdiği haberi işidince, içinden sevindi. Didi ki “ Kocacığım ! Sen hiç merat itme!  Ben bugün bir ebe bularak saraya götürürüm” Safdil  imam, karısına  hayırlı dualar iderek rahat bir kalble  evden çeküb gitdi.

İmamın  karısı, üvey kızını çağırdı : “Ayşeciğim, iki saate kadar hazır ol, seni Padişah’ın sarayına götüreceğim. Ömrümde görmediğin güzel şeyler bugün  göreceksin!” didi. Vekareti bir çarşaf istemek için, uzakda oturan bir ahbabının evine gitdi. Ayşe, zeki bir kızdı. O sırada saraya gitmenin ne dimek oldığunı anlamışdı. Sarayın içinde olub bitenler, fısıltılarla yakın mahallelere yayılmışdı. Ayşe, üvey annesinin  kendisini  ölmeye götürdiğüni  sezdi. Benzi kül gibi oldı. Kalbi çarpmağa başladı. Bu korkunç ölümden kurtulmak için ne yapılmalıydı? Heman, hatırına ümid virince bir fakir geldi. Annesinin  mezarına gitmek, o, ne zaman bir darlığa düşse annesinin mezarına giderdi. Bütün derdini annesine söyler, ağlar, ağlar, beklerdi. Annesi evliya  bir kadın oldığı için, toprağın altında dile gelerek kızına teselli virirdi. Çok kere onı, üvey annesinin  hazırlamış oldığı tehlikelerden kurtarmışdı.

Ayşe, bugünden annesinin yanına gelerek, başını mezar  taşına  dayadı. Sessiz, sedasız  ağlamağa  başladı. Toprağın altından şefkatlı  bir ses sordı : “ Kızım, yine niçin ağlıyorsun?” Ayşe, doruldı. Annesinin  şefkatli sesini duyunca birdenbire boşandı. Hıçkıra hıçkıra didi ki : “ Üvey annem bu sefer beni büsbütün öldürmek istiyor. Saraya diye götürecek, oraya giden ebelerin hepsi yere düşerek can virdiler. Ya, ben ağlamayım da kim ağlasın. Toprağın altından gelen ses şu suretle cevab  virdi : “ Sevgili  kızım! ben varken sana hiçbir fenalık yapamazlar, saraya gitmekden korkma! Hanım Sultan’ın karnındaki çocuk, bir insan yavrusı değil, bir yılandır. Sen gider gitmez  bir kazan dolusı  süd iste!  Südi görünce yılan içmek için kazanın içine girer. Karnını  doyurdıkdan dolayı seni ısırmaz. Hanım Sultan’ı da işkenceden  kurtaracağın için sana çok altunlar virirler” Ayşe bu sözleri işidince, sevinerek eve geldi. Elbisesini  değişdirüb üvey annesini  bekledi. Üvey anne Ayşe’yi hazırlanmış  görünce aldı, saraya götürdi. “ İşte, bir ebe!” diyerek Hanım Sultan’ın odasına çıkartdı. Kendisi orada durmak istedi, eve döndi.

Ayşe, bir kazan süd getirtdi. Yılan südi görünce kazanın içine süzüldi. Ayşe kazanın kapağını kapayarak Hanım Sultan’ın bir erkek çocuk doğurduğını  müjdeledi. Padişah  koşdı. Geldi ; oğlunı görmek istedi. Ayşe, oğlunun ne şekilde bir oğul oldığunı anlatdı. Bunun kazanla beraber ayrı bir odaya kaldırılması lazım geldiğini, yoksa Hanım Sultan’ı da ısırub  zehirleyebileceğini  bildirdi.

Padişah, yılan için ayrı bir oda hazırlatdı ! Orada bir yatak yapdırtdı. Yılanı, yeni odaya götürdiler. Sabah, akşam birer tencere süd virerek  beslemeğe  başladılar.

Ayşe, ebeliğin ayak teri olmak üzere bir çok altunlarla  evine döndi. Üvey annesi  hasedinden ne yapacağını şaşırdı.

Birkaç hafta sonra, Padişah oğlunun  büyüdiğini  gördi. Ona okuyub yazma öğretmek için bir hoca tutdı.Bu hoca heman o gün öldi. Bundan sonra tutulan hocaların hepsi de birer birer  can virdiler. En sonra başka  hoca bulamayınca, mahallenin imamından bir hoca istediler.O da yine işi karısına anlatdı. Karısı “ sen merak itme. Ben bugün saraya bir hoca gönderirirm” didi. Ayşe’ye iki  saate kadar hazırlanmasını tenbih itdi. Ayşe, yine, annesinin  mezarına gitdi. Annesi didi ki “ Kızım, Yılan Bey sana dokunmaz, Ona hocalık itmekden korkma!” Ayşe, bu söz üzerine, korkmaksızın üvey annesiyle  beraber  saraya gitdi. Yılan Bey’i okutmağa  başladı. Üç ayda Yılan Bey bütün beylikleri öğrendi. Ayşe, dersin bitdiğini haber virdi. Büyük ihsanlar alarak evine döndi.Üvey anne hasedinden yine patlamağa başladı.

Biraz sonra, Padişah oğlunı  evlendirmeğe kalkışdı. Fakat, hangi kızı gelin diye  Yılan Bey’in odasına sokdılarsa oradan sabahleyin cansız cenazesini çıkardılar. Bir çok kızlar bu uğursuz gelinliğe uğradıktan sonra, artık Yılan Bey’ye yeni gelin bulmağa başladılar. Saray  halkı bu seferde  mahallenin  imamına  başvurdı. İmam işi karısına anlatdı. Karısı “ sen üzülme! Ben bugün saraya gelinlik bir kız götürürüm” didi.

Ayşe’ye yine hazırlanmasını tenbihledi. Ayşe, bu sefer ölümden kurtuluş olamayacağını düşünerek ağlaya ağlaya annesine gitdi. Annesi didi ki “ Kızım ağlama!Yılan Bey’in kırk kat gömleği var. Sen de üzerine kırk kat elbise giy! Öbüri gömleğini soydukça sen de bir gömleğini çıkar.O otuz  dokuz gömleğini soyduktan sonra , artık yılan gibi sokamaz. Kırkıncı  gömleğini  soyduktan sonra, o gayet güzel bir Şehzâde  olacak ki yüzine bakmağa bir türlü  doyamayacaksın.”

Ayşe, bu sözleri işidince, çabuk eve geldi. Kırk kat gömleği biri biri üzerne giydikten sonra, üvey annesiyle beraber saraya gitdi. O gice nikahını kıyarak gelin itdiler. Yılan Bey, gelin hanımdan  soyunmasını rica itdi. Gelin  Hanımda ibtida güvey beyin soyunmasını lazım geldiğini anlatdı. Güvey birinci gömleğini soydı. Gelinde birinci elbisesini çıkardı, bu soyunmalar kırkıncı gömleğe kadar devam itdi. Yılan Bey kırkıncı gömleği de çıkardıktan sonra, güzelliklede eşi olmayan bir Şehzâde suretinde meydana çıkdı. Ayşe Sultan, bin candan bin cana bu dünya güzeli Şehzâde’ye  gönül virdi.

Sabah erkenden, Ayşe’nin  cenazesinin  çıkarmak için, Şehzâde  dairesinin  karşına  gelenler, gelin hanımın rahat rahat uyumakda oldığunı işidüb  hayretde kaldılar. Hele üvey anne  hasedinden çıldıracak  bir hale girdi.

Gel zaman, git zaman komşu  bir devlete  muharebe  başladı. Padişah kendisinin  ihtiyar oldığunı  ileri sürerek  Başkomutanlığı Yılan Bey’i virdi. Yılan Bey sevgili  karıcığına  Allah’a  ısmaladık  diyerek  harbe  gitdi.

Üvey anne Ayşe’ye  fenalık yapmak için fırsat zamanını  geldiğini gördi. Bir gün Ayşe Sultan’ı bir fakir kızın düğününe davet itdi. Fakirleri çok seven genç kadının  damarına girerek onı kandırdı. Bütün elmaslarını  takdırarak  kendi evine götürdi. Giceleyin, beraber evden çıkdılar, kıra doğru  gidiyorlardı. Ayşe, yolun yanlış oldığunı, kıra doğru sapdıklarını söyledi. Üvey anne “ Düğün yakındaki bir köydedir.” Diyerek onı oyalamakda  devam itdi. Nihayet, bir su kenarına geldiler. Üvey anne, kızına, “ Soyunub suya  girde seni  yıkayım” didi. Ayşe, kocasının hasretiyle deli gibi olmuşdı. Düşünmeksizin  üvey annesinin her didiğini yapıyordı. Elmaslarını, incilerini çıkardı. Soyunarak  suya girdi. Üvey annesi  bir tepme ile onı  suyun  derin yerlerine doğru itdi. Elmaslarını , elbiselerini  alarak oradan savuşdı.

Ayşe, annesinin  zamanından öğrendiği için, biraz yüzme bilirdi. Uğraşarak  canını  çoşkun sulardan kurtardı. Irmağı   kıyısına çıkdı. Elbisesinin, elmaslarını aradı. Hiç birini bulamayınca üvey annesinin kurdığı dolabı anladı. Çırıl çıplak oldığı için gündüz meydana çıkamazdı. O halde, nerede barınacakdı? Karşısında  bir mezarlığın taşlarını görünce oraya  doğru gitdi. Bir mezarın yanına oturmak istedi. Fakat, kalbine bir baygınlık geldiğinden cansız gibi yere serildi. O baygın yatarken, yanındaki mezardan bir kapak açıldı. Genç bir Şehzâde meydana çıkarak, zavallı Ayşe’yi kollarına aldı.Mezarın içine götürdi. Mezarın içi bir türbe gibi genişdi. Orada ellerinde kitab, kağıt, kalem beş altı çocuk derslerine çalışıyorlardı. Şehzâde, bunlara  didi ki “ Kendime bir yoldaş, size de bir anne getirdim” Çocuklar  sevinçle  bu anneye bakdılar. “ Çok güzel bir anne!” didiler. Ayşe Sultan  bu mezarın içinde dört ay baygın kaldı. Şehzâde emzikle  ağzından süd akıtarak onı besliyordı. Bir gün gözlerinin açarak etrafına bakdı. Karşısında Şehzâde ile çocukları gördi! “ Siz kimsiniz? Burası neresidir?” didi. Şehzâde didi ki “ Ben senin gibi   insan soyundan bir Şehzâdeyim Adım Patan Bey’dir. Peri Padişah’ı  çocuklarını okutmak için beni büyüleyerek  bu türbenin  içine habs itmiş, burada işim gücüm, şu gördiğün   çocuklara  ders virmektir.” Ayşe Sultan, türbenin her tarafını görmek için dolaşmaya başladı. Fakat, bu anda karnın  içinde küçük bir vücudun kımıldadığını duyar gibi oldı. Gebe oldığunı anladı. Yüreği burkulmağa başladı. Yılan Bey’in bir hediyesi olamazdı. O halde, bu nereden gelebilirdi? Bu anda, ders okuyan çocuklar “ Sevgili anne! Bey babamız  bize böyle güzel bir anne getirdiği için çok sevindik.”  dimesinler mi! O zaman, Ayşe Sultan  nasıl bir kara bahta  uğradığını anladı. Çıplak oldığı için dünya yüzüne çıkamazdı. Ölülerin yurdunda  bir yabancı erkekle beraber kalmak da hiç doğru değildi. Fakat, kendisi ne zamandan beri bu gizli yurtda bulunuyordu? Bunı Patan Bey’den sorunca “ dört aydan beri” cevabını aldı. O zaman, Patan Bey’den  gebe kaldığına hiç şüphesi kalmadı. Patan Bey, Ayşe’nin  neler düşündiğüni  seziyordı. Yanına  yaklaşarak “ Allah bizi  bir mezarda  çırıl çıplak  birleşdirmekle  birbirimize  nikahlamış dimekdir. Şimdi  nikahımızın kendi kendimize kıyabiliriz. Ben isterim ki dünyada ve ahiretde  birbirimizin  yoldaşı olalım!”

Ayşe Sultan bu sorular üzerine  titremeğe  başladı. Gözlerini  yere indierek “ Ya  ben evli bir kadınsam bu ikinci nikah nasıl olur!” didi.

Patan Bey – Eyvah, ben burasını  hiç düşünmemişdim. Fakat kim bilir, belki eski kocanız şimdi yaşamıyor.

Ayşe Sultan- Ya yaşıyorsa?

Patan Bey – Hayatda olsa şimdiye kadar sizi arar bulurdı.

Ayşe Sultan – Ben de öyle zaniderim. Yılan Bey hayatda olsaydı, sihir  kutuyla  benim burada oldığumı anlıyabilirdi.

Aradan  birkaç ay geçdi. Ayşe’nin  doğurma  zamanı yaklaşmışdı. Perilerin getiridği  kumaşlardan, Ayşe Sultan, kendi kendine bir kat elbise dikmişdi. Bir gün, Patan Bey didi ki: “ Sen yer yüzine çıkarak bizim memleketin Paytahtına  git! Orada babamın sarayına misafir ol! Benim burada esir oldığumı  anlat! Sen, doğurunca, babam, halkı toplayarak büyük bir ateş yakdırsın. Çocuğumuzun gömleğini, torunuma yakıyorum diyerek  bu ateşe  atdırsın. Bunı görünce  düşmanım olan iki peri, kendi kendilerini de ateşe atub yanacaklar. İşte, o zaman beni bağlayan büyüler bozulur. Büyülerden kurtulunca serbest  yanınıza  gelirim.”

Ayşe Sultan, yeryüzüne  çıkdı. Az gitdi, uz gitdi, bir gün o memleketin  sarayına ulaşdı. Misafirliğe  kendisini  oraya kabul itdirdi. Bir gün orada  bir erkek çocuk doğurdı. Adını Aydın koydılar. O gice yatdığı odanın penceresine mavi bir kuş geldi. Şu yolda ötmeğe başladı.

Babam bile bu Aydın

Ruhumun yarısıdır.

Annem bilse bu kadın

Oğlunun karısıdır.

Size benim odamda

Yer mi virirlerdi;

Git anneme, babama

Bu sırrı söyle  şimdi!

 

Mavi kuşun bu sözlerini, odada  beraber yatan bir siyah dadı işitdi. Sabah olunca, mavi kuşun odaya geldiğini, misafir  hanım’a yukarıdaki  sözleri söylediğini haber virdi. İrtesi gice Valide Sultan, odaya  geldi. Mavi kuşun geldiğini, bu sözleri söylediğini işitdi. O da, irtesi sabah meseleyi Padişah’a açdı. Padişah’da  o günün  gicesini bekledi. O da gözleriyle kuşu gördi. Kulaklarıyla  sözlerini işitdi. Misafir Hanım’ın kendi gelinleri, Aydın’ında kendi torunları oldığunı  anladılar. Gelin’i tatlı dillerle ağırlayarak Patan Bey’in odasına  götürdiler. Yavrusunı da yanına virdiler.

Ayşe Sultan, Patan Bey’in  sözlerini  Padişah’a söyledi. Padişah  halkı topladı. Büyük bir ateş yakdırdı. Torunumu  bu ateşe  atacağım diye  ilan itdi. Çocuğun  gömleğini çocuk diye  ateşe atdılar. Bunun üzerine bütün kurdlar, kuşlar, geyikler kederlerinden kanadlarını, tüylerini dökdiler, yas tutdılar. Bu felakete kendilerinin sebeb oldığunı  gören iki peri – ki Patan Bey’in  düşmalarıydı.- İki beyaz güvercin  suretinde gelerek ateşe atıldılar, bunların  yanmasıyla  Patan Bey’in büyüsi bozuldı. Mezardan  çıkarak babasının sarayına geldi. Karısına, çocuğuna kavuşdı. Mesud bir Hatay yaşamağa  başladılar. Ayşe Sultan’ın bu kocadan iki kızı dünyaya geldi.

Şimdi gelelim Yılan Bey: Yılan Bey  muharebede  düşmanları yendikten sonra, saraya  geldi, sevgili  karısını  bulamadı. Çok kederlendi. Heman ayağına  demir bir çarık geçirdi. Eline demir asa aldı. Yedi sene gitmedik memeleket, aramadık ülke bırakmadı. Nihayet yolı Patan Bey’in  ülkesine uğradı. Rast gele, Patan Bey’in sarayına misafir oldı. Yılan Bey’le Patan Bey birbirlerini  görünce çok sevindiler. Patan Bey  yavrularını getirdi. Misafirlerine  gösterdi. Yılan Bey didi ki “ Bu çocukların annelerinide görsem bir zararı var mı? Biliyormusunuz ki ben yedi seneden beri bu demir çarıkla, demir asayla birisini arıyorum. “ Patan Bey, Ayşe Sultan’ı misafirin  bulunduğu  odaya  çağırdı. Bu iki hasretliler, birbirilerini  görünce ikiside bayıldılar. Patan Bey yüzlerine su serperek bunları ayıtdı. Yılan  Bey’e didiki “ Sevgilinizi size  virmeğe hazırım. Siz ikiniz mesud olunuz da varsın benim ömrüm  cehennemler içinde geçsin”

Yılan Bey  şöyle cevab virdi. “ Sizin böyle  bir fedakarlığınızla  maksad  hasıl olmaz. İkimizinde emeli Ayşe Sultan’ı  bahtiyar olmasıdır. O hangimizle bahtiyar olabilirse onunla yaşaması lazımdır. Şimdi her üçümüz  hamama  gidelim. Onun eline bir tas su virelim. Suyu gitmek ayağına dökerse onı istediği anlaşılır.”

Patan  Bey’inde  bütün arzusı  sevgilisinin  bahtiyar olmasıydı. Fikri doğru gördükden söylenilen  şeylere razı oldı. Üçü birlikte  sarayın  hamamına  gitdiler. Çocuklarda  kendi saadetlerinin  tehlikede oldığunı sezerek arkalarından ayrılmıyorlardı. Patan Bey, Ayşe Sultan’ın eline  su ile dolu bir tas virdi.

Ayşe Sultan’ın rengi kül gibi bembeyaz  olmuşdı. İki genç Şehzâde’nin  benizleri de atmışdı. Kalbleri hızlı hızlı çarpıyordı. Ayşe Sultan, hasretli gözlerle Yılan Bey’e bakdı. Sonra, döndi  şefkatli bakışlarla  yavrularını temaşa  itdi. Görülüyor ki ruhunda  iki şiddetli  sevda çarpışıyordı. Sevgilisi Yılan Bey’e  olan  aşkıyla  yavrularına olan şefkat ve muhabbeti birbirine alt itmeğe çalışıyordı. Ayşe Sultan asırlar kadar uzun süren ebedi bir an içinde kararını virdi. İki Şehzâde’ye  doğru ilerledi, ağzından bu sözler döküldi.

“ Ak bahtım, altun tahtım Yılan Bey!

Çar naçer, çocuklarımın babası Patan Bey!”

Ayşe Sultan, bu sözleri söyledikten sonra, tas içindeki suyı Patan Bey’in ayağına dökdi. Kahraman kadın aşkını, yavrularının saadeti için feda itmişdi.

Yılan Bey  kederinden eğildi, kıvrandı. Yeniden bir yılan  suretine girdi. İştiyaklı bakışlarla Ayşe Sultan’ı süze süze hamamın  bir deliğine daldı gitdi. Ayşe Sultan’da  ağlaya ağlaya  yavruları için aşkını feda iden büyük fedakarlığın acısıyla  odasına geldi.Her sabah orada kıbleye  doğru diz çökerek Yılan Bey’i başka yüzden bahtiyar itmesi için saatlerce Allah’a yalvarıyordı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KOLSUZ  KADIN

 

Bir Padişah  vardı kalbi çok iyi,

Sevgili  karısı insan meleği,

Doğdı bu hanımdan iki mahzade

Ay, yıldız ; Bir Sultan, Bir de Şehzâde...

Bu yavrular  daha büyümemişken,

Ayrıldılar tatlı annelerinden;

Server’i görmeden gama daldılar,

Saray’ın içinde öksüz kaldılar.

Padişah tahtında kalınca yalnız.

Hanın yoldaşı oldı ay, yıldız...

Kılıcını artık takamıyordı;

Vatanın işine bakamıyordu.

Vezirler  didiler bu derde ilaç;

İtmekdir bir güzel kızla izdivac.

Hünkâr  didi “ Artık evleneyim ben

Çocuklar üzülür üvey anneden”...

Ölüyle  birkaç yıl kadar yas tutdı,

Bir müddet geçince ahtı unuttu.

Bu defa istedi bir perinin  kızı,

Kıskanmasın diye Ayla Yıldızı..

Bu kadın olunca sarayda Sultan.

Didi bana çiftelik  şimdi  bu vatan..

Kocasının melekde olup meşaver;

Didi  bir gün “ Hacca git, ol mücevir;

Orada  girince  sen itikâfa,

Devletin  hükmi der ta kafdan kafa!”

Padişah  duyunca onun sözini,

Çevirdi yıldız ile Ay’a gözini

Yüzünde  belirdi  derin  bir firak,

O didi “ bunları  hiç itme merak:

Şunlara bakarım ben senden iyi,

Sorum hem Ay’ı hem Yıldız Bey’i”

Alıştıran benim  onları naza…

Padişah  inandı gitdi. Hicaz’a...

Annesiz büyüyen  şu Ay’la  Yıldız,

Kaldılar  şimdide  birden babasız...

İki öksüz kardeş  çok ağladılar,

Nihayet Allah’a  bel bağladılar,

Bir  gice annesi Yıldız’ı aldı,

Bir gizli mahzen’in içine daldı...

Hazırda ; Bir sofra dolu meze, mi...

Didi “ Bana şarab doldur Yıldız Bey!...”

Yıdız çabuk sezdi niyeti fena!

Didi “Anne böyle söyleme bana

Sevgili  babamın  sen yarısısın”

Onun hem mürşidi, hem karısısın;

Söz virdin idesin meleği siyaret

İlk işin  arzu mı olsun hiyanet?”

Bu sözleri kadını birden kızdırdı,

Elinden bardağı atarak kırdı.

Çağırdı dışarıdan bir sürü köle;

Didi  “ bu, tavana  asılsın iple!”

Tavanda  asılı  kalsın ölmeden,

Her gün seyr ideyim şu boş bulmadan,

Red itdi tahkirle  benim sevdamı,

Alacağım ondan aşk intikanı!”

Şehzâde’ye  mesken olunca zindan:

Didiler, gelmiyor hoşlamış andan,

Beş, on arkadaşla  gitmiş ormana!”

İlk önce kapıldı Ay bu yalana;

Haftalar  geçince  şübheye  düşdi,

Zihninde  bir sürü  evham üşüşdi,

Sorardı  herkesden “ nerde kardeşim?

Nasıl beni yalnız bırakdı eşim,”

Kimisinden düzme  cevab alırdı,

Bir çoğı  cevabdan aciz kalırdı.

Bir gün bir ak ağa  didi  gizlice:

“Götürürüm  seni ona bir gice,

Fakat bu bir sırdır: Gizlemek lâzım!”

Ay didi “ emin ol sırrı  saklarım”

O gice, Ay  gizli girdi zindana,

Görünce  asımış Yıldız’ı tavanda:

İpini açarak yere indirdi.

Didi “ Sana  yemek bulmalı şimdi!”

Getirdi  Yıldız’a  bir çok yiyecek,

Bir bağçe dolusı temiz giyecek.

Yedirdi, giydirdi, basdı bağrına,

Didi kalmayalım, sakın yarına;

Buradan kaçalım heman şimdiden,

İhtimal ki sabah ararlar erken.”

Bu anda şiddetle  kapı açıldı,

İçeri bir sürü köle saçıldı,

Önde üvey anne  elinde balta

Didi “ Bağlayınız genci  halata!”

Çevirdi bu anda kıza yolını,

Balta  ile uçurdı iki kolunı

Kolları  koyarak  bir boş çuvala

Gönderdi yeni Kızıl Krala...

Yıldız Ay’ı  gördi al kan içinde...

Aklını gayb itdi o an içinde...

Yıldız’a vurunca çılgınlık okı;

Didi artık bundan kalmadı korku!

Bırakın serbestçe  gezsin  sarayda...

Alışır bu hale halk iki ayda..”

Bir sandık getirdi kızı içine

Koyarak denizde atdı engine...

Denizin  üstünde yüzerlerken  sandık,

Tesadüf  eyledi  ona  bir kayık...

Kayık da oturan bir genç Şehzâde

Didi “ bakın, bir şey var bu teknede!”

Çekdirdi kıyıya bu ak tekneyi

Didi “ açın bunı kurutub iyi?”

Açılınca kapak: Çıkdı  bir genç kız...

Yüzü solgun bir ay gözleri yıldız…

Didi  “eyvah, bunun  kolları  nerde?

Hangi  zalim bunı sokmuş bir derde?

İstemem  bu zalimin ben devamını,

Alacağım  bunun intikamını...

Kolları  nerdeyse arayacağım,

Bulunca yerine bağlayacağım...

İdersem ta geriye  duada ısrar:

Bu kolları  vücuda yapışır  tekrar.”

Böyle  düşünerek kızı kaldırdı,

Arabaya  koyub  köşke aldırdı...

Tabibleri aylarca  virdiler ilaç,

Kız açdı  gözini : didi “ Karnım aç!”

Gözini  açınca  bu Kolsuz Hanım,

Didi “ Nerdeyim, hani düşmanım?

Gönlümün  sevinci  kardeşim nerde?

Ne için doğmuyor güneşim nerde?

Şehzâde  didi ki “ merak itmeyin:

Sizin için bu köşk her yerden emin!

Bu, büyük ülkede ben Padşah’ım :

Emrinize  matiyye  bütün  selahım!

Düşmanımız kimse arayacağım,

Dostlarınıza da yarayacağım.

Tanımak için bir bir odanızı;

Anlatınız bana maceranızı!”

Kolsuz Hanım iç di birkaç gün çorba;

Toplandı, penbelik  geldi kanına...

Hatırladı korkunç gizli mahzeni.

Anlatdı  başından bütün geçeni..

Şehzâde bakdı ki kızın derdi çok,

Fakat henüz hiçbir gence aşkı yok...

Gönli henüz  bakar, muhayyilesi ak,

Didi “ Seni sevdim ey vicdanı pek,

Sende doğarsa bana tamayül,

İsterim seninle itmek ta‘hül !”

Ay didi “ Ben böyle kolsuz, kötürüm,

Hangi kolla  sana bir iş görürüm...

Sen ki en güzel kız görse düşünde,

Sana gönül virir ilk görüşünde...

Dünyada  hangi  bir Padişah kızı,

Seni görse giremez gönlüne  sızı?”

Padişah  aşkını sezdi  bu sözden,

Didi “ Bil ki sana aşık oldum ben!

Mümkün değil bana sensiz yaşamak,

Leylâ’msın  sen benim olsan da çolak!

Gelmezsen benimle yeşil bağlara,

Düşerim ben Mecnun gibi dağlara...”

Ay didi “ Bu nikah sana  bir muhannet,

Benim için lâkin  büyük saadet!

Ben nasıl umayım  böyle  ak bahtı,

Muhannete  sokarım bir altun tahtı?

Sözünde çok ısrar itdi Padişah,

Nihayet bir Cuma kıldı nikah.

Düğünleri yapıldı. Sevindi milleti

Didiler “ Birleşdi şefkat, adalet,

Padişah her yere  gönderüb sef,’ir,

Kolları  arardı  hep  şehir şehir,

Şehzâde Yıldızdan  salık isterdi.

Babaları  hacdan geldi mi virdi?

Aldığı haber hep eski bilgileri

Yıldz delirmişdi, baba bi haber

Bir türlü Hicaz’dan  gelemiyordı,

Çocuklarım şimdi  rahat  diyordı.

Yıldız’ın nereye  gitdiği  meçhul,

Üvey anne  her gün  zevkiyle  meşgul..”

 

Dört  sene  geçmişdi  doğdı  Sultan’dan

Bir kızla , bir oğul : Kel ile Reyhan..

Bu anda bir haber getirdi  tatar:

“ Kızıl Kralda imiş  aranan kollar..”

Padişah topladı  derhal ordıyı,

Vedalaşdı, geçdi karşıya  suyı...

Kolları  istedi Kızıl Kraldan,

O, virmedi! Harb eyledi ilan...

Başladı  bir uzun, güç muharebe,

İslâmlar  indirdi  üç büyük  zorba...

Fakat, onun  çok dı  yardımcıları,

Padişah  üvey anne, o menhus karı :

Daima  Kral’a  iderdi imdad,

Arzusı  itmekdi İslâm’ı  berbad..

Padişah  evine  mektub yazardı.

Postacı  yolda  bir hana  uğradı..

Üvey anne koydı  oraya  bir kız,

Bu kız  postacıya  virirdi  kımız:

Onı  sarhoşluğa irişdirirdi,

Mektubun  içini  değişdirdi.

Padişah’dan geldi  bir yeni  nâme :

Meilli sanmayan düşdüm  bir vehme!

Aklım  başımdadır, idrâkim sağlam,

Meseleyi  tahkik  eyledim  tamam...

Kahrı  bana  yeter şimdi  canımın,

Lâfını  istemem : Kolsuz Hanım’ın...

Anladım ne için  kesilmiş kolı,

Denize ne yolda uğramış yolı..

Bunlar cezasıymış  bir büyük cürmün:

Meğer  bir hainle yapmışım  düğün!

İsterseniz  harbden dönüb  geleyim,

Tahtım  üzerinde  şen  yükseleyim,

Cellâda  virin  bu hain  kadını...

İstemem  söylemek  hatta  adını...

Çocuklarına da  yokdur  güvenim,

Şeytandan  evlâdım  olmasın  benim!

Onları da  boğub  gömün  beraber:

Beklerim yakında iyi müjdeler!”

Babası  okudı, şaşdı, tıkandı;

Sevgili  oğlunı  çıldırmış  sandı...

Ona  akıllıca  yazcı  bir cevab,

Fakat  tatar, handa  içince  şarab :

Bu mektubunda hep değişdi sözi,

Padişah  okudı, sevindi  gözi:

“Kolsuz Hanım rahat, diyor selam!

Gel, Reyhan  diyorlar:  nerde  bey baba!”

Bu sözleri  gönlüne  virdi  mesrûd.

Cevab yazdı içi bütün muhabbet...

Bu mektubda  geldi, değişdi  handa

Babası okudı, kaldı  bahran’da

Bunı sezerek tatlı  gelini,

Hürmetle  bu Pir’in öpdi  elini,

Didi “ Yüzinûzde sezdim  felâket,

Saklarsanız  virir  bana  eziyet:

Söyleyin  ne ise  ben de anlayım,

Bu yenidir de de bari  ağlayım!”

İhtiyar  okudı  hep  nâmeler.

Didi “ henüz  mechul  bu işin sırrı;

Gamıma, Tanrımız ider  inayet,

Atlatırız  bir gün  bunı da elbet!”

Kolsuz Hanım didi “ Budur en acı,

Korkarım ki yokdur bunun ilacı...

Üvey annem  görmüş, onı  aldatmış;

Suçlu  olduğuma  vicdanı  yatmış...

Bir daha dönmez ki  eski yuvaya,

Bir daha  bakmaz ki bu bedbaht  aya:

Gözlerimde  görsün  temiz  gönlümü!

İsterim ben  sizden  şimdi  o ölümü:

Madem  ben  ölmeden  gelmeyecekmiş,

Öleyim de bari  kapansın  bu iş...

Kulağıma girmez  dünyanın  sesi,

Fakat, beni ezdi  onun  şübhesi!”

Kayınbaba  didi “ Yalnız  sen değil,

Çocuklarda  yolcu, bunı iyi bil!”

Kolsuz Hanım didi “ Ne büyük zulüm!

Gençliği  tatmadın, bu yaşda ölüm?”

Kayınbaba  didi “ yok acelemiz,

Birkaç  hafta  daha  sabr  itmeliyiz...”

Mektublar  bu yolda  gelirdi  her an,

Olurdı  sarayın  ruhı  perişan...

Bu mektublar itdi  ısrarda devam:

Cellâda  virildi  üçi bir  akşam!

Bir dağa  götürdi  bunları  cellâd,

Didi “ Kıyamaz  size olsada  şidded...

Vurayım ormanda birkaç  güvercin,

Bana  üç de gömlek çıkarın, virin,

Bunları yatırub  kırmızı kana,

Götüreyim  isbat  diye  divâna...”

Virdiler  üç melek gömleklerini,

Cellâd  azad  itdi  meleklerini..

Anne ile yavrular  kaldılar  kırda:

 

Ne ot vardı  ne su  bu boş  bayırda..

Çocuklar  açıkdı, didiler  “ aciz;

Üç çörek isteriz, ona muhtacız!”

Kolsuz Hanım  didi “ İdelim  dua,

Bekle bize onu gönderir Hûda

Dua biter bitmez didi Gül melek;

Bakınız şurada üç beyaz çörek:!”

Çöreği gönderen şüphesiz o dii,

Üçününde karnı bu akşam doydu..

Çocuklar susadı didiler “Anne,

Bir pınar isteriz,i sen  yalvar yine!”

O didi “ Hep birden idelim dua,

Belki bize pınar yaratır  Hûda!”

Dua biter bitmez dedi Reyhan Bey:

Bakınız burada su gibi bir şey!

Piınarı yaratan büyük bir zattı,

Üçüde su içti, iyice kandı,

Uykuları geldi, didiler “Anne

Üç yatak isteriz, sen yalvar yine!”

O didi “Hep birden idelim dua,

Belki bize köşk gönderir Hûda!”

Dua biter bitmez çıkdı bir saray:

“Çocuklar buraya bakın” didi Ay…

Bu köşkü Tanrımız bize gönderdi,

İçinde her şey var,  hep bize virdi…”

Girdiler sevinçle köşkün içine,

Baktılar uslupça benziyor çine…

Şurada ipek yataklar vardı

Burada azıklar, uçaklar vardı…

Kolsuz Hanım didi “ Köşkte her şey var:

Kolum olsa şimdi her işe yarar…

Çoıcuklar sıçradı, didiler anne

Hak virir kolunu, sen yalvar yine!

O didi “Hep bir den idelim dua

Belki kolarımı bağışlar Hûda;”

Bir abide  göründü  bir kollu kadın:

Gül didi “ Buraya  nereden  fırladın?

Ne yapdın  bir anda  onı a canım,

Yanınızda  vardı  bir Kolsuz Hanım.”

O didi “ Yaklaşın  bir az yanıma.

Benzer miyim bakın Kolsuz Hanım’a?

Beni kollu  itdi  sizin duanız

Tanımamak niçin böyle  apansız?”

Bu ses  annenindi, sözler  annenin,

Çehre , ağız, burun, gözler annenin,...

Çocuklar  tanı dı annelerini,

Gül didi “ Tastamam görünce  seni.

Bizi  hayran itdi  bu güzel endam.

Ah, şimdi  göreydi  seni  bey  babam!..

Annenin  gözünden düşdü iki yaş,

Reyhan didi “ Anne, eyleme  telaş,

Babamız  yoldadır  yarın gelecek.

Bahtımız eskiden çok yükselecek...”

Anne  çıkdı, dışdan  bakdı  kapıya

Kamla  bu sözi  yazdı  kapıya:

İttiği  olanlar  gelsin  buraya,

Deliler burada uğrar  şifaya;

Bu köşke gelirse, irer murada!”

Hacdaki  Padişah  döndi  Hicaz’dan:

Bakdı  ne Yıldız  var, ne de Ay Sultan...

Sorunca  karısı  didi “ Ay öldü...

Yıldız da  delirdi, kaçdı : Soy öldü...”

Ölünce sarayda  bir genç cariye...

Gömülmüşdi  kabre Ay Sultan diye...

Padişah  mezarda  görünce  kızı.

Aramaya  düşdi deli  Yıldız’ı..

Aradı, aradı  buldı  bir çölde,

Yıkanırdı her gün bir soğuk  gölde...

Tabibler  itdiler  hayli  müdavet,

Hiç te‘sir  itmedi , olmadı  rahat...

Bu anda  bir vali  yazdı “ ormanda.

Bir köşk var  deliye  virmekde şifa!”

 

Padişah  eyledi  gitmeğe  niyet...

Kadın didi “ Ben gelirim  elbet,

Kısırım, ben de bir çocuk isterim:

Benim de bitmedin niçin kederim?”

Yıldız’da beraber  çıkdılar yola

Ormana gelince  sapdılar  sola…

Burada  gördiler  bir derviş   baba,

Elinde  asâsı, başında aba…

Didiler  nereye  ey baba derviş?”

Didi “ İttik bulan bir köşk  var imiş,

Oraya  giderim alsın canımı,

Yahud virsin bana Kolsuz Hanım’ı

Kaç yıldı  düşmana  açmışdım  cihad,

Karalı  yiyerek itdim  istiradad.

Sevgili  yarimin  iki  kolunı

Şimdiyse arardım  yolını…

Ben savaşla  meşgul iken orada,

Sevgilim  virilmiş zulmen cellâda;

Oğlumla  kızımda  ölmüş  beraber,

Oynatdı  iflamı  bu kara haber…

Çağırdım o anda  hain  cellâdı

(meleklere  nasıl vurdun poladı!)

Diyerek  haykırdım, cellâd korkarak

Didi (Ben vurmadım onlara tokmak!

Aç, susuz  bırakdım  onları  dağda,

Belki  bir yurd  bulmuş olalar  bağda…

Orada yok iken bir taş bir ocak,

Yerden çıkdı bir gün  bir altun konak…

Deliyi sağ altır, bulur  ittiği…

Gayet  uğurludur onun  işiği.

Umarım  oradan alırsın haber!)

Kalbime bir ümid  virdi  bu sözler.

Bir derviş olarak bu yurda  geldim.

Asema  güvenüb  dağa  yükseldim..

Bu  soldaki  köşkdür işte o saray,

Gönlüm  bana diyor  oradadır Ay!”

İhtiyar  didi sus, teprendi  sızım,

Onun adı Ay’sa o benim kızım..

İşte bak kardeşi Yıldız’da  deli,

Şifa virsin diye  getirdin  veli.

Şu carili kadın da bir üvey anne,

Velid olan ister kendine!”

Derviş didi “ Allah bizim topladı!”

Açıldı kapının derhal  kanadı…

Girdiler içeri hepsi  merakla:

Yıldız’ı gördi Ay’a  koşdı  firakla

Sarıldı  kaşını  sürdi kaşına

Bu tasamla aklı geldi başına

Padişah kızını gördi, sevindi.

Karısı  gitmek için küplere bindi:

Didi geldi bana  büyük fenalık”

Ay didi “ Buradan gitme  analık!

Sen suçlu burası bir mahkemedir,

Kolsuz  Hanım  burada  bir hakimedir.

Derviş  bakmayarak  kollı Hanım’a

Dimişdi “ ayırmadım öz cananıma

Bir yana çekildi, gamdan  tayfandı;

Duyunca son sözi  birden yandı...

Geldi didi “ Dertden  kavruldı  canım,

Göster bana nerde o Kolsuz Hanım!”

Gel, koşarak  geldi didi “ Bey Baba,

Biz dua  eyledik  gökdeki  Rabbe

Acıdı anneme  virdi kolunı,

Bugün  bekliyorduk  senin  yolunı..

İkiniz de çok seviyoruz  biz,

Bu Kollu  Hanımdır bizim  annemiz…”

Derviş kolu  görüb o ince  beli

Didi “ İşte  budur dünya güzeli?

“ Allah !” diye geldi  içinden  vücuda,

Eğildi Tanrı’ya eyledi  secde”

Gamdaşları  birlikte  itdiler dua,

Didiler “ Ağlatma bizi  bir daha!”

Oradan  koğdular  üvey anneyi,

Ömürleri  daim geçdi  pek iyi…

                                   ***                            

Bu masal  yazıldı, geldi , bir arif,

Okudı, düşündi, didi pek zarif!

Bu masal  eskidir  meşali yeni,

Şerh ideyim size, dinleyin beni:

Ay Hanım Türkiye, İslâm’dır Yıldız,

Üvey anne  ise hain İngiliz.

Siyaset  şahane  olaki  zevce

Hamiyet  Hanım’da öldi  bir gice…

Sonradan  bu meyses oldı  karısı,

Virildi  mahir  ona  meleğin  yarısı…

İstedi  İslâm’ı hükmüne  almak,

Gaflet  şarabıyla  gönlünü  çalmak?.

İslâm  yüklenmedi  bu esareti,

Zindan da asdırdı onı  hiddeti..

Kardeşi İslâm’a, Türk, itdi yardım;

Türk’e  karşı  bundan oldı  müntakim

Türk’ün  kollarıydı: İzmir, Edirne!

Bunları  kopardı  şam üvey anne…

Yerini  yanına itdi  armağan,

Kurtadı onı bir meli kahraman..

Tanrımız  yüceltsin o kahramanı,

Daim  mesud  itsin helâl  Sultan’ı!..

Lâkin sorarsanız  şimdi  merakdan:

-         Gül,  reyhan  kimlerdir?

-         Halk  ile vatan!

 

KÜÇÜK   HEMŞİRE

           

                                   -1-

Bir padişah  her gün  divân vaktinde

Otururdu  yüce  altun tahtında;

Sağ vezir  kurulur  sağ kolunda

Sol vezir  yerleşirdi  solunda

Sağa  dönse ay arslanlar  babası!”

Sola dönse  ay ceylanlar babası!”

Diye  nükte ile  hesab  iderdi.

Hem  iltifat hem de itab iderdi.

Sağ vezirin üç oğluda  arslanlar,

Sol vezirin  üç kızıydı  ceylanlar,

Bu lâkablar  sağ vezire  merhamedi.

Sol vezirin yüreğine  sığmadı.

Şanlı Hünkâr  bir gün  divân  vaktinde

Oturmuşdı  yine  altun  tahtında

Didi “Bugün  ay arslanlar  babası”

Hal olmalı  bu arslanlık devası…

Bir sahralı  çalgı  varmış Kıpçak’da

Çokdan  beri  gönlüm  ona  merakda…

Bir saz kendi  kendisine  çalınır.

Bin hazine  ile belki  alınır.

Her makamdan  var sayısız  nağmesi

Bir çalgıya  sermayeler  her sesi

Onı Peri  Padişah’ı  yapdırmış,

Sonra  Kıpçak  Hakan’ına  kapdırmış;

Arslanlar gitsinler de oraya:

Getirsinler onı bizim saraya”

Vezir  didi “ Baş üstüne  Sultanım.

Yarın yola çıkar her üç arslanım.”

Bu söz gitdi Padişah’ın  hoşuna;

Ben dimezdim didi her gün boşuna:

Birinize ey arslanlar  babası!

Birinize ey ceylanlar  babası!

İşte böyle işe yarar arslanlar;

Evde hımbıl  otursunlar  ceylanlar”

Bugün  vezir eve döndi  perişan,

Büyük  kızı  karşıladı kapıdan?

Her gün bir kız babasının  yolını,

Bekler ona  uzatırdı  kolunı,

Kız  görünce  babasını  kederli;

Didi baba  bir derdin  vardır  belli!

Söyle  bana  çaresini  arayım

Ben de senin bir işine  yarayım.

Vezir  didi  bana kızlar  babası

Diye  alay itdi  mülkün  ağası

Sağ vezirin oğulları arslanmış,

Benim  kızlar birer  korkak  ceylanmış…

Onlar  silahlanub  gitdi Kıpçağa,

Sizden gelmez  gitmek öyle  uzağa,

Getirerek onları  peri sazını

Babaları  artıracak  nazını

Olsaydınız siz de birer  kahraman,

Benim  işim olu muydı  hiç yaman?

Kız didi ki bana erkek libası,

Yapdır senden kaçırayım bu yası

Nice  Selcan Hatun bizim  örnekden

Gelmiş kızın korkı var mı erkekden

Üç gün sonra kız değişdi kılığı

Bir genç oldı terlememiş bıyığı

Silahlanub  bindi devri kısrağa

Düşdi yola  sezdirmeden  konağa

Lâkin  şehrin  kapısında  babası

Gizlenmişdi  tepesinde abası

Haydud gibi çıkdı kızın önüne

Haykırdı “ Dur” kız bağırdı: “Ah anne”

Karşısında  görünce  bir kıyıcı..

Teprenmedi  elindeki  kılıcı..

Vezir  didi  nikabını  açarak

Denemeden olamazdı  bırakmak;

Anlaşıldı  kıyamazsın canına;

Al ineni dön annenin yanına…”

Yine bir gün Hünkâr  divân vaktinde,

Oturmuşdı  yüce altun tahtında ?

Sağ vezir  kurulub sağ kolunda,

Sol vezir yerleşmedi  solunda.

Sağa  didi “ Ay arslanlar  babası!”

Sola  didi “ Ay ceylanlar  babası!”

Kim o  sazı  getirirse Kıpçak’dan,

Yapacağım onı derhal bir Tahran.

Yeniden  sonra  odur büyük rütbeli,

Gidenlere bunı haber virmeli!

İşte böyle  şen kazanır arslanlar;

Evde hımbıl otursunlar ceylanlar!”

Yne vezir eve  döndi perişan,

Ortanca  kız karşıladı  kapıdan.,

Kız görünce  babasını kederli,

Didi “ baba  bir derdin var besbelli,

Söyle bana  çaresini  arayım;

Ben de senin  bir işine  yarayım..”

Vezir  didi “ bana kızlar babası!

Diye  alay itdi mülkün  ağası,

Sağ  vezirin oğulları  arslanmış,

Bizim  kızlar birer korkak ceylanmış..

Onlar silahlanub gitdi  Kıpçağa,

Sizden gelmez gitmek öyle uzağa

Getirecek onlar peri sazını?

Babaları artıracak  nazını

Olsaydınız siz de birer kahraman

Benim işim olur muydu hiç yaman?”

Kız didi ki “ Bana erkek giyecek

Yapdır senden çıkarayım bu vehmi,

Nice bu dolu hatun bizim örnekden

Getmiş kızın farkı var mı erkekden?”

Üç gün sonra kız değişdi

Bir genç ol dı terlememiş bıyığı

Silahlanub  bindi  yağız kısrağa

Düşdi  yola sezdirmeden konağa

Lâkin  şehrin kapısında babası,

Bekliyordu, tepesinde abası

Haydud gibi çıkdı kızın önüne,

Haykırdı “ Dur” Kız bağırdı: “ Ah anne”

Vezir didi abasını atarak

“Denemeden olamazdı bırakmak;

Anlaşıldı kıyamazsın canına;

Al ineni  dön annenin  yanına!”

Yine bir gün  Hünkâr divân  vaktinde

Oturmuşdu  yüce altun tahtında:

Sağ vezir  kurulub  sağ kolunda;

Sol veziri yerleşmişdi solunda.

Sağa  didi “ Ay arslanlar  babası!”

Sola didi “ Ay ceylanlar  babası!”

“Yaşım gelmiş, artık oldum ihtiyar,

Beni yalnız o saz ider bahtiyar.

Kim yararsa o saz ile bahtıma

Ben yaşarken oturacak  tahtıma,

İşte böyle tac kazanır  arslanlar,

Evde hımbıl otursunlar  ceylanlar!”

Yine vezir  döndi eve perişan

Küçük kızı karşıladı kapıdan

Kız görünce babasını kederli

Didi “ Baba bir derdin var besbelli

Söyle  bana çaresini arayım

Ben de senin bir işine yarayım.

Vezir didi “ Bana kızlar babası”

Diye alay itdi mülkün ağası

Sağ vezirin oğulları  arslanmış,

Bizim kızlar birer korkak  ceylanmış;

Onlar sallânub  gitdi  Kıpçağa,

Sizden gelmez gitmek öyle  uzağa :..

Getirecek onlar  peri sazını

Babaları artıracak  nazını,

Kim yararsa o san ile bahtına

Oturacak Padişah’ın tahtına..

Olsaydınız  sizde birer kahraman,

Benim işim  olur muydu  hiç yaman?”

Kız didi ki “ Bana erkek kişi.

Yapdır sana bitireyim  bu işi…

Nice bazı çiçek  bizim  örnekden

Gelmiş kızın farkı nedir erkekden?...

Üç gün sonra kız değişdi kılığı,

Bir genç oldı terlememiş bıyığı,

Yola düşdi  sezdirmeden konağa,

Lâkin  şehrin  kıyısında babası,

Bekliyordı  tepesinde abası.

Haydud  gibi çıkdı kıza haykırdı;”

Kız erkekçe kılıcını  sıyırdı:

Didi “ Haydi yiğitsen çık meydana;

Erlik nedir göstereyim ben sana!”

Vezir bakdı kızın sağlam yüreği,

İyi kılıç kullanıyor bil ki..

Didi “ Allah kuvvet  virsin  koluna,

Haydi kızım sen devam it yoluna!”

 

                        -2-

            Küçük kız aylarca  ovaya, dağa

O arayup bir akşam  girdi Kıpçak’a

Bir koca  karının  gördi  evini

Didi “ Alır mısın, misafirini?”

Kadın didi “ vardır yalnız bir odam,

Alırdım olaydın sen tek bir adam…

Ahırım yok, kalır dışarıda atın…”

Kız virince ona bir avuç altun;

Didi: “ Buyurunuz  şimdi  yerim var?

İhsanınız  bolsa  çok hanrem? Var…”

Kız sabah didi ki “ Sevgili ninem,

Ben bir beyancıyım buyurdı  bilmem.

Güzelmiş  diyorlar Han’ın  sarayı,

Gösterir misin bana şimdi  orayı?”

Kadın didi “ Oğlum , üzülme  sakın!

Aradığın saray bize pek yakın,

Saraya mabeynci olalı beyin,

Her akşam oradan gelir yemeğim…”

Kız didi mabeynci kırmazsa seni,

Sarayda iç ağa  yazdırırsın  beni,

Yüz altun  viririm  sana  hediye…

Ona di “ bir iş bul oğlum Aliye!”

Kadın oldu onı gitdi  saraya,

Didi Efendimiz  binler  yaşaya…

Bir yiğit yeğenim  var adı Ali,

İç ağa  olmakdır bütün emeli…

Peki didi “ Git getir çocuğu  bana

Görünce götürdi onı Hakan’a…

Genç Hakan görünce  güzel yiğidi.

Yüreği hopladı, içinden didi ki:

“Ali’nin  gözleri bir erkek gözi!

Fakat, erkek değil, yüzi kız yüzi!

Kollarında belli bilezik yeri.

Parmağında  sezdim  ben yüzük yeri…

Hakan evli değil, henüz  bekârdı!

Evliyâ  meşrebli  bir genç  Hünkârdı.

Annesi isterdi  oğlı  evlensin,

Güzeller bulurdu, görsün  beğensin;

Kıpçak’ın kızları şirin  kızlardı,

O almaz , kadının içi sızlardı…

Genç Hakan bakarak güzel yiğide

Dalmışdı  hülyaya  yasa, ümide.

Diyordı  ben sevdim bunı kız diye,

Adı Ali değil, belki Aliye…

Yar bi sen bana vir Aliye’yi,

İstemem ben sarayda Ali Bey’i,

Bana  sezdir duygum  evhamı mı, zannı mı?

Bu melek  çehreli kızımı, kızan mı?

Mebeynciye  didi : Haremi yakın,

Bir oda viriniz  orada  yatsın…

Genç  Hakan durmadı, girdi  hareme:

Didi : anne  döndüm âşık  yerime…

Sarayda  gördüm  bugün  bir melek,

Bununla  mümkün mü  bilmem evlenmek?

Getirdiler bana bir iç ağası,

Kızdan  daha güzel tüysüz  siması,

Gönlüm  diyor, “ Kızdır  bu kızan değil”

Bu duygu  ne vahim, ne de zan değil:

Ali’nin  gözleri bir erkek gözi,

Fakat, erkek değil, yüzi kız yüzi…

Kollarında belli bilezik yeri…

Annesi  oğlun  görünce  âşık

Didi : “ Meraklardan  kurtuldım artık,

Bulurum derdinin  ben ilacını,

Görürüm  yakında az duacını.

Gördiğün  bir kızdır  bir erkek değil..

Veyahud şeytandır  bir melek değil…

Şeytansa  kov onı, aramanı,

Kadınsa  bulmuşsun onı pek iyi…

Onı yiğitlerle  sok imtihana:

Erkek mi  kadın mı çıkar meydana?...”

Bu sözden ümide düşdi  Genç Hakan,

Didi : “ Şimdi  vardır  bir genç imtihan;

Büyük yarış içün merd Anadolu

Göndermiş Kıpkaçak’a üç vezir oğlı

Yarış yapar biz de yaz kış ağlar…

Kazanırlar kah iç, kah dış ağalar…

Bindireyim de onı deli yağıza?”

Görsün erkek olmak kolay mı kıza?”

İrtesi sabah da yarışın  günü,

Binici  erlerin  büyük  düğüni…

Seyr  çıkdı  şehrin kadını, kızı,

Genç Hakan  getirdi deli yağızı,

Didi dört  sayıdır  yarışlarımız,

Birincisi  dördin  bu deli Yağız..

Binmemiş asıl buna bir erkek.

İçinizde var mı şimdi  binecek?

Ceylanlar düşdi büyük  korkuya,

Genç Hakan başladı yine sorgıya…

Cevab viren yokdı Ali yürüdi,

Hakan’ın  gözini duman bürüdi…

Yanaşdı  yavaşça, zor virdi hıza..

Sıçrayarak bindi  deli Yağıza

Koşu  başlamışdı : en önde yağız..

Genç Hakan diyordı “ ölemez bu kız!”

Görünce  Kıpçak’ın kızı , kadını;

Sordular  bu güzel gencin  adını..

Uçuyor  gibiydi dönerken fele,

Siyah ata binmiş bir beyaz melek…

Didiler “ Bir ceylan meydanı aldı,

Kükremiş arslanlar  geride kaldı”

Çocuklar diyordı “ Bu yiğit bizden,

Bil ki erkekler değildir sizden!...

Nihayet koşıyu  Ali kazandı,

Kızlar, kızanlardan çok alkışlandı,

Hakan didi “ vardır başka sayımız:

Atalardan kalma bir sert yazımız…

Bir yay ki çekemez  her demir  bilek

İçinizde var mı bunı çekecek?

Çekince, gitmesin güci boş yere…

Şu uçan kartalı  düşürsün yere..”

İlerledi o gece üç vezir oğlu,

Denedi, çekmedi bunların kolu

Sonra kimler varsa demir kollu er

Deneyüb  gücüni giri döndüler..

En sonra Ali Bey yaklaşdı yaya;

Çekdi yayı  atdı okı havaya..

Birden bire kartal  devirdi bozuldı,

Yavaş, yavaş yere  doğru  süzüldi

Yükselüb ok üç bin arşun uzağa

Büyüce kartalı yıkdı toprağa…

Alkışlar  tufanı sarsdı meydanı,

Fakat  yasa  sokdı âşık Hakan’ı…

Hakan didi “ vardır bir başka sayı:

Zincirde  bağlıdır  bir azgın ayı

Acıdır avladığı  mutlaka  yinecek:

İçinizde var mı bunı  yenecek?.

Yiğitlerin hepsi  düşdi korkuya,

Bir deli çıkmadı  meydanan  o köye.

Genç Hakan diyordı “ yok mu bir deli?”

Meydana  atıldı bizim  genç Ali..

Ayıyı zincirden çözdi bekçiler,

Meydanı sardılar hep tüfekçiler,

Ali “ Allah” diyub gitdi yanına,

Bir yumruk ayının  vurdı alnına:

Yumruğu  yeyince  hayvan  apansız,

Birden yuvarlandı  toprağa  cansız..

Bu anda bir hoca çıkdı  etrafdan,

Gençleri almadan itdi imtihan.

Vezirin üç oğlu didiler “ Artık,

Bu işde mükâfat  bizlere layık!

Hoca sardı : “ Hakan kim halifesi?

Bu dünyada nedir baş vazifesi”

Vezirin üç oğlu didi “ Sultandır;

Sultan’ın ilk işi lütuf ve ihsandır…”

Hoca bu sözleri görmedi sevab,

Ali’ye didi ki “ Sen de vir cevab!”

Ali didi “ Hakdır Hakan vekili,

Sultan’ın odur  aslı asılı..

Hükümet  Hakan’dır , Sultan’ın değil,

Ferman mülkündür, divanın değil..

Teşri, kaza, icra’ı Her hak onundur,

Taht onun, fac onun, toprak onundur…

Her ferde gayeyi o duyurmalı,

O infaz itmeli; o buyurmalı

Hakan vazifesi nedir? Tekâmül!

Durdurmasın onı köhne ta‘mil!

Burcudur; durmakdan takı itmek,

Daima, daima türkü itmek..

Mefkürelerini Ali’ye  koşsun;

Her zaman edna’dan Ali’ye  koşsun!

İlimle, hükümetle bulsun yolunı,

Adalete alet itsin kolunı!

Yaretsin ruhlarda malı bir irfan,

Yapsın memlekete  refahla ümran..

Masevi, her ferdler  mesud  yaşasın,

İnsanlık ne dimek herkes anlasın…”

Hoca, gözi yaşlı, didi : “Aferin!

Seni  ben değil Hak itmeli Tahsin…

Manu kazandın yüksek dercat,

Maddetende senin büyük mükâfat,

Yarışlarda  şanı kim itse ihraz,

Ona virilmişdir  bu sahralı  saz…”

Ali  işidince  bu son sözleri:

Yüreği  hopladı, geldi ileri..

Sazı aldı, öpdi şeyhan elinden,

İzini  koparub Han’ın  dilinden

Atına binerek girdi çullara…

Bir ay sonra  geldi çıkdığı  şehre…

Babası  görünce  sahralı  sazı,

Didi : “ Kızım senden hak olsun razı!”

Kız didi “ Sen bana hocalar tutdun,

İdmanlar yapdırdın, fenalar okutdun.

Ne virdinse bana boşa gitmedi,

Kadınlık şevkimi tenkis itmedi,

İdmanlar gövdemi kıldı pehlivan

İrfanlar ruhum itdi kahraman…

Neyim varsa onları hep sensin bana viren

Hem kızın, hem de bir mahsulunum ben!

Ne zaman Hakan’a irerse kadın

Tarihe yazılsın ilk senin adın!”

Vezir virdi Şah’a  sazı hediye;

Bir ceylan Kıpçak’dan  getirmiş diye…

Padişah  görünce, yaver saldırdı.

Topladı divanı sazı çaldırdı.

Vezirin üç oğlı geldi  bu anda;

Didiler  “ Kıpçak’da  bir genç Şehzâde

Bütün  yarışlarda çıkdı birinci,

Kızlarca  ünvanı oldı “bir inci!”

Sazı da o aldı büyük mükafat.

Bize lâyık olan şimdi mecazet..”

Padişah, “ Anladım, didi hatami!

Getirin tahtımı, altun yasa mı?”

Kızı da çağırtdı derhal  katına

Oturtdı hürmetle  altun tahtına…

Sağ vezire didi “ erkek babası!”

Sol vezire didi “ melek babası!

Değildir kahraman yalnız er kişi,

Bir arslan arslandır olsada dışı

Ne içün kızlara  diyelim ceylan?

Ceylanlar içinde yok mudur oğlan?

Benim gibi yüksek olmazsa karım

Milletin gövdesi  kalmaz mı yarım?

Kadına virirse erkek kıymeti.

Hem onun, hem bunun artar kuveti

Söz virmişdim, işte sözümde durdum.

Bu yüzden umarım: Yükselir  yürüdüm.

Ben tahtı terk itdim bu şanlı kıza…

Hep biat ittiniz bu anlı kıza..”

Vezirler, emirler itdiler biat,

Bu anda kız kalkdı, didi “ Cemaat!

Cümlemiz  çevremde olunuz helâk,

Şimdi ben de biat ideyim helak

Zira, asl matbu odur ben vekil!

Vekil nasib idüb azl ider asıl.

İntihab olunsun mebuslar heman.

Millete onlardır çünki  tercüman,

Sarayda  toplansın millet meclisi,

O isterse beni yapsın rei‘si,

SaltanaT hakdır, padişah odur

Yer yüzünde adalet sun penâh odur”

İntihab yapdı, toplandı meclis

Saçdılar bu kızı millete re‘is.

Esaslı  konular yapıldı yeniden.

Kurtarıldı  devlet bin görenekden.

Bu zira kaynağı sanki  güneşdi.

Onun ışığıyla  millet gençleşdi.

                 ***

Mart ayı : Aliye Hanım bir sabah

Geçerken sokakda gördi bir siyah,

Bakınca tanıdı Kıpçak Hanımı

Didi “ Ben çok yakdım bunun canını.

O bensiz idemez dünyada rahat,

Tahrim içindir, bu güç seyahat.

Benim içün virmiş tahtını hocaya.

Görmez mi varmak böyle kocaya?”

Genç Hakan’da zaten yakışıklıymış.

Gönül ekseriya karışıklıymış.

Seyyahı eyledi davet saraya.

Kadın güvesiyle geldi odaya.

Görünce bu yarini  seyyah şaşırdı.

Cüretlendi, resm, hediye taşırdı.

Didi: “ Çok benzersin  sen o Ali’ye

“Adın ne?” Kız güldi, didi “ Aliye!”

Bu sözi  duyunca seyyah anladı

Sevincinden hüngür hüngür ağladı.

Bir hafta sonra idi : Yapıldı düğün,

Hasretle gönüller birleşdi bugün…

 

 

 

          DELİ  DUMRUL

 

            Deli Dumrul  bir kurumuş derenin

Üzerinde köprü kurmuş beklerdi

            Yakasından tutar  gelüb  gecenin,

Köprüden geç, köprü haki vir! “ dirdi.

Geçenlerden borç alırdı on akçe

Geçmeyenden, sille, tokat, son akçe.

            Birgün  köprü  yamacında  yurdu kuran.

            Bir abadan geldi matem sesleri,

Sardı : Ne var? Didiler ki : Kahraman

Azraildir, aldı bizden bir eri;”

Dumrul didi : “ Bu Azrail kim ola?

Tepelerdim bir düşseydi  bu yola!”

Yaradan’a  hoş gelmedi bu sözler,

Buyurdı : “ Ey al kanatlı Azrail,

Git kendini o deliye bir göster,

Anlasın ki o seninle değil.

Deli Dumrul kırk yiğitle içerken

Bir ses geldi ; “ Azrailim işte ben!”

Deli Dumrul birden bire sarardı,

İçemeden düşdi elden bardağı..

Kalbi hura tepdi, gözi karardı.

Azrail’e  göstererek  uzağı.

Didi : “ Bizim ilde yeşil dağlar var.

O dağlarda üzüm viren bağlar var.

O üzümden kızıl şarab yapılır.

O şarabtan içen olur pek sarhoş.

Lisanını  tutumaz, lafa kapılır?

Ben de içdim, ne didimse hepsi boş..

Sarhoş lafı sayede  bakma  sözüme.

Afu it beni, dehşet  virme  gözüme!”

Ulum Bey’i didi “ Behiye  Divan’a,

Tanrı ömür virdi, beni gönderdi..

Senin canın, çıkmış, kalmış, bana ne?

O istiyor, çünki sana o virdi!”

Dumrul didi: “ Madem ister yaradan,

O, canını  alsın, sen çık aradan!”

Didi : “ Tanrım, yücelerden yücesin.

Cahil seni gökde arar daima!

Alem ise bilmez nesin incesin?

Gönlümdesin, karışmışsın kanıma;

Ne mahrumdur, virelim ona canımı.

Azrail’i çek, sen akıt kanımı;”

Bu sözlerde hoşlanarak gök Tanrı,

Didi : “ Dumrul gençdir, başka birine

Dur idelim hazırlanan  mezarı;

Bedel bulsun, öldür onı yerine!”

Dumrul didi : “ Anam , babam ihtiyar,

Belki biri razı olur, iş uyar…”

Koşdı o gece babasının  yanına

Didi : “ Baba pişmededir Azrail;

Benim içün sen kıymazsın canına

Bugün canım alınacak, iyi bil.

Gençlik hali küfr çıkdı ağzımdan,

Kurtar beni sen bu kara yazımdan !”

Baba didi : “ Ey gözümün bebeği,

Her ne varsa malım sana vireyim.

Can pek tatlı, ister miyim ölmeyi?

Bırak beni, muradıma ireyim

Sana  benden daha yakın anan var,

Şefkat onun burcı,ona git yalvar!”

Dumrul koşdı anasının yanına,

Didi : “Ana, pişmededir Azrail,

Benim içün sen kıyamazsan canına,

Bugün canım alınacak, iyi bil!

Gençlik hali, küfr çıkdı ağzımdan.

Kurtar beni sen bu kara yazımdan!”

Ona didi : “ Ey bağçemin çiçeği,

Her ne varsa malum sana vireyim!

Can pek tatlı, ister miyim ölmeyi?

Bırak beni muradıma ereyim!

Sana benden daha yakın baban var,

Cır‘et onun burcı , ona git yalvar!”

Ölüm beni didi : “ artık çaresiz,

Bırak beni, ipliğimi öreyim!”

Dumrul didi : “ Biraz mühlet viriniz.

Hasretlim var , gidub onı göreyim!

Genç bir karım, iki küçük oğlum var;

Cihan şimdi onlar içün bana dar...”

Dumrul koşdı, karısına anlatdı.

Olan işi, didi : “ Sakın ağlama

Tanrı beni ölmek içün yaratdı,

Ona bağlan, bana ümid bağlama!

Oğullarım kalsın sana emanet,

Senin işin şimdi sabr, metanet!”

Kadın, yaşlı gözlerini gönüllere

Çevirerek didi : “ Ulu Allah’ım

Ben isterim bedel olmak bu ere

Onun suçu olsun benim günahım!

Ben öleyim yıkılmasın obamız,

Çocuklarm disin’i vardır babamız!”

Tanrı, didi, hoşlanacak bu sözden.

Bağışladım seni, bu merd kadına!

Bu  işlerden, Dumrul, öğüt al da sen,

Bir gerçekden köprü yapdır adına.

Herkes gelsin, geçsin çoşkun ırmakdan.

Boç almadan sen de sayret uzakdan!...

 

                        ÜLKER İLE  AYDIN

 

O ki ona didi artık çıkamam

Bu afacan çocukların derdini,

Bunları evden çıkar, ya beni.

Baba didi : “ Sen üzülme, bu elzem.

İş olacak, fakat özüm etkili.

Bir enfar’ı  şimdi bana dikmeli!”

Ülker kızın adı, Aydın oğlunun

Babaları didi : “ Haydi uyanın

Gideceğiz  bugün kuşlar iline!”

Eteğini  sarmış idi beline,

Çocuklara  biraz çorba  yedirdi

Ellerinden tutdı dağa  yetirdi.

Bütün gündüz  dolaşdılar ormanda,

Akşam çatdı? Güzeller kaldı dumanda,

Baba didi : “ Yavrularım, acıkdık!”

Yaydı yere bir küçücük tağarcık.

Ülker bakdı pek tuzludur basdırma,

Yiyemedi, didi : “ Artık Bey Baba!

Gice oldı, evimize  gidelim!”

Baba didi : “ Vakit geçdi gidelim,

Yol boyunda şimdi azgın kurtlar var.

Bizi yutar bir kurt , ya bir canavar.

Bu köşede uyur isEn sessizce.

Selametle geçebilir bu gice.”

İki kardeş titrediler korkudan..

Aydın didi : “ Sabahleyin uykudan.

Bizi kuşlar uyandırır kalkarız.

Her tarafı dolaşırız, bakarız:

Babamız yok! Bizi atmış savuşmuş.

Evindeki  yavrusuna  kavuşmuş

Zeyneb! Onun  annesi var, sevilir.

Biz öksüz, bizim içün kim bilir.

Babacığım ne düşünmüş yapacak?

O gidecek, bizi kurtlar  kapacak.”

Evlenir didi : “ Geçen gice rüyama

Annem geldi, didi : “ Kızım, ağlama;

Kolundaki  mercan peri kızıdır.

Bir gün sizi her kaygıdan kurtarır”

Baba didi : “ Hiç ben sizi bu tağda

Bırakır da döner miyim cellada?

Babamızın  sizin bunu bir duyun.

İsterseniz  eteğim de uyuyun.”

Eteğini serdi, yere uzatdı,

Yavrucakları bu hileyi  inandı.

Yorgundular, heman uyku meleği.

Taş yürekli herif bakdı : Çocuklar

Kuzu gibi mışıl mışıl uyuklar,

Cebindeki makascığı, aradı,

Eteğini  kesdi, yerden fırladı,

Lanet idüb o insafsız  karıya

Yavruları ısmarlar Tanrı’ya.

Harsız  gibi korka korka sıvışdı,

Gün  doğmadan  yuvasına irişdi,

Karısı da meğer çıkmış o gice,

Pınarlara büyü yapmış gizlice,

Erkeğinden evvel  eve gelmişdi,

Kocacığım, al Zeynep, öp.” Didi.

Zeyneb ne didi? Kara yüzlü  bir sıska,

Kel başında on tel kirli lapıska…

                  ***

Biz gelelim Aydın ile ülker’e!

Şafak altun ışığını gönüllere

Saçar iken, kuşlar ezan okurken

Uyanarak Aydın kalkdı yerinden,

Korkduğuna  uğramışdı, anladı.

“ Baba!” diye  hüngür hüngür ağladı..

Ülker’i de uyandırdı  bu çığlık,

Didi şimdi bana düşer ablalık,

Ne yapmamız  lâzım, bunı düşünmek,

Kardeşime  metanetli  görünmek.

Kardeşine didi : “ Aydın, ağlama!

Sabretmeni ben söz virdim anama.

Biliyorduk bir gün bu işe olacak,

Kaderimiz neyse olsun çabucak.

Biz öz Türk’üz, baksın Aydın, ben ülker,

Türk Tanrısı öz ilini  esirger.

Zeyneb gibi annen değil Talat senin,

Hiç soyuna karışmamış  yad senin,

Unutmadım, annem diyordı : “ Bak , kızım,

Baban kayı ilden, bende kırgızım”

Aydın susdı, düşünmeğe  başladı.

Gözlerinde ümid nuru parladı,

Didi : “ Abla! Niçün bizim babamız.

Evlâdına  olsun böyle  vefasız?”

Ülker didi : “ Büyü yapmış o karı

Çıkamaz ki sözlerinden dışarı!

Tılsımı var yüreğinde, dilinde,

Bir gör alt olmuş onun elinde…”

Aydın didi : “ Susuz kaldım ben, abla,

Yüreğimi yakdı tuzlu pasdırma.

Dolaşalım, arayalım bir pınar,

Duyuyorum bir su sesi şarıldar;

Beş on adım yürüyünce bakdılar

Bir kayadan gümüş gibi su akar;

Aydın suyı görür görmez seyretdi.

Bir kuş dile geldi: ülker işitdi.

“ Bu pınar soğuk pınar,

İçinde balık donar…

Kim içerse suyundan

Olur vahşi bir kaplan!”

Ülker heman koşdı tutdı kolundan,

Kardeşini geri çekdi yolundan,

Didi : “ Aman Aydın! İçme bu suyı

Düşman yine bize kurmuş pusuyı,

Kaplan olur, beni yersen içince

Bir kuş haber virdi kendi dilince.”

Aydın didi: “ Peki, bundan geçelim,

Bir başka su bulub onı içelim.”

Yürüdüler, yürüdüler pek uzak

Bir köşede rastladılar bir kaynak,

Aydın suyı görür görmez seyretdi.

Bir kuş dile geldi; ülker işitdi;

“ Bu pınar soğuk pınar,

içinde balık donar.

Kim içerse suyundan

Olur korkunç bir yılan?..”

Ülker heman koşdı, tutdı kolundan;

Kardeşini geri çekdi yolundan,

Didi : “ Aman; Aydın içme bu suyı,

Düşman yine bize kurmuş pusuyı;

Yılan olur sonra beni sokarsın,

Bak ne diyor sen kuş dili anlarsın..”

Aydın didi : Peki bundan geçelim;

Bir başka su bulub onu ieçelim…”

Bir çok daha  yürüdüler, gitdiler,

Bir çeşmenin  kenarına yatdılar.

Aydın suyı görür görmez seyretti.

Bir kuş dile geldi; ülker işitdi:

“ Bu pınar; soğuk pınar;

İçinde balık donar…

Kim içerse suyundan

Olur güzel bir ceylan!...”

Ülker koşdı, heyhat vakit dolmuşdı…

Aydın sudan içmiş, ceylan olmuşdı.

Acı bir hal : Ülker ma‘yus  bakıyor,

Ceylancığın göz yaşları akıyor.

Gök bu işe kederlenmiş, ağlıyordı.

Hazin yağmur damla damla yağıyordı.

Bir ses didi : “ felâketler süreksiz.

Olduğunı  bilen  olmaz yüreksiz.”

Kızın yine ablağı uyandı,

Yasa boyun eğidiğinden utandı.

Didi : “ Kardeş, bir çile var, dolacak,

Alnımıza her yazılan olacak.

Varsın olsun ceylan postı dönmez.

Müjdemiz var, kutuluşdır sonumuz

Haydi şimdi kendimize bir koğuk

Arayalım, giceleri, pek soğuk.

Tanrı bizi kurtaracak, bu belli,

Korkmayalım her ne itse  tecelli.”

Aradılar gün inerken mağribe

Önlerine  çıkdı  bir boş kulübe

Sığınacak bu bir emin köşeydi,

Kız burayı  otlar ile döşedi.

Yüreğiyle  dua itdi Tarı’ya

“ izimizi  sezdirme o karıya.”

Kendi içün fındık, ceviz getirdi.

Ceylânına  taze  yonca  yedirdi.

Annesinden kalma iki al mercan.

Bileziği  vardı; Heman kolundan

Birisini  çıkarak gerdanlık

Yapdı ona, köle değil ablalık,

Takdı güzel ceylancığın  boynuna

Uyudılar  sonra koyun koyuna…

Günler , aylar , yıllar  geçdi  akarak!

İki kardeş ağaçlara  bakarak.

Büyüdüler, alışdılar ormana;

Hiç gözleri rast gelmedi insana.

İşitdiler birden bire bir sabah

Bir gürültü : meğer onun padişah

Eve çıkmış ; ilan itdi  borular

İtlilerle  kuşandı  korular.

Avcı ; sabah, boru; köpek; at sesi

Uyandırdı  ceylandaki  hevesini;

Didi : “ Abla! Aç kapıyı  gideyim;

Tehlikede cinsim; yardım ideyim

Damarımda ceylanlık var duramam,

 İnsanlıktan çıktım, bağdaş kuramam

Boru sesi, ceylanları çoşdurur

At önünde; it önünde koşdurur,

Ülker didi : “ Bırakamam kardeşim,

Hem ayımsın benim hem de güneşim.

Gicem senin  sözlerinle bezenir;

Gündüzlerim  güzellerinle şanlanır.

Senin  dışın ceylan; için insandır,

Avcı seni tanıyamaz, av sanır,

Dokunursa sana kaza kurşunu.”

Nasıl olur halim? Düşün bir şunı”

Ceylan didi “ Aç kapıyı gideyim

Avcıları darmadağın  ideyim;

Her takımı bir cihale  doğrulsun;

Soydaşlarım felâketden  kurtulsun.

Açmaz isen bana ölüm muhakkak;

Çünki yaşam diyor; “ Kaçan bir alçak!”

Ben korkakca  yaşayamam; kederden.

Öleceğim; öleceksin  sebeb sen!”

Ülker bakdı iş pek fena oluyor,

Gitmez ise kendisini  yoluyor,

Öpdi önce  boynundaki mercanı;

Salıyordı  kulubeden  ceylanı.

Genç padişah  birden bire görünce.

Bir hoş ceylan koşmaktadır önünce;

Bir ceylan ki rast gelinmez  eşine;

Sordı yağız  atı; düşdi peşine.

Kayalardan tırmanarak ; yarlardan.

Atladılar; tepelerde  karlardan;

Derelerde  ırmaklardan  geçdiler;

Sazlıklarda  gizli yollar  seçdiler;

Akşam oldı;  bütün  olay  bozuldu;

Ceylan  kendi  kapısına  doğruldu,

Ayağıyla  vurdu:

-         Kim o?

-         Aç benim.

-         Vay sen misin  ormanlarda  gezenim?

Açılınca  kapı, girdi içeri.

Didi : “ Abla bugün  gördüm peri.

Şehzâdesi, tepesinde  altun tac,

Gelmiş, ister dağ hakkında canlı bac.

Böyle  güzel bir kahraman bulunmaz;

Kabl değil tarif olunmaz!..”

Uyudular ; yine  sabah  erkence.

Kalkdı, yapdı  ablasına işkence.

“ Aç kapıyı,” didi yine açdırdı,

Avcıları taraf taraf  saçdırdı.

Kayalardan  tırmanarak, yarlardan.

Atladılar, tepelerde, karlardan,

Derelerde ırmaklardan geçdiler,

Sazlıklarda  gizli yollar  seçdiler.

Akşamdan avcıları oynatdı,

Düzenlerle  cümlesini aldatdı,

Bu sırada  döndü, itdi bir nihâh:

Kendisine yaklaşmışdı, padişah:

Tutulmayım diye  yardan  atlardı.

Önündeki  sağ  ayağı  kanadı.

Düşe kalka geldi çatdı evine,

Kapısını vurdu tak tak tak yine:

-         Kim o?

-         Güzel ablacığım, aç  benim!

Vay sen misin  ormanlarda gezenim?

Açılınca  kapı girdi içeri,

Arkasında varmış  meğer bir çeri.

Macerayi  görür, gider divana.

Bu ısrarlı  işi söyler  Sultan’a

Heman tellal  çağırarak  padişah

Dir ki “ Yarın atılmasın bir silah,

Ceylan  tekin  değil kimse değmesin,

Mızrağını  ona doğru  eğmesin,”

Ülker  bakdı: Kardeşinin  bir eli.

Kuşlar iken haşa dönmüş, bereli.

Evet  sürüsünü  ilaç  yapdı  o gice

Sabah oldu, ceylan  kalkdı  erkence,

Aç kapıyı, didi,bak  tan ağardı.”

Ülker yine “gitme” diye yalvardı.

Didi “Bana boru meydan okuyor,

Ben gitmezsem diyecekler korkuyor,

Anam al giyin, baba boz kurtun

Ben Türk oğlı kaçar mıyım ölümden?

Aç kapıyı  atlayım meydana,

Türklüğümü göstereyim kağana”

Kız anladı mümkün değil açmamak

Kardeşine  namus olmuş kaçmamak,

Gözlerinden elmas gibi yaş akdı.

Ceylancığı dışarıya bırakdı.

Güzel ceylan yine çıkdı ormana,

Serpişdirdi her pulunu bir yana

Kayalardan tırmanarak yaralardan

Atladılar tapelerden karlardan,

Derelerde ırmaklardan geçdiler,

Sazlıklarda gizli yollar seçdiler...

Akşam oldu o gitmeden yapıya,

Hakan geldi vurdı tahta kapıya:

― Kim o?

― Güzel ablacığım, aç, benim!

Vay sen misin ormanlarda gezenim?

Ülker açar açmaz gördi önünde,

Altun taclı, güzel genc bir şahzâde.

İki bakış birbirine doğruldı,

İki gönül birbirine vurıldu.

KAğan selam virdi, didi “Ey peri,

Olur musun Türk tahtının zivari?”

Ülker didi:”Baş üstüne hakanım.

Bir şartım var: “birlik olsun ceylanım.”

Hakan didi: “Ey güzellik perisi,

O da olsun ömrümüzün inisi.”

Bu sırada ceylan geldi yuvaya:

Razı oldı gitmek içün saraya,

Sabah oldı, atlarına bindiler,

Yüce dağdan şehre doğru indiler.

Düğün sürdi tam, kırk gün kırk gice,

Herkes içün bir ömür mü evlenince,

Ceylan saray bağçesinde koşardı,

Çiçeklerin arasında yaşardı.

Ülker mesud  oldı, böyle kaç ay...

Fakat bir gün toplanarak kurultay

Düşmanlara açdı yeni bir  kavga

Hakan ordu ile gitdi uzağa,

Ülker ağır gibi idi... bir sabah

Pencereden bakar  iken bir siyah

Yüzlü kadın gördi, desti elinde,

Su alırdı, bu lakırdı dilinde:

“Güzelim didim size,

Gelmedi eşiniz.

İşte bakın, parlıyor

Gölgem vurmuş denize

Ağzımızda yok sakız

Soyca böyle hep akız

Su destisi taşır mı?

Benim gibi güzel kız?”

Mırlanarak bu ıygunsuz şarkıyı

Sakızını atdı, kırdı destiyi,

Ülker didi: “ ziyan itdin baba ki;

Aid değil güle vuran yüz sana ,

Önümdedir; aramadın, yanıldın.

Hiç kendini tanımaz mı bir kadın?”

Didi “Varsın senin olsun öteki,

Güzel olmak pek zor bir şey değil ki...

Bir lahza vir elbiseni giyeyim,

Senden  güzel olduğumı diyeyim,

Sen de benim üstime ki bir saat,

Anlıyorsın bende midir kabahat?

İster isen bu sözümü denemek

Bir ip salla, sarılayım, beni çek.”

Sarkdı bir ip , tutdı ipi bu karı,

Ülker heman  onı çekdi  yukarı,

Bilmezdi bu kendine bir oyundı.

Bir şakacık olsun diye  soyundı.

Birbirinin  urbasını  giydiler,

O istedi : “ Mercanıda  çıkar, vir!”

Ülker onı esirgedi virmedi.

Kadın didi : “ Pencereden  bak şimdi,

Tutdı  heman atdı onı ırmağa,

Didi : “ Anla , ben büyücü kızıyım,

Adım Zeyneb , yüreklerde sızıyım!”

Düşer iken işidince  bu adı

Ülker onı kardeşini  tanıdı.

Göl yutarken onı  kuşlar ağladı,

O zavallı, Tanrı’ya  bel bağladı,

Didi : “ Düşman bırakmamış peşimi;

Ben mazlumum, Tanrı görür işimi!”

Akşam ceylan obasını görmeğe

Geldi: oyuk yerinde bir zenciye

Oturuyor... Derhal işi anladı:

Gitdi gölün  kenarında ağladı:

Bacı,  bacı, can bacı!

Kolun mercan nereye!

Bensiz gitdin nereye!

Düştün hangi dereye

Göl içinde dizin bir ses inledi:

Ceylan susdı, dikkat ile dinledi;

Kardeş, kardeş, can kardeş!

Boynunda her can kardeş!

Ben düşmedim, atdılar,

Ömrüme sim katdılar.”

Bu sırada gürlüyordu davullar,

Muharebe bitmiş, gazi hükmeder

Alkışlarla geliyordı  saraya

Hoplayarak  ceylan koşdı  alaya.

Yaklaşdıkça  bakıyordı padişah,

Pencrede ülker yokdı, bir siyah,

Çingenemsi kız oturmuş bakardı.

Merak evde yüreğini yakardı.

Karşıladı Hünkârını kara kız.

Didi: Sana bütün millet müştakız.

Bak, hasretin beni sokdı ne hale?

Göz yaşlarım ziyan virdi cemale!...

Hünkâr didi:”Çekil, sıkma canımı,

Nerdedir, çağır Ülker Hanım’ı.”

Zeynep didi: “ah, unutmuş, tanımaz,

Ağlamakdan çirkinleşdim ya biraz.

Erkek kısmı vefasızdır dirlerdi.

İnanmazdım, şimdi gönlüm hak virdi.”

Hünkâr didi: “Cariyeler toplansın,

Ülker Hanım nerededir aransın!”

Aradılar, meydanda yok eseri,

O yok, ama yerinde bu serseri...

Ağlayarak Hünkâr çıkdı bağçaye,

Ülker’inin ceylanını görmeğe.

Bakdı ceylan göle doğru gidiyor,

Kulak virdi: Böyle feryad idiyor.

“Bacı, bacı, can bacı!

Kolunda  mercan bacı!

Ben yaslıyım burada,

Sen nasılsın orada?”

Gölden geldi bir  incecik uğultu.

Derinlerden  bir gizli ses duyurdu.

“Kardeş, kardeş, can kardeş!

Boynunda mercan kardeş!

Ülker’inin durağı,

Bir balığın kursağı.”

Ceylan:

“Bacı, bacı, can bacı!

Kolunda mercan bacı!

Gönlüme merk doldı.

Gebeliğin ne oldı?”

Ülker:

“Kardeş, kardeş, can kardeş!

Boynunda mercan kardeş!

Oğlum “Turan” kucakda,

Emziririm bucakda.”

Ceylan:

“Bacı, bacı, can bacı.

Kolunda mercan bacı!

Hünkâr geldi, ağladı.

Ülker:

“Kardeş, kardeş, can kardeş!

Boynunda mercan kardeş!

Hünkâr’a söyle selam,

Bizi alsın bu akşam.”

Ne zaman ki bu sözleri işitdi,

Hünkâr heman balıkçıya emr itdi,

Ağ atıldı, kaya gibi  bir balık

Çıkarıldı, doldı bütün ortalık

Bu balığı dikkat ile yardılar,

Turan çıkdı, bir çarşafa sardılar,

Ondan sonra ülker çıkdı dışarı,

Ceylan artık olmuşdı bir haşarı,

Gitdi, bakdı merak ile “Turan” a,

Görür görmez birden döndi insana.

Ablasının oğlu bozdı büyüyi,

Kalmadı hiç ceylanlığın bir tüyü,

İki kardeş  sarıldılar ihrama,

Götürüldü her biri bir hamama.

Hain Zeyneb hamam o gün koğuldı.

Kendisini göle atdı, boğuldı...

Ne ekilse o biçilir dünyada,

Zeyneb öldü, ülker irdi  murada!

 

 

KÜÇÜK ŞEHZÂDE

 

Bir padişah sağlama almak için yarını

Huzuruna davet ider oğullarını,

Bir hanginiz olabilir bu mülke nazım?

Bunı bilmem içün denemek lazım.

Viriyorum biner altun size sermaye,

Yola düşün, gidin birer uzak ülkeye;

Bir yıl alış-viriş idin, para kazanın.

Kim çıkarsa becerikli taht olur anın.

Üç şehzade el öperek çıkdılar yola.

Akşam üstü yol ayrıldı üç büyük kula.

Gün bin didi: “Hayır binde! “sağa doğruldı;

Ay bin ise orta izi uğurlu buldı,

“Giden gelmez” veli kaldı küçük kardeşe.

Diyerek “Ya  devlet başa, ya kuzgun leşe!”

Yıldız tekin ıssız çöle sürdi kısrağı,

Ne bir çoban tami ne bir çiftçi ocağı,

Az, uz gitdi ; dere, tepe, ovaları aşdı;

            Bir sabah  bir ıssız, viran köye ulaşdı

            Çay önünde otlanırdı  bir sürü koyun,

Çoban  kaval çalar, köpek  uyanırdı uyan

Gitdi  önce selam virdi, sonra  çobana;

“Bu sürüyi bin  altuna  sat, didi, bana,”

Köylü  virdi  koyunları aldı altını:

Sürü önde, dağa  doğru sürdi atını.

Biraz  sonra  dağı aşdı, indi  dereye;

Karşısına bir dev  çıkdı, didi : “nereye?

Kurtlar, kuşlar  geçemezler iken buradan,

Nasıl oldı sen buraya  düşdün ey insan?”

İlerledi Yıldız, didi : “ Sevgili dayım,

Üç aydır ki seni bulmak üzere yoldayım.

Annem çokdan beri her gün seni özlerdi.

Gelmek, sana  bir armağan virmek isterdi.

Hastalandı, yürümeğe yokdı mecali,

Didi : “ Oğlum!  Git  dayına  anlat bu hali,

De ki bacın ayrılığa  dayanamadı,

Bu besili koyunları  sana  yolladı.

Diyor niçün  hatırlamaz  beni  kardeşim,

Sağlığından  haber alsam diner ateşim,

Dayı ah çekdi, didi : “ oğlum annen çok haklı

Dayıncığın bak ne kadar azalmış aklı,

Uzakdaki bir bacıyı çok mu unutmak

Az kaldı ki istiyordum oğlunı yutmak!”

Dayı, sürüyü  salıyordı yeşil ovaya

Yeğenini  götürdü, bir altun saraya,

Odaları dolu çeşit çeşit mücevher,

Bağçesinde  türlü türlü  yemişler...

Yıldız Tekin,  bu yerde hiç sıkılmıyordı,

Eren bağı  sanıyordu  bu güzel  yurdı,

Dayı her sabah akşam keser bir terekoyun,

Yerdi, sonra yatar idi hep yüzi koyun,

Bir gün Yıldız didi : “Artık vakit daraldı,

Sıra bana  gelecekdir koyun azaldı.”

Dayı gitdi, didi :” Şimdi annemin  gözi,

Hep yoldadır, sağlığının  müjdesi, sözi,

Ona yeni can virecek, viriniz izin,

Hazırlığa  başlayayım ben gitmek için!”

Dayı ah çekdi, didi evet  bacım merakda,

Ah, oğlum  kalmamalı  böyle ırakda.

Al bunları, işte  sana bir çok anahtar,

Her birisi  bir mücevher  hazinesi  açar,

Her odayı açub  dolaş, gir her hazineye...

Mücevherler  arasından seç bir hediye!”

Yıldız Tekin aldı  ele anahtarları,

Altun kapılı  merdivenden çık dı yukarı,

Bir odada elmas dolu, birinde lal

Yakut, zümrüd...  didi : “Bunlar  gözümde değil!

Bir karanlık odacığa gelince sıra.

Açdı heman  oracıkda  buldı  bir safra,

Dayısına  didi : “ İşte budur seçdiğim!”

Dayı başını  sallayarak güldi , didi : “ Hımmm!

Bunı nerden buldun? Dayın sevsin canını,

Ben bunun  içün bir kardeşin düğün kanını.”

Yıldız Tekin didi : “ Dayın virmezsen  kalsın!”

Dayı didi : “ Yok , yeğen neyi dilerse alsın!

Canımıda almış olsan esirger miyim?

Annen bilir, ben sizinle can-ciğer miyim?

Yıldız Tekin bindi ata, yola doğruldu.

Az, uz gitdi, bir çimenli  yerde  yoruldı.

Kısrağını salıyordı yeşil  çayıra,

Safracığını  getirerek  serdi  bayıra,

“Açıl, safram, açıl! Didi, safra  gerildi,

Üzerine  altın, gümüş kaplar serildi,

Acıkmışdı, yedi bu bir türlü yemekden,

“ Peri Sultan” bekar miş meğer yükseksen

Sarayında bakınırken – dürbin  elinde –

Didi : “ İşte  serili  safra, Yıldız Şehzâde!”

İki çavuş göndererek  atlı civane,

Safrasıyla  birlik  davet itdi  divana.

Yıldız Tekin kaldırınca  başını  bakdı.

Önündeki  bir dağ  değil, bir altun takdı!

Pencerede  gülmüsüyor bir güzel Sultan...

Didi : “ Buymuş  şimdiye  dek  gönlümde yatan”

Bir kuş nasıl gider ise tuzağa doğru.

Safrasını  aldı gitdi  konağa  doğru,

Peri  sultan didi : “ Afu it, güzel arslanım!

Tılsımlı  safracığı çok sevdi canım.

Bunı bana viriri misin! “ Genç didi : “ Böyle

Bir değersiz safra değil , ey melek söyle,

Ben canımı  senin içün ideyim kurban!”

Sultan didi : “ Hayır, seni bekliyor baban,

Kardeşlerin yetişmeden git bir iş ara,

Hiç olmazsa onlar kadar kazan bir para.

Yoksa tahtın elden gider, kalırsın tacsız,

İl dimez mi? Ne acizmiş Şehzâde  Yıldız!”

Yıldız  bakdı  sevgisinin  karşılığı  yok,

Yüreğine  saplandı  bir yıldırımlı ok,

Küsdi aşkın  düzenine  bahtın nazına,

Mahzun  mahzun avdet itdi üç yol ağzına

                         ***

Kardeşleri  yetişdiler, her biri birer

Altun kârla, “ senin kârın nedir? Didiler.

-         Kazanmışdım, fakat sonra elden çıkardım.”

-         “Öyle ise itmeliyiz biz sana yardım;

Paramızdan  senin olsun birer  torbamız,

İyi  olmaz kızar ise  taçlı  babamız.”

“ Hayır , hayır!  Ben suçumu  kuldan  saklanmam,

Babam beni haşlayacak ise haşlasın,

 

İnsaflıysa tecrübeye tekrar başlasın.”

Üç Şehzâde  dizildiler hanın yanına,

Çıkardılar  defterleri  arz  divanına,

İki kardeş gösterdiler kazançlarını,

Küçük evlâdı söylemedi kendi karını.

Hakan didi : “ oğlum! Senden çok sey umarım.”

Didi baba kazandım da elden çıkardım.”

Hakan  kızdı didi: “atın bunu zindana!”

Vezirleri yalvardıları Ulu Hakan’a,

Didiler ki: “ İtmelisin bir de imtihan,

Birincide  afu itmekdir  Han’a yakışan,

Hakan yine her birine  virdi  bin altın.

Didi : “ didin  uzaklarda mal alub satın.

Bir yıl sonra her biriniz  bir büyük  servet

Getiriniz, aklınıza itsin  delâlat”

Yine  bizim  üç Şehzâde  düşdiler yola,

Akşam üsti  yol ayrıldı üç büyük  kola.

Büyük didi: “ Hayır bunda!” sağa  doğruldı;

Ortancası  orta  izi  uğurlu  buldı,

“ Giden gelmez” yolı kaldı tekrar  küçüğe,

Az, uz gitdi, girdi yine  bir boş  düzlüğe,

Viran köyde  bin altuna bir sürü öküz.

Satın aldı, dayı  yurduna girdi bir gündüz

O güzellere  mesretle bakdı  dayısı,

Didi : “ bunlar hem büyücek, hem çok sayısı,”

Yeğenine “ Sefa geldi, anan nasıldır?”

Diye  sordı, Yıldız  didi : “ Dayı bir yıldır

Eyleşdi, çünki  senden haber alarak

Kalbi rahatlandı , artık itmiyor merak.”

Dayı  düşdi yine eski karın cengine,

Yakın daldı köşkün  çeşid çeşid rengine.

Bir gün bakdı azalıyor o gün sürüsi,

Yine virdi  kendisine yakınlık süsi,

Didi : “ Dayı, izin virin yine gideyim.

Validemi Kabe gibi tavaf ideyim,

Sizden ona götüreyim bir çok selamlar,

Ayrılığa dair yayık  yayık kelamlar.”

Dayı ah çekdi, didi: “ Oğlum çabuk varasın,

Ben  istemem  evlâdını  bacı arasın,

Zahmet  it de al, biraz bu anahtarları,

Altın kapılı  merdivenden fırla  yukarı.

Mücevherli öteleri  geçirüb  gözden.

Yadıram olacak, bir armağan beğin!”

Yıldız Tekin  ötelere  bakmadı bile,

Loş hüreyi  açdı, girdi bin merak ile.

Bir şemşiyeyi  görür görmez rafta asılı,

Didi  bugün  ikbalinin ikinci  yılı!”

Şemsiyeyi  aldı, geldi dayının  önüne,

Dayı didi : “ Bak , ben kalmışım ne kara güre!

Bunun içün bir kardeşi elimle biçdim.”

Yeğen  didi : “ öyle ise, almam, vazgeçdim.”

Dayı didi :”Bu didiğin olamazi hayır!

Ben dimişdim  ne istersen kendinde ayır

Madem sevdin, al mübarek olsun şemsiyen.

Hanım bile olsa, oğlum sakınmam senden.”

Yıldız Tekin yine düşdi o bitmez kıra,

Yine bir gün geldi, kondı, ıssız bayıra,

“Çadırcığım açıl!” didi açıldı!” didi açıldı otak.

Gök yüzini başdan başa tutdı bir çardak.

İçi dolu asker, leşker hepsi süvari

Bir ucundan görğnmezdi öbür kenarı,

Peri sultan yine iki yavru göndedi.

Yıldız kızı görür görmez dirildi geri.

Şemsiyeyi katlayarak çıkdı huzura,

Sultan didi: “ Virir misin gölgeyi nura?”

Yıldız didi:” Çadır değil, bu anda işte,

Bir emirle alacağım: ömrümü iste!”

Sultan didi: “Hayır senin var imtihanın,

Bazarkanlık yarışında acizdir canın,

Kardeşlerin ulaşmadan çabuk git kazan.

Kazanmazsan seni habse atacak baban.”

Yıldız bakdı sevgisinin karşılığı yok,

Yüreğine saplandı bir yıldırım ok,

Küsdi aşkın düzenine, bahtın nazarına,

Mahzun mahzun avdet itdi üç yol ağzına.

Büyüklere beklemekden  gelmişti usanç,

Her birinde ikişer bin altunluk kazanç,

Küçük didi: “Tala bana itmedi yardım,

Kazanmışdım fakat sonra elden çıkardım.”

Gün bin didi: “Bari bizden al biraz ödünç

Halk önünde olacaksın yoksa pak gülüne.”

Yıldız didi: “Ben bahtıma itmam şikayet,

Zarar itmek sayılamaz ya büyük cinayet?”

Hakan işi anlayınca küplere bindi,

Didi: bunı zindancılar amalı şimdi!”

Vezirler düşdi yine ayaklarına,

Can bunların acıyarak ahuzârına,

Didi: “Tekrar gönderelim bunları işe,

Farz idelim önce düşmüş idi teşvişe

Bu kerde göstermezse az bir yararlık,

Kellesini keseceğim: budur pazarlık!”

Yine bizim üç Şehzade düşdiler yola,

Akşam üsti yol ayrıldı üç büyük kola,

Gün bin didi: “Hayır bunda!” sağa doğruldı.

Ay bin ise orla izi uğurlu buldı.

“Giden gelmez” yolı kaldı  tekrar tekine,

Az uz gitdi, daldı yine çulun içine.

Viran köyde bin altuna bir sürü deve

Satın aldı, akşam üsti sokuldı eve,

Dayı görünce develeri  iştahla bakdı,

Havan dişli  çenesinin suları akdı,

Didi: “Oğlum! Geldin  başım gözüm üstüne,

Anan beni arzular mı özler mi  yine?”

Yeğen didi: “Evet, dayı; sensiz duramaz.

Ona bedel seni görmek isterdim biraz,

Gözyaşları çoğalınca dayanamadım,

Kadın gibi hüngür hüngür bende ağladım!”

Dayı didi: “Oğlum! Sizi ben de severim.

Bu sözleri işitince  artar kederim.

Bu ayrılık elbet bir gün bulacak payan,

Gam çekmeyin olur mu hiç sevince  şayan?”

Dayı her sabah akşam kesdi bir semiz deve,

Yeğen ise acıkdıkca daldı bağçeye,

Bir gün yine bakdı deve çokca kesilmiş,

Artık sürü korkulacak  kadar eksilmiş,

Dayısından gitmek içün izin diledi,

Dayı ah çekdi, bacısına selam söyledi.

Virdi ona anahtardan  yine bir deste,

Didi: “git, gez beğendiğin ne ise iste.”

Yeğen gitdi, loş odayı açdı, daracık

Bir bucakda görünce eski bir dağarcık.

Aldi, geldi didi: “İşte istediğim bu!.

Dayı didi: “Bak kurnaz oğlan yine ne buldı.

Ben bunun içün bir kardeşin ezdim başını,

Yeğen didi: “ Akıtmam ben göz yaşını,

Madem sence kıymetli  çok, ben bunı almam.”

Dayı didi: “ Yok, söz virmişim, sözümde kalmam,

Mirasımdan çok mı olsa bu kadar payın?

Senin içün canınıa virir dayu dayın.”

Yıldız yine bindi ata , düşdi çöllere,

Uğrayarak tatlı, tuzlu acu göllere,

Bir öğleyin buldı yine yeşil çayır,

Atdan indi, yurd idindi, ıssuz bayırı,

“Dağarcığım dökül!” didi; altunlar akdı.

Peri sultan pencereden hayretle bakdı.

Geldi derhal iki ilacı elinde ok-yay,

Didi sana müntazardır zümrüdli saray.

Yıldız Tekin yine tatlı sözlere kandı,

Göl altında sevinmiş olan derdi uyandı.

Koşdı dünya güzelinin çıkdı yanına,

Yine aşkın bir şişeği çarpdı canına,

Sultan didi: “Dağacığın hüsnüme layık,

Sevdiğinden esirger mi bunı bir aşık?”

Yıldız didi: “Esirgemem senden cihanı!”

Sana feda  bu derdlinin canı, cananı!”

Sultan didi: “Hayır sana lazım hayatın,

Ticaret de ölçülecek gücün  sebatın,

Çabuk yetiş, işler  ona, paralar kazan,

Yoksa seni kelle ider mutlaka baban.”

Yıldız bakdı sevgisinin karşılı yok,

Yüreğine saplandı bir yıldırım ok.

Küsdi aşkın düzenine, bahtın nazın,

Mahzun mahzun avdet itdi üç yol ağzına.

Kardeşleri kazanmışdı üçer bin altın,

Heyberlerşe dolmuş idi yanı her atın,

Küçük didi: “Tali bana itmedi yardım,

Kazanmışdım, fakat spnra elden çıkardım.”

Kardeşleri istediler itmek ilane,

Küçük didi: “ Kazanç sizin, ondan bana ne?

Ben isterim görmek nedir bahtım sonı,

Sonum ölüm ise bile isterim onı.”

Korkunç Hakan anlayınca işi bağırdı.

Huzuruna baş celladı heman çağırdı,

Didi: “Bunun kafasını kesecek sensin,

Kıyamaz isen koca başın kesilir senin,

Virdi ona Şehzadeyi dağa gönderdi,

Onun kanlı gömleğini çabuk isterdi.

Cellad aldı Şehzade’yi girdi ormana,

Satırını indirecek iken civana,

Yıldız didi: “ Vurma beni, babam pişman

Olur bir gün, ocağını ider perişan,

Cellâd vardı düşünceye didi: “ pek doğru!

Padişah’ın nesidir bu? Yavrusu, oğlı!

Bu gün kızmış ise, yarın geçer şiddeti,

Neme lâzım! Ben öldüremem bu yiğit eri.

Bir gün benen ister ise viririm diri.”

Şehzâde’ye “ Var git!” didi, kesdi bir tavşan,

Gömleğin başdan başa buladı al kan,

Cana didi: “Gözünün döken yaşını!”

Bir vuruşda kesdim onun güzel başını!”

Han  ağlardı için için  her gün, har gice,

“Nasıl kıydım evladıma!” dirdi gizlice.

Bir ay sonra bir gün gözel gördi ova da

Bir otak ki elmasları parlar hava da,

Bir orduyı barındıran yüce bir divan

Padişah’a arz itdileri güçlü bir Hakan.

Ordusuyla gelmiş, konmuş şehrin önüne.

Halk diyor ki “Yine düşkün yine bir kara güne!”

Hakan didi “iki atlı giderek yakın,

Düşmenımdır, memlekete var mı bir akın,

Tahkik itsin, meseleyi, anlasın işi!”

Gözci didi “Gelmektedir bir elçi kişi.”

Altın çapkın, elmas yeğli bir gürbüz civan.

Padişah’ın geldi durdı önünde divan,

Didi “Ey Han! Biz yolcuyuz, düşman değiliz.

Bir göçebe yahşı iliz, yaman değiliz.

Peri sulatan yalvarıyor!beni bahtiyar

İtmek içün üç oğlunı alarak Hünkör

Bugün teşrif buyursunlar lütfen yemeğe!”

Han sıkıldı “Küçük oğlum öldü!” demeğe,

Didi “Peki, baş üstüne, emre uyarız,

Sultan bizi hatırlamış! Ne bahtiyarız!”

Han içinden didi “Yazık, küçük Şehzade

Sağ olsaydı gelecekdi şimdi birlikde,

Sorar ise, öldüğünım nasıl diyeyim,

Ah! Ben kendi ciğerimi kendim yiyeyim

Bu ne büyük hunharlıkdır, bu hunkarlıkdan,

Kurtulmakçün  geçmeliyim ben Hünkârlıkdan.”

Aldı iki evladını : gitdi otağa,

Yerde  halı benzendi bir çiçekli bağa,

Tavan bütün yakut, zümrüd ile bezeli,

Elmas tahtıda oturmuşdı  dünya  güzeli,

Üç misafir yerleşdiler kızla safraya

Şanlı safra yayılmışdı bütün ovaya,

Dağarcıkdan durmaksızın altun  akardı,

Şehzâdeler  bu servete şaşkın bakardı,

Peri Sultan didi : “ niçün küçük oğlunı

Getirmedin, çokdan beri onun yolunı,

Bekliyordum, onun ile barışacakdım.”

Bu belki içinize karışacaktım.

Hakan didi: “ üç itdim, yanıldı,

Kelle itdim bana layık oğul değildi.

Peri Sultan hıçkırarak  kalkdı safradan,

Didi : “ Eyvah ! Yüce şahin   uçmuş yuvadan!

Nasıl onı boğazladın, ey eli kanlı?

Değildi o kıyılacak bir delikanlı?

Şu gördüğün  şeyler : çadır , safra, dağarcık

Bütün onun kazancıda, elinden aldık.

Sakınmazdı yedi başlı devden canını

Zalim baba! Nasıl dökdün onun kanını?”

Taht üstüne düşdi, yanık ahlar çekerek

Didi : “ Artık bana soğuk bir kefen gerek!”

Padişah’ın benzi kireç gibi solmuşdı,

İki ma‘sum Şehzâde’nin  gözi  dolmuşdı,

Bu anda bir atlı geldi, girdi çadıra,

Herkes bakdı, üstündeki güç bahadıra,

Sultan koşdı, didi : “ İşte benim Şehzâdem!”

Yıldız didi : “ Evet benim; çekmeyin elim!”

Bugün avda dolaşırken  bir ala geyik

Kaçtı düştim arkasına, bir bağa girdik;

Ekilmişdim, tutacakken  gizlendi  gözden,

Doğrulunca ne göreyim buradayım ben!

Meğer  eksik görmüşde bu bensiz  meclisi

Gelmiş, bana yol göstermiş sevgi perisi !”

Babasına döndi, didi: “ Afu eyle beni,

Cellâdımı kandırarak bozdım emrini

İşte benim  kazançlarım, fakat en üstün

Dileklerim iki şimdi, onlara bugün.

Nail oldum: Birincisi  sevdiğim geldi,

İkincisi han önünde alnım yükseldi.”

Sultan didi: “ Ben seninim, baht senin oldı!”

Hakan didi : “ Oğlum ! artık taht senin oldı!”

Dökün didi : “ Bırakmayın beni yarına!”

İki aşık o gün irdi muradlarına…

 

 

            ALA    GEYİK

 Çocukdum, ufacıkdım.

Top oynadım, acıkdım

Buldum yerde bir erik,

Kopdı bir Ala geyik.

Geyik kaçdı ormana,

Bindim bir ak doğana.

Doğan yolu şaşırdı,

Kaf dağından aşırdı.

Atdı beni bir göle,

Gölden çıkdım bir çöle

Çölde buldum izini,

Koşdum, tutdum dizini,

Geyik beni görünce,

Düşdi büyük suyunca

Virdi bana bir elma,

Didi : “ Dinlenme durma.

Dağdan yürü, kırdan git,

“Altun köşke” çabuk yit,

Seni bekler ezeli

Orda “ dünya güzeli”

Bin yıllık çula doldı!”

Bunı didi sır oldı.

         ***

Yedin sırlı  elmayı,

Gördüm gizli dünyayı,

Gündüz oldı giceler,

Ak sakallı cüceler,

Korkunç  devler hortladı.

Cinler cirid oynadı

Kesik başlar yüyürdi

Saçlarını sürürdi.

Bir de bakdım melekler

Başlarında çiçekler,

Devlere el bağlıyor,

Gizli gizli ağlıyor,

Kılıcımı çıkardım,

Perileri kurtardım,

Kurtardığım periler

Adım adım geriler

Kanadını açardı,

Selam virir kaçardı.

            ***

Az uz gitdim!... dolaşdım,

(Altın köşk) e ulaşdım,

Bir kapısı açıkdı,

Öteki kapanıkdı.

Kapalıyı açarak,

Açığa vurdum kapak,

At önünde et vardı

İt otumuza, ağlardı,

Otı ata yetirdim,

Eti ite yedirdim,

Açdım bir elmas ota

Dev şahini uykuda.

Gördüm, kesdim başını,

Didim : “ Ey ifrit, hani

Nerde “ dünya güzeli?”

Didi : “ Elinde eli!”

Döndüm, bakdım bir kırgın

Elbiseli  güzel kız

Durmuş  bekar yanımda,

Şimşek çakdı canımda,

Güldi, didi : “ Türk Bey’i,

Tanıdın mı geyiği?

Kimse beni bu devden

Olamazdı, ancak sen

Kaya daldın, dağ yardın,

Geldi, beni kurtadın.”

Ah o imiş anladım,

Sevincimden ağladım,

Didim : “ Turan meleği!

Türk’ün yüce dileği!

Yüz milyon Türk bu anda

Seni bekler Turan’da.

Haydi çabuk varalım,

Kara kağı yanalım.

Sonun ocak canlasın

Yoksul ülke şanlansın!”

İndin iti okşadık,

Geçdik nice dağ, kaya,

Geldik demir kapıya.

Kapanmasa çok yıldı.

“Açıl!” didim açıldı.

Yol virince gizli yurt

Aldı bizi bir boz kurt,

Kaf dağından geçerdi

Türk iline getirdi.

 

            ARSLAN  BASATI

1- Nasıl  dünyaya  gelir?

Bayındır Han, her yıl, yener mi dört bey’i,

Çağırır toplardı ulu derneği…

Köyünden kığırdan atdan deveden,

Kurbanlar keserdi, viridi şölen

Dolardı bin huz şarab, bin kımız.

Tepeler gibi et yiyen sayısız!

Gene geldi bir gün şölenin çağı,

Bayındır kurdı altun otağı,

Çiçekli halılar döşetdi yere,

Ulaklar  gönderdi  bütün  beylere,

“Kurulsun yener mi dört beyden kurultay,

getirsin yanında her bin bir alay!..

lākin? Han “ Kim kısır, bileyim iyi!..

Diyerek bu sefer bozdı töreyi,

Üç otağı  kurdı:Kızıl, ak, kara;

Buyurdı sorgucu al  çavuşlara:

“Gelince her beğin olayı, tuğı

Öğrenin  erkek mi, kız kı çocuğı?

Kızı olan konsun kızıl otağa.

Oğlı  olan insin  akçil otağa

Bahtı kara bir beyi Kızsız , oğulsuz,

Varsa onu kara yurda koyunuz!

Kimin ki Tanrı’dan ak değil bahtı,

Olamaz bu ilde bir altun tahtı!

Düşecek  altına siyah geceler.

Kara koyun eti virin, yerse yer,

Yimezse otakdan çıksında gitsin,

Lev mi bize değil, Tanrı’ya  itsin!”

Tan rüzgarı salkım, salkım eserken,

Atlar sahibini  görüb  kişnerken,

Okurken  horoslar  sabah ezanı,

Göç iderken  boy boy kuşlar kervanı,

Gün vururken göğsü güzel dağlara,

Saçılırken artık gökden ak, kara,

Bezenirken Türk’ün  kızı, gelini,

Her gün bekler arar biri birini…

Bugün de sarayı açarken doğu,

Parlarken ufukda  yaldızlı  toğu,

Gün han ordusıyla cenge inerken,

Yıldızlar bir başka ufka  sinerken,

Yener mi dört boy bey’i ata  bindiler.

Her biri bir boyla  dağdan indiler,

Bir büyük boy ordu ( Uruz Han) adı,

Kırıkdı bu beğin kolı, kanadı,

Oğlı, kızı yokdı, yaşardı mağmur,

Dünya’nın en tatlı zevkinden mahrum.

Uruz Han o gece çıkdı otakdan

Gördi ki atlılar geçer uzakdan,

Bindi  kırık yiğitle  yağız atına,

Doğrultdı dizgini  hanın katına..

Sevinçle saraya gelince  bu Han,

Çavuşlar  didiler : “ Böyledir ferman!”

Kondurdular onı kara otağa,

Sardılar bir kara keçe toprağa…

Didiler: “ Burada  oturub, ey Han,

Yeyiniz, bir yahni kara koyundan.”

Uruz Han didi ki “ Benden aşağı

Beklar tutdılar ak, kızıl otağı.

Bir kara yüzlülük var mı ki bende,

Kara otağı aldı yerim şölende,

Ne kılıcım kında, ne safram şansız,

Bu ok bana nerden geldi  apansız?

Söylesin bir suçum  varsa bileyim,

Bu ilde o Han’sa ben de bir Bey’im!”

Çavuş didi : “ Hanın  budur buyruğı,

Sorunuz beylerin var mı çocuğı?

Kızı olan konsun kızıl otağa,

Oğlı olan insin akcil otağa,

Bahtı kara bey : Kızsız, oğulsuz,

Bulursanız kara yurda koyunuz.

Kimin ki Tanrı’dan  ak değil bahtı,

Olamaz bu ilde bir altun tahtı!

Döşeyin altına siyah keçeler,

Kara koyun eti virin , yerse yer

Yemezse, otakdan çıksın da gitsin

Lev mi bize değil, Tanrı’ya  itsin!”

Uruz Han, kalkarak yiğitlerine,

Didi : evimize  dönelim gine

Gideyim, ozandan kara bahtımı,

Sorayım: Ben miyim, sebeb karım mı?

Geldi eve bakdı: güneşi paslı,

Karısı siyahlar giymiş, yaslı…

Didi : “ Ey ömrümün yoldaşı karım

Bu gün hem sen yaslı, hem ben ağlarım…

Sezdin mi var benim başımda matem?

Doğduğumu  kıbleye çekdiğin elim?

Ordan mı sen böyle giydin karalar?

Bilsen bu renk beni nasıl yaralar!”

Burada Hanım didi : “ Gizliydi derdim,

Senden nice yıldır onı gizlerdim,

Sen evde değilken giyer siyahlar,

“Kısır kaldım, diye çekerdim ahlar!”

Uruz Han didi ki ; “ dimek bu siyah

Bahtımız sendenmiş senden bu günah!

Hanın otağına bu gün gitimde

Anladım yok benşm yerim şölende!”

Burla Hanım didi: “ sözün dolaşıp,

Anlat ne gelsiyse başka açık”

Uruz didi gittim: “Han’a bu sabah,

Karşıma her çıkan renk oldu siyah.

Kondurdılar  beni  kara otağa,

Sardılar bir siyah keçe toprağa,

Didiler : Burada  oturub ey Han,

Yeyiniz bu yahri kara koyundan,

Çünkü bugün Han’ın  budur  bıyruğu:

Öğrenin , beylerin var mı çocuğu,

Kızı olan konsuz kızıl otağa

Oğlu olan insin akçil otağa

Bahtı kara bir bey? Kızsız, oğulsuz;

Bulursanız kara yurda koyunuz,

Kimin ki Tanrı’dan  ak değil bahtı,

Olamaz  bu ilede bir altın tahtı!

Döşeyin  altına siyah keçeler,

Kara koyun eti virin, yerse yer,

Yemezse otakdan çıksında gitsin!”

Lev mi bize  değil, Tanrı’ya itsin,

Ah, şimdi anladım : Tutulmuşum ben,

Bu kara yazıya senin yüzünden.

Kılıcım kınında uçsuz duramaz,

Oğlı olan bana, bıyık buramaz,

İstersen akmasın toprağa kanın,

Söyle, niçün kısır kaldın, ey kadın!”

Burla didi: “Bırak bu acı soru,

Yılmaz Türk kızının ölümünden gözi,

Kimseye kaş değil bu serin özü:

Onı benden değil, git sor Tanrı’dan!

Durmasın, otağı kurdur ovaya,

İç ili, diş ili çağır sofraya,

El açsın altı ok birden duaya

İstesin Tanrı’dan bize bir oğlan ,

Durmasın, şölenler toplaki  yaz kış

Beğenir mi dört boy bey’i eğlesin alkış,

Alkışa alkıştır, kargışı kargış,

Onlar ne dilerse verir yaradan!”

Uruz Han beylere haber gönderdi

Açtı al otağı halılar serdi.

Koyundan, sığırdan, atdan, deveden

Kurbanlar keserek virdi bir şölen,

Dodurdu yüz hoş şarap, yüz kımız

Tepeler gibi et yiyen sayısız

Saatlerce  sordı ipeği  ile aş.

Şölenin  solunda  başladı kinkeş

Uruz Han didi ki “ ey yüce şölen!

Gizli değil size, başmakan;

Oğlum yok Han beni çekdi yasağa

Kondurdı şölende kara otağa,

Şübhesiz, anlatmak istiyordı Han,

Yokdur benden sonra yer mi tutan,

Doğruya, olursam bu yerde , bu ocak.

Tahtım, tacım, ordum kime kalacak!..

Dilerim : Tanrı yurdına varanın

Olarak bir kenar virsin  bu derenin,

Yener mi dört boy beyi: eylesin alkış,

Albışı alkışdır, kargışı  kargış!

İstesin bu eve bir yiğit kızan,

Onlar ne isterse virir yaradan!”

Duaya  yürekden el açdı şölen,

Uruz’a  bir oğul istendi gökden

Hepsin de itimad vardı duaya

Dokuz ayla  on gün girdi araya!

Uruz’a bir oğul virdi  yaradan

Tali kurtuldı artık  karadan.

2-Nasıl ve nerede  buyurdu

Karanlık bir gice, sabaha yakın

Oğuzun üstüne geldi  bir akın

Bu akın atadan kalma bir  öçdi.

Ürkdi : Oğuz ile uzağa  göçdi …

Bir saza uğradı  yolı giderken,

Uruz Bey’in  oğlı düşdi beşikden,

Komşu bir arslanın  yavrusu  yokdı.

Görünce  çocuğı bağrına sokdı,

Götürdi  yavrusuz  kalmış inine,

Oldı ana  gümrah sütle bir nine..

Yıllarca  emerek hep arslan  süti,

Çocuk bu karanlık inde büyüdi…

Yıllar geçdi, oğuz ordusu  gene,

Döndi, otağ kurdı eski yerine…

Bir gün taht üstünde hanların hanı,

Didi “ arslan var beyiz insana,

Yahud bir insan ki bağırır arslana,

Her gün sazdan çıkar, bize saldırır,

Süd emen tayları dağa kaldırır.”

Yener mi dört boy bey’i ulu divanda

Hazırdı, koyının bey’i o anda

Kalkdı, didi “ ey han sizcede  ma‘lum,

Göçde gayb olmuşdı bir küçük oğlum..

Düşümde didiler : bulmuş bir arslan

Bir gün getirecek sana bir çoban…

Emr idin beylere saza gidelim,

Bu düzme arslanı elde idelim!”

Han didi “ Şimdiden gözlerin aydın,

Haydi beyler , binin, gidin arayın,

Yener mi dört boy bey’i heman bindiler,

Arslanın inine sürüb indiler

Baskınla kaçırtub dişi arslanı,

İnden çıkardılar gürbüz oğlanı,

Kayı bey’i aldı bağrına basdı,

Çıkardı yayını boynuna asdı,

Didi : “ Sen kayısın, oğuz’sun, Türk’sün,

Senden dostlar  değil, düşmanlar ürksün!”

Çocuğı babası eve  gönderdi.

Anası Oğuz’a bir (şölen) virdi…

(Şölen) de içerken Oğuz beyleri,

Korkud  Ata çekdi onu ileri,

Didi “ oğlum, senin ataların kayı

Oğuz Han’dan almış bu altun yayı…

İlk hanlık çıkmışdı kayı boyundan,

Son hanlık gelecek onun soyundan…

Soyun bu son tacda baht da kalacak,

Saltanat durdurça tahta kalacak.

Senden de  bu ile gelecek imdad

Onunçün ben sana (basat) koydum ad!”

3- Daha küçük bir çocuk ki kızgın

Bir boğayı  nasıl yendi

Uruz Han, bu sene, Bayındır Han’ın

Göçüne karışmış, konmuşdı yakın,

Çocuğı, burada  yoldaşları buldı,

Onlarla  aşığa, topa koyuldı…

Meğerse, meydanda  her bahar, her güz,

Dövüşe çıkarmış  deveyle öküz,

Gelirmiş bir yerden kızgın bir boğa,

Çıkarmış önüne  bir korkunç  buğra,

Bunlar  boğuşurken, kanlar akarmış,

Yener mi dört bey’le  Han kökşden bakarmış…

Göründi  uçar Alp her bir yanında.

Çocuklar oynardı gene orada,

Dinildi “ kalmayın, sakın burada!”

Kaçdılar, her biri, tutdı bir yolı,

Lakin  teprenmedi Uruz’un oğlı,

Didi : “Yılmaz gözüm kurtdan, boğadan,

Er olan çekilmez onundur meydan!”

Bu onda çözdiler hep zincirleri,

Boğa ağır ağır geldi ileri.

İstedi çocuğun girmek kanına,

Çocuk bir sert yumruk vurdı alnına,

Boğa adım adım çekildi geriye,

Fakat, gene dünden, geldi ileri

Yürüdi o gene kahraman çocuk,

Dayadı alnına, demir bir yumruk,

O, itdi ileri, bu itdi geri

Güçleri dindi geldi, yenmedi biri.

Alp didi : “ Düşmesin diye bir çardak,

Direkden vururlar ona bir dayak,

Ben bunun alnına dayak mı oldum,

Düşmesin diye mi  uğraşıyordum…

Çocuk birden bire yoldan savrudı,

Hızlı hamlesiyle  tutnamadı,

Yüzi üsti düşdi, bağrı kanadı,

Kahraman el vardı heman bıçağı,

Başını keserek atdı uzağa…

Alkışla geldiler Oğuz  Beyleri,

Didiler : “ bin yaşa, ey meydan eri!

Sen bugün gençliğe büyük şan virdin

Oğuz’a bir yeni kahraman virdin!”

Babası oğlunun alnından öpdi,

Didi : Helâl olsın ananın süti!”

Dede korkud  geldi, didi : “ Uruz Han,

Oğlana beylik vir, taht vir durmadan,

Vir bir sürü koyun,at,sığır, deve

Kondur onı altun başlı bir eve,

Canına  şansızlık halı tak itdi,

Boğayı  yakdı, bir unvan hak itdi.

Adını sen virdim olsun ( Boğaç Han!)

Başını kol virmez,  virsin  yaradan!”

Babası  oğluna ev, ocak virdi,

Çek di ulusundan bir oymak virdi…

4- Oğuz ilini  Tepe Gözden nasıl kurtardı?

Göçerdi her sene  Oğuz  yaylaya,

Göçerken  dizilir boylar sıraya,

Ön safda kayı’nın  boyı  geçerdi.

Uuruz  pınardan ilk o su içerdi…

Yine  bir yaz güni Oğuz  göç itdi.

Önce  sarı çoban pınara  yatdı,

Bakdı ki ansızın koyunlar ürker

Bir de ne görsün, çıplak periler

Oynarlar  kumsalda, sıyun içinde,

Didi : “ ben böyle iş görmedim çin’de!”

Atıldı birinin  tutdı  belinden,

Fakat peri heman kaçdı  elinden

Didi : “ Madem elin dokundu bana,

Çorçluyum, ey çoban, bir oğul sana!

İyi bil ki büyük vebale girdin,

Oğuz’un başına bela getiridin!”

Koyun ürkdi kaçdı çoban “ didi ah!

İstemeden bir suç, kazandım günah,

Bir peri tutayım derken Uruz’a,

Felâket  getirdim  şanlı Oğuz’a!”

Bir yıl sonra yine uzun pınara

Geldi, çoban kondı kumsal kenara…

Bir peri göründü didi: “ ey çoban

Oğuz’ı kıracak itdiğin ziyan!...

Sana  bir meşin top getirdim, hopla

Çocuklarla  her gün bu meşin topla!

Topun şekli korku virdi çobana,

Kaçdı,uzaklardan tutdı sapana,

Vurdukça  büyüdi…  oldı  bir yığın!

Didi “ bana artık talim dargın!”

Bırakdı yığını, daldı işine

Kaçan sürüsünün  düşdi peşine…

Geçdi bu sırada  Hanların Hanı,

Beyler’e  gösterdi  yerde yatanı!

Bir yiğit bu topu tutdı  çomağa,

Vurdukça büyüfü , benzedi dağa…

Hayrete düşürdi  bu işi Uruz’ı

Çizmesiyle  tepdi, dökdi  mahmuzı,

Yarıldı, gördiler, topun içinde.

Tepesi tek güzel korkunç bir gövde…

Uruz koca didi Bayındır Han’a

Basatla besleyim vir şunı bana!

Han “ Peki ol” didi, eve yetirdi,

Bir taya buldırdı, virdi emzirtdi…

Taya kör memeyi  virdi çocuğa,

Çocuk bir çekince döndi sucuğa,

İkinci  çekişde kanını  aldı,

Üçüncü çekişde  canını aldı,

Taylar  hep böyle  viriyorlardı can…

Didi : “ Süt viriniz, günde bir kazan!”

Çocuk kanmaz oldu bir kazan süte

Didi  “ on kazan süt isterim günde!”

Çocuklarla  bazen kırda gezerdi,

Kiminin  burnunu  koprub yerdi,

Kiminin  kulağı ağzına girer,

Bir daha  çıkamazdı, bir gün anneler

Kopardılar bir gün bir den vaveyla,

Geldiler Uruz’a  itdiler şekva…

Uruz kaç defalar  dökdi  çocuğı.

Bakdı ki dinlemez asla buyruğı,

Usandu, evinden dışarı attı,

Geldi, ona peri annesi çatdı,

Bir yüzük  virdi (yat) dinilen  kaşdan,

Didi : “ korkma artık demirden taşdan!”

Tepe göz Oğuz’dan gitdi uzağa,

Çıkdı (Kanlı kaya) adlı bir dağa…

Yol kesdi, ad aldı, oldı harami

Başladı kırmağa Türk’i, acemi…

Bayındır Han didi “ Kutludur bu yurd,

Barınamaz burada ne haydud, ne kurd!

Emritdi  başbuğı solur  Kazan’a,

“ Bir ceza  virin  bu düzen bozana!”

Kazan didi “ Demir dövenli mamağı

Göndereyim, şuna çalsın mızrağı!”

Momak  bindi, girdi kanlı kayaya!

Bir ok atdı önce  deli baltaya,

Ok değdi  göğsüne, geriye  döndi…

Kılıç vırdı, oda dörde bölündi…

Nihayet, el atdı onlu mızrağa,

Kırıldı, parçası düşdi  uzağa…

Tepe göz- gülerek-didi : Hey sersem,

Beni demir kesmez, yüzüğüm yaşım!”

Mamak tutdı onı sapan  taşına,

Kayalar fırlatdı  gözsüz  başına…

Taşlarda itmedi  terine  te‘sir,

Tepe  göz Mamağı eyledi esir…

Kazan gördi artık gelmiyor  Mamk,

Didi “ Kara güne, sen git de bir bak!”

Kara gün, Kınık, bayat, Alp orada,

Afşar, çini, indir, bu küdüzli eman…

Birbiri  ardınca  dağa  gitdiler…

Gidenin  birinden gelmedi haber.

En sonra askerler kazan yürüdü.

Dağları, taşları duman bürüdü:

Kayı Uruz, kayı Selçuk  beraber…

Han  umdı bu kere iyi bir haber.

Fakat, çok geçmeden  bozuldı oğuz,

Yaralandı  Kazan, duruldı  Uuruz,

Kayı Selçuk öldi  askeri kaçdı,

Dede  Korkud  beyaz  bayrağı  açdı,

Topladı  yaralı düşen beyleri.

Kalan yiğitlerle  getirdi geri..

Matem  çığlığıyla  doldı  obalar

Göz yaşları  dökdi  bir çok babalar…

Oğuz  öğrendi, göçmek istedi  gine,

Tepe göz sed gibi çıkdı  önüne,

Bu küsmüş  çocuğı  yoldan  çevirdi,

Aldı, onı eski  yurda  getirdi…

Oğuz  göçmek içün  yol bulamadı,

Tepe göz sed gibi çıkdı önüne,

Bu küsmüş çocuğı yoldan çevirdi,

Aldı, onı eski yurda getirdi…

Oğuz göçmek içün yol bulamadı,

Yedi kere kaçdı kurtulamadı…

Bayındır Han didi : “ Ey Dede Korkud,

Senin sözün geçer, git şunı okut!

Onunla kesim kes, virelim harac,

Bir zde koyun çokdur, onun karnı aç’”

Dede Korkud geldi, didi “ gündelik

Kaç yüz koyun yeter sana ey melek!”

Didi : “ bana burcı yener mi dört boyun.

Günde altmış insan, iki bin koyun!”

Korkud didi “ Bey’im , bu hızına senin,

İyimi bitmesi çabuk hazinenin?

Günde beş yüz koyun sana atalım!”

Didi “ Buna iki erde katalım.

Lezzeti  başkadır insan etinin,

Bir de bana iki aşçı gönderin!”

Korkud geldi işi cana anlatdı,

İki insan virmek halkı ağlatdı…

Çare yok, kesime razı oldılar,

Kazanlar sararub kızlar soldılar…

Yapağılı koca ve yüklü koca,

Aşçı diye gitdi o kanlı berce…

Bir ihtiyar vardı; Kabak Kan adı.

Varmış bunun yalnız iki evlâdı:

Tepe göz  birini  önceden almış,

İhtiyar yalnız bir oğlı kalmış!

Günler geçdi nevbet geldi kalana,

Çocuğun anası düşdi figane,

Kadına didiler bir “ şanlı ordu

Geldi kırda altında otağı kurdu…

Bir  arslan  yastadır yenmiş acemi,

Esir  almış Zalik oğlı Rüstemi,

İran  seferinden gelmiş, git ona,

İste bir kol virsin bedel oğluna!”

Kadın koşdı altun otağa geldi,

Matemli feryadı göğe yükseldi…

Basat çıkdı, sordı : “ ne var ey kadın,

Derdin nedir, niçün böyle ağladın?...

Kadın didi “ B  ilsen, ah, neler oldı!

Oğuz’un  kaygıdan  bağrı  kan doldı!

Sen gitdin ordular bozdun İran’da,

Bizi  bir tek mahluk ezdi Turan’da!...

Ne çıkdı hasırdan aldın tahtını?

Ağarmadın Türk’ün kara  bahtını!...

Ne çıkdı Rüstemin kırdın belini?

Sen yükünü ezdiler  Oğuz ilini…

Alpler esir düşdi, sen varamadın,

Onlardan  birini  kurtaramadın!

Ne Mamak kurtuldı, ne bu küdüz emen

Ne Afşar, ne bayat, ne de Alp ören!

Hepsini  kapdırdık bir kanlı deve,

Siyah bayrak açdı şimdi her eve…

Ah, sorma, ah, sorma! Kardeşin Selçuk.

Onda ayıp itdin, yaşını tutduk!

Ahı sorma, ah sorma, dayın kazanı

Yarasının  hâlâ  akıyor kanı!

Ah, sorma, ah sorma! Ey kayı oğlu,

Baban Uruz’un da kırldı kolı!...

Tepe göz o senin  eski uşağın

Çekilmiş sırtına şu yüce dağın,

Bizden her gün alır beş yüz koyun bac,

Lâkin  yine  duyulmaz, yine gözi aç…

Ah, nasıl söyliyeyim, iki de adam:

Kanlı sofrasına ideriz ikram!...

İki oğlum vardı, virdim birini,

Kalandanayırır şimdi Han beni…

Ey Alpler başbuğı! Bir kol vir bana?

Oğlum içün bedel vireyim Han’a!

Basat didi “ Eyvah ölmüş kardeşim,

Ben yıldız ararken sönmüş güneşim!

Babam : kolu kırık, dayım yaralı!

Sevinmek gelini, kızı karalı!

Şan göçmüş vatandan, yurd yarsız kalmış!

Alplerin kemiği merasız kalmış!

Oğuz derd içinde, kayı tasada!

Büzülmüş ne varsa altın yasada!

Atlarım İran’da yaparken akın,

Turan’ın başına ne gelmiş, bakın!”

Basat hem kol virdi, kadına hem mal,

Ben varken Tepe göz “ varım diyemez,

Değil insan, bir kuş bile yiyemez.”

Kadın ata bindi, gitdi Oğuz’a,

“Müjde , oğlun geldi!” did Uruz’a…

Anası, babası, hake şeker itdi,

Yener mi dört boy bey’i karşıya gitdi…

Basat babasının  öpdi  elinden,

Didi “ Tepe göze gidiyorum ben!”

Kazan didi basat umama zaferi,

Bu ne handicinindir, ne Rum seferi,

Ölürsen sönecek Oğuz’un feri,

Nice koç yiğidi  boğdı Tepe göz!

Derisi  demirden, gövdesi mermer,

Yumruğu  gülünkdür, parmağı hançer…

Ne ok deler onı, ne kılıç geçer?

Bir peri kızından doğdı Tepe göz!

Basat didi Kazan, bir iman eri

Düşünür  cihad’ı anlamaz zaferi;

Gideceğim; imdad  bekliyor Oğuz!

Keserim  demirden olsa başı

Bana karşı durmaz yüzünün  kaşı,

Kırarım yaşımdan olsa taşı

Gideceğim, bana Tanrı kuluyuz!

Basat  geldi eve yaslı anası

Oğlunı görünce çıkardı yası,

Bağrına  basarak öpdi yüzünden,

Didi : “ O gitdiyse seni buldum ben!”

Basat didi “ ana, çıkarma yası,

Bitmeden oğlunun kanı duası,

Avcı bana düşer, sana karası.

Düşman sağ durdukça bize yok sevinç!

 

Gidyorum eğer vurusam şunu,

Bitirirsem bu son ergenekonı,

O zaman çık yadsan, unut oğlunı,

Kanlı dağ durdukça bize yok sevinç!”

Ana didi “ oğul, gitsen küserim,

Gitmesen evlâdım er değil dirim,

Anan darılsın, sen söyle erim,

Git oğlum , cenge gir, burcını evde!

Ben belki isterim korkak olasın,

Kızım gibi bana yardak olasın…

Sakın, ha bu yolda uzak olasın.

Sen bildiğini yap, bana deli de!

Basat didi “ ana bu altın yayı

Suyuna yadigar bırakmış kayı!

Belki, ben ölürüm, bunı sen sakla,

Bir gün ahâli çıka eline ala!”

Öperek elinden yola düzüldi,

Şahin gibi kanlı dağa süzüldi…

Basat gördü dağda bir ocak yanar.

Başında oturmuş aşçı kocalar,

Tepe göz sırtını güneşe karşı

Virmiş, bir kayanın üztünde başı

            Basat bir ok atdı bağrına vurdı,

Ok batmadı, düşdi yanında durdı

Bir daha, bir daha atdı hayali ok:

Gördi, anladı ki okun hükmi yok.

Tepe göz dedi ki “ şimdi son bahar,

Aceba  ondan mı sivrisinek var?”

Bir ok daha atdı, düşdi önüne,

Didi “bana bir av geliyor gine!”

Sıçradı uzakda bir genç Oğuz’ı

Görünce didi ki “ gelmiş bir kuzı…

Aşçılar, bu akşam budur pişecek,

Kim bilir pişince nasıl şişecek!”

Fırladı, elinden tutdı basatı,

Çizmenin  kuncuna sokarak yardı…

Kuncı kesdi, çıkdı içinden Basat,

Gitdi kocalara didi “ bu Polad

Tenli diye nasıl öldüreyim ben,

Söyleyiniz  bana ölümü nereden?”

Kocaları didiler “ bilmeyiz ama,

Gövdesinde et yok , gözünden başka!”

Didi “ bitiririm, şimdi  işini,

Kızartınız  bana  kebab şişini!”

Basat  güvenerek  doğru  özine,

Kızgın şişli sokdı divan gözine…

Tepe göz  bir kaplan gibi haykırdı,

Yumrukla kayayı  cam gibi kırdı…

Basat kaçdı koyun dolu yapıya,

Tepe göz sezerek geldi kapıya,

Koydı iki yana ayaklarını

Sığayarak, geverek  kulaklarını

Geçirdi koçları bir bir ağından

Korkmuşdı  Basat’ın kaçacağından…

Basat  bu anda bir koç devirdi,

Derisini  yüzdi içine girdi,

Geldi bir koç gibi kapıya  doğru…

Tepe göz  diyerek “ bundadır uğru!”

Şiddetle  elini başına çaldı:

Basat kaçdı, post elinde kaldı…

Didi .. “ kurtulduk mu gine ey oğlan?”

Basat didi “ Yardım itdi yaradan!”

Tepe göz didi “ al bu yüzüğümü,

Artık sana değmez büyü düğümü…

Takınca  parmağa gelir sana fer.

Ne ok deler seni, ne kılıç keser!”

Basat aldı, takdı, didi “ Takındım!”

Tepe göz  “ Herkesden, didi sakındım,

Fakat, sen layıksın  bu armağana,

Bu kutlu  yüzüğü vireyim  sana,

Gözümü  kör itdin evlâd verme beni,

Kendime  bir yoldaş ideyim seni!”

Basat  didi “ Senden istemem ben mal,

Canki vir bana yüzüğünü al!”

Hiddetle  yüzüğü atdı başına,

Gitdi yüzük düşdi eşik taşına…

Tepe göz didi “ bak bu yeşil kaba,

Bir zengin hazinedir, değildir türbe,

İçi dolu elmas, inci, mücevher,

Gir de gör : içinde, neler var , neler!”

Basat girdi, gördi büyük  bir hazine!

Tepe göz girdin mi, didi içine?

Basat didi “ girdim” Tepe göz didi:

“Bir yumrukla seni ezdim şimdi!”

Bir yumruk fırlatdı, yıkıldı kendi,

Basat na‘ra atdı : “ ey Tanrı meded!”

Sapsağlam  kabdan çıkdı, kurtuldı,

Yüreği temizdi, selamet  buldı,

Didi “ Kurtuldun mu, gine  ey oğlan?”

Basat didi : “yardım itdi yaradan!”

Tepe göz  didi ki “ Tali sana yar!

Şu mağara içinde iki kılıç var!

Birisi  kınlıdır, birisi kınsız

Beni kınsız olan öldürür yalnız!”

Basat girdi, gördi bir kınsız kama:

İner, çıkar daima asılı dama.

Didi “ buna  asla  olmaz dokunmaz!”

Hançerini  vurdı öldü iki şok

Yayını  alarak  bir ok fırlatdı,

Zincirini kırdı, toprağa  atdı,

Kendi kılıcından kını çıkardı,

Onunla tutarak dışarı vardı,

Geldi, didi ona “ bire Tepe göz,

Keseceğim seni, ne lazım çok söz!”

Didi “Kurtuldun mu gine ey oğlan?”

Basat didi “yardım itdi yaradan!”

Tepe göz didi “ sana ölüm yok…

O gece tek gözüme sapladın bir ok,

Sen, beni dağladın bir kıvılcımla,

Şimdi de kesersin öz kılıcımla!

Ölümden pervam yok, fakat bileyim

Kim karşı böyle aciz güleyim?

Hangi ilden, söyle, hangi boydansın!

“Vatanın neresi hangi soydansın?

Er erden gizlemek olmaz adını.

Söyle kimsin, anan kimin kadını?”

Basat didi “evet, yiğit, yiğitden

Cinsini gizlemez nurun oğluyum ben.

Aslımı sorarsan (Oğuz) soyundan,

Oğuz’un içinde Kayı boyundan…

Anam (Kağan arslan), atam (Gök ağaç),

Ak gün, kara günde yürüdüm (Gün ortac).

Hanım (Bayındır Han), başbuğum (Kazan),

Karanlık gicede parolam (Oğan…)

Kardeşim (Selçuk) der, kaldim kin dolu,

Bana (Basat) dirler (Uruz’un oğlu)!”

Tepe göz didi ki “dimek kardeşiz,

Bir evde büyüyeni yoldaşız, eşiz!”

Basat didi ona “sus, bire alçak,

Ne o bırakdın, bizde ne ocak!

Kardeşim selçuk’u vurdun, öldürdün,

Sonra, koyun eti gibi buldurdun!..

Bırakdın ihtiyar babamı kolsuz,

İnsan eti yidin töresiz, yolsuz!

Oğuz’ı ikiletdin, kayıyı yakdın,

Bize sen yapmadık neyi bırakdın!

Keseyim de seni ey dudağı kan!

Yeniden hayata başlasın Turan!”

Basat bir sert yumruk bağrına dürtdü,

Deve gibi onı yere çökertdi,

Boyalı kılıçla kesdi başını,

Sildi mazlumların kanlı yaşını!

Koşdı, gitdi yüklü koca,

Müjde virdi (Gün ortac)

Bütün oğuz berce geldi,

Önde Uruz koca geldi.,

Bayındır Han yapdı şölen:

“Kalan kaldı, öldi ölen!”

Didi “gine binsin gençler,

Taksın ok yay, kılıç hançer,

Gine kolsun Oğuz kızı,

Yüreklerden çıksın sızı!

Gine gitsin uzak, yakın.

Dört bucağa Türk’den akın!”

Yener mi dört bey tekbir aldı.

Dede Korkud kopuz çaldı…

Alkışladı kayı Bayat.

Bilgeler yaşa arslan Bayat.

Dede Korkud tebrik itdi Oğuz’ı

Destanlar okudı, çaldı kopuzı,

Didi kahramandır, Türk’i yaşatan

Türk ilinde eksik olmaz kahraman

Bir zaman gelecek yine Türk yurdı

Görecek Rum adlı ma ‘lun bir ordu

O zaman çıkacak ortac dağından

Bir Mustafa Kemal adlı kahraman

Kurtarub Türklüğü bu Tepe gözden

Kılacak vatanı bahtiyar şad, şen

Türk’ün Basat gibi çokdur arslanı

Mustafa Kemaller baş kahramanı

 

PEHLİVAN VELİ

 

Hind Sultan’ı toplayarak bir gün ulu bir divan’ı Vezierlerden sordu “Hiçbir yerde, hiçbir pehlivan Duydunuz mu (diye pençe) ye üstün olsun ya akran?” Hep susdılari, büyük vezir kalkdı, didi Sultan’a; “Padişah’ım Hevarizm ilde ( Pehlivan Veli) anlamıyor. Bir yiğit var Türkistan’da “Göç Tanrısı” tanılır. Sulatan didi “Belki Türkler bu zininde yanılır, (Diyu pençe)yi gönderelim, işi koysun meydana.” Havarizm şaha mektub virüb diyu pençeyi gönderdi. Yazdı: “Dünya Pehlivan’ı şimdiye  dek bu erdi;

Her taraf erlerini işte yere bu sardı:

Geldi meydan okuyacak sizin veli pehlivan.”

Diyü pençenin arasında gitmiş idi yanında;

Müslümandı, velilke iman vardı cananda,

“Pehlivan Veli” adı korku doğurmuşdı kanında

dimiş idi: “gideyim de yalvarayım Rahman’a”

hind kervanı üç ay sonra geldi hevarzum iline;

mektub eyle armağanlar değdi Han’ın eline.

Pehlivanlar görüşmesi düşdi halkın diline,

Bütün Hive ahalisi hazırlandı sırada

Hevarizim Han’ı henüz İslam olmamışdı, gavurdı.

“Hangi biri yenilirse asılacak!” buyurdı,

vezirleri: Pehlivan Veli puta tapan bu yurdı

İslamlığa sokmakdadır, “ dimişlerdi Kağan’a,

Pehlivan Veli dua için gizli olan mescide

Gitmişdi, bir koca kadın ağlıyordu mahfilde:

“Yarıb: oğlum yenilmesin! Acı bize vahinde.

Diyü pençeyi asarlarsa ben dönemem vatana.

Bir tanecik evlâdımdır, acı bana, Allah’ım!

Odur benim gönlüm, canım, mahbetim, penahım!

Ne onun bir kabahati var, ne benim günahım,

Kayıma böyle bin yıda bir yetişmeyen arslana,

Kayıma, İslâm yiğididir, Mahmud’un arslanı,

Senden almış bu kuvveti, bu gövdeyi, bu canı..

Senin arşın değilimdir, onun temiz vicdanı.

Kayıma ki bir mücahisdir vakıf itmişim karana!”

Bu yalvarış yüreğinde uyandırdı bir firak

Pehlivan Veli gözlerinden inci yaşları akarak

Didi “Tanrım! Bu bahtiyar kadın benden müstehak,

Duasını kabul eyle, ben razıyım hüsrana!”

Güreş güni tellâl halkı gök ovaya çağırdı,

Sonı ölüm olduğuçün herkes ruhen ağırdı.

Pehlivan Veli çıkdı “Allah Allah” diye bağırdı,

Gönüllerde bir manu his başladı tağıyane

Diyü pençede annesinin ellerini öperek

Sağlam adım, koyu iman, meşin, güçlü bir yürek

İle geldi, didi “Kimdir benimle boy ölçecek?”

Selam virdi karşısında duran onlı düşmana.

Pehlivan veli önce vaadi unutarak saldırdı,

Hemen demir bileklerle dev pençeyi kaldırdı,

Sonra durdı, kendisini kasden yere çaldırdı,

Tek bu yüzden bir dindaşı uğramasın ziyana.

Kağan “Haydi öldürünüz!” dirken atı altından

Şahlanarak yakındaki uçuruma atdı can,

“Pehlivan Veli” bir cümlede hemen yere atılan

atı tutdı, kaldırarak koydı altın oyuna.

Seyirciler hep döndiler gönülleri bir hayret

Kaplamışdı: mucizemi yoksa bu bir keramet

Kağan geldi, didi; “Artık durmak olmaz, ey millet,

Ben islâm’ı kabul itdim, sizde gelin imana!”

Pehlivan Veli soyunarak bu ilahi arşda

Sahralarda koşdı, gitdi acizlere imdada,

O zaman ki bütün Türkler bu pençesi Polad’a

Borçludurlar, çünki hazır olmuş idi törene.

 

ALP ARSLAN

 

Malazgird Muharebesi

İki perdelik manzum piyes

Birinci Perde

Malazgir’e bir günlük mesafede bir yeşil ova, bu ovada Selçuk Sultan’ı Alp Arslan’ın ordugâh, otağ  Humayun  ovaya  nazır.

            Hicret’in  324 senesi zilkadesinin 26 nice Cuma güni  sabah erken Alp Arslan  otağında tahtında oturmuşdı. Nizamülmülk içeri girdi.

            Alp Arslan- Niçin böyle erkenden istemişsin  görüşmek?

            Yoksa  bir haber mi var sana telaş virecek?

            Nizamülmülk – Doğrusunı söyleyim, işler fena sultanım! Alp Arslan- Fena bir şey yok bence, çekinemezse vatanına

Nizamülmülk- Hakikati saklamak mümkün değil sultandan,

Benim, korkum ancak  bu sevgili  vatandan, 

Alp Arslan- merak virme  gönlüme işi anlat  vezirim,

Bir tehlike  kopmuşsa  gecikmesin tedbirim.

Nizamülmülk-Ruhum kısır, Romanus  ordusıyla dün gice  hududı geçüb girmiş  Malazgird’e  gizlice,

Alp Arslan-emr vir atlıları hazırlansın kumandan,

Şimdi  gidüb alalım Malazgirdi’i  düşmandan.

Nizamülmülk – On beş bindir atlımız, düşman idi yüz bin er.

Bir avuç süvariye yenilir mi o asker?

Bundan başka Sultanım, bu kara kalbli düşman,

İslamlar  geçirmiş  çoluk çocuk kılıcdan…

Sanıyorum ben  bugün  dimez tehlikede!

Alp Arslan- Türk  varken İslamiyet  emirdir  bu ülkede!

Çabuk kesme vezirim  ümidini Tanrı’dan.

Biz dinin askeriyiz, odur  dini  yaradan…

Şimdi bir elçi  gönder  düşmanın  kasrına,

Disin : “ harbe hazırdır  askerimiz  yarına!”

Lakin iyi değildir boş yere kan akıtmak,

Zavallı  köylüler birden bire dağıtmak!

Bildirirse  şartını biz sahada  hazırız!

Nizamülmülk – şimdi emr viririm, elçi gitsin ek Yıldız,

(Nizamülmülk çıkar)

Alp Arslan- (Yalnız)

- Acı  bu masum  halka, çocuklara Allah’ım

yalnız  beni vur, öldür, olmasada  günahım!

Bu mübarek toprağı düşmanlara çiğretme!

Yurdumuza fenalık biz itsekde sen itme!

Bugün biz çok zayıfız, düşman fazla katlı.

Senden imdad olmazsa  düşman  alır bu ili..

Kadın, çocuk… dileğimiz hepsini ider adam,

Maksadı bırakmamak, yeryüzünde bir İslâm.

Vicdanlarında çıkarmak içün doğru imanı,

İster yıksın  Kâbeyi, yaksın güzel  karâni…

Yokdur incile ferşi  bizim hiçbir kinimiz,

Onı  mübarek tanır hatla  bizim  dimez,

Ehli kitab diyoruz İncil’in  ashabına,

Niçün onlar düşmanlar İslam’ın kitabına?

Biz onları yenersek mağlub korkmaz canından,

Emin kalır malından, arzından, imanından…

Onlar bizi  yenerse hiçbir hukuk tanımaz,

Mümkün  olan izayı hakkımızda  görür az…

Bugün  senin  lütfuna kalmış: bu din , bu vatan,

Allah’ım  sen, esirge arzımız düşmandan!

            ( Kadın Sultan girer)

kadın Sultan- Çekilmişsin  buraya  niçün böyle erkenden?

Yoksa gizli bir iş mi var  saklıyorsun benden!

Elin niçün havada, gözlerin  niçün yaşlı?

Altun yüreği  çıkarmış, ağlarsın açık başlı!

Alp Arslan- Sevgilim yalvarmaz mı Tanrısına- bir Sultan,

Görürse tehlikede kalmış  millete  vatan?

Kadın Sultan- Ya dimek yurdumuza düşmanlar itmiş akın!

Alp Arslan- İşi sensin yapacak

Al ordunu buradan Hemdane git çabucak,

Haremi, çocukları yerleşdirde  saraya.

Kahraman  Oğuzları topla, gönder buraya

Kadın Sultan- Ya sen?

Alp Arslan- beni düşünme ben eski bir asker,

Düşman yüz kat olsada  hududu mu  beklerim,

Kadın Sultan- Ben istemem  ayrılmak senden bir lahza bile!

Alp Arslan- Hülyada gezecağim gice gündüz  seninle!

Kadın Sultan- ölüm  varsa vadimiz  beraberce  ölmekdir?

Alp Arslan- şimdi emel, düşmanı kıtır kıtır  bulmakdır.

Sen gelmezsen kim asker getirecek imdada?

Bundan başka  küçücük  yavrular var yuvada.

Götürmezsen  masumlar savaşda  nerde kalsın?

Hem seni hem onları düşman esir mi alsın?

Kadın Sultan- Ya sen esir düşersen?

Alp Arslan- Sen gelir kurtarırsın…

Kadın Sultan- Ya kuvvetim yetmezse…

Alp Arslan- Allah’a  yalvarırsın!

“Nizamülmülk girer, Kadın Sultan’a, ihtiramla eğilir.”

Nizamülmülk – Ak yıldız giri döndi bir saatlik  yolundan,

Düşman ok atıyormuş  sağından, ve solundan,

Bu anda karşısına çıkar düşman  elçisi…

Almış mı getirmiş olmak içün  bekçisi…

Alp Arslan- Elçi  gelsin  buraya?

            Baş  üstüne  Sultan’ım!

Elçi (gelerek)-Kasrın selamı var, ey mazum Hakanım!

Diyor ki “ biz bir büyük ordu ile yürüdük,

Dağları  ovaları  askerlerle  bürüdük…

Maksadımız : gitmekdir buradan  Bağdad’a

Halife’nin  başını  kısdırmakdır  cellad’a…

Geçdiğimiz  yerlerde kalmayacak  bir İslâm,

Serdarlara  emr itdim yapacaklar katil ilam..

Yakdırayım karanı yıkdırayım Kâbe’yi ,

Şarka gelen görmesin  minareli Kâbe’yi,

Alp Arslan- artık, yeter söyleme ey uğursuz  tercüman,

Bir elçi olmasaydın işin olurdu  yaman…

Git söyle  kaysrına “ Hak esirini  dinini,

Kolay değil fetih itmek arslanların inini…

İslâmiyet bir kızdır binicisi Türk bir arslan :”

Elinde deli kılıcı  bekler onı her zaman..”

Git söyle  kaysrına  bir sulhu çok severiz,

Lâkin harbe girersek, insan değil ejderiz…

İslamiyet  gineşdir biz onun  kıvılcımı?...”

Yenmeden kına  sokmam çekersem  kılıcımı?...”

Git söyşe  kaysrına  ufukların  süsüyüz;

Boykışdan pervamız yok, biz şahin sürüsüyüz,

“ Elçi çıkar.. Fakiye Muhammed, Danışmend Bye,

Meskuç bey, Saltuk Bey, Merdas Bey, çavuşları

ulakları girerler.”

Alp Arslan- (Fakiye Muhammed’e hitâben) ey din ulusu

Fakiye, yok senden dirayetli

Bizim  atlımız çok az, düşmana çok kuvvetli,

Ricat’den başka şimdi yokdur bir tedbirlerimiz

Bu fikri  gütmektedir akıllı vezirimiz..

            Sen ne dirsin?

Fakiye Muhammed- Sultanım, bence ricât itmek,

Şübhesiz İslâmları  düşmana  çiğnetecek..

Sen Allah’a bırak  bu ağır mesuliyeti,

Harbe gir o mutlaka sana virir nusreti..

Umarım  bırakmaz o, ümidini  malum,

Bırakmış olsa bile kendisi olur mesul!

La‘netden kurtulursun  sen her iki dünyada,

Dimesinler o kaçdı, koydı bizi ortada!

Alp Arslan- Bu re‘yi kabul itdi hem  kalbim, hem izanım,

            ( Kadın Sultan dönerek)

Şimdi sen ordunu al buradan git Sultanım!

Nizamülmülk  seninle  gelsinde Himdane,

Bana imdad  göndersin: Saldıyrayım düşmana!

Kadın Sultan ( Yavaşça Alp Arslan’a)

Gidiyorum emrinle fakat, kalbim burada!

Alp Arslan- Çabuk git ki çok asker gönderesin imdada!

Kadın Sultan “ Vedalaşır, ağlayarak çıkar, Nizamülmülk’de beraber  çıkar. Bu anda ulak gelir, düşmaların yaklaşdığını haber virir.

Alp Arslan- (Tahtından inerek bir kumandan vaziyeti alır)

Haydi, beyler! Askeri hazırlayın varalım:

Düşman hücum itmeden biz onları yaralım!

“Atları takım takım gelerek önünde  dizilirler”

Alp Arslan- Celasınlar! Biliniz pek korkunçdur bu savaş,

bu dehşetli  kavgadan ne kal kurturul, ne baş!

Azari olanalr varsa bu savaşa  girmesin,

Âşık varsa layık mı munasına  irmesin

Atlılar ( hep bir ağızdan)

Hiç birimiz  kaçmayız.

Beyaz  bayrak  açmayız.

Okdan başka armağan.

Düşmanlara  saçmayız.

Alp Arslan- (Okunı, yayını yere fırlatır , kılıcını kuşanır.)

Cilasınlar, bakınız! Okla yayı meydana.

Atdım, saldıracağım, dal kılıçla düşmana!

Kimlerse kılıç vuran, onlar gelsin ileri,

Yavruları  sahibsiz olanlar dönsün geri,

Atlılar umumiyetle  oklarını  yayalarını  atarlar , kılıçlarını kuşanırlar,

(Hep bir ağızdan)

hep okları atarız,

kavgaya  şevk katarız,

arslan  gibi dal kılıç

düşmanlara  çatarız..

Alp Arslan-“Bir hizmetçiye işaretle beyaz bir haremi  getirir, üstündeki  kaftanı atarak  kefan gibi  bu bayez örtüye  bürünür.”

- Cilasınlar , bakınız! Kefenlere büründü,

Hacdan gelen zemzeme  kokuları süründüm

Şahid olsam  mezarım  olacakdır burası,

Geri  dönsün her kimi bekliyorsa  anası.

Atlılar- Hep büründük  kefene

Vatan aid sana

Esir yaşamakdansa

Gömülelim  çimene!

Alp Arslan- “ Atını ister, eyle kuyruğunu bağladıktan sonra üstüne  biner, kılıcını  kınından sıyırır.”

-         Cilasınlar, ne diyor  töremizin  buyruğu:

Alp ölünce  bağlasın biniğinin  kuyruğu’

İşte  bakın  bağladım onı  kendi  elimle,

Fatiha okuyorum  ruhuma öz  dilimle..

Atlılar- “ umumiyetle atlarının  kuyruklarını bağlarlar, atlarına”

“ Binerler, kılıçlarını  sıyırırlar , hep bir ağızdan:”

Atımızla ölmeyi

Anlatır bu pek iyi

Ölmeden  ruhumuza

Okuruz Fatiha’yı

            Alp Arslan “ Atını ileri sürerek:”

-         Cilasınlar, hay diniz saldıralım meydana;

Şimşek gibi çarğalım kılıçları  düşmana!

“Süvariler hep arkasından atları  koşdurduşlar. Perde iner.”

 

                        İkinci  Perde

Ertesi  sabah,

Alp Arslan  karargâhı; Alp Arslan, Fakiye  Muhammed, Danışmend  Menkuç, Saltuk, Merdos bekler, çavuşlar, Seymenler, ulaklar, demir kâfesin içinde Kaysrı Rumanus’la  iki ciznali, iki karnesi, zabıtaları esir.”

Alp Arslan – Bir akında nusreti Tanrımız virdi bize,

Çünki galib olursak imandı  düşman bizi yuenseydi harab olurdı bu yurd,

Biz galib olduk şimdi kardeştir koyuna kurd

Birkaç saat  çarpışdık  demire karşı demir

Ordusuyla  beraber Kaysrı itdik esir,

Ey Fakiye siz virdiniz bize manu kuvvet!

Gafiydi  kalbinizde olan çelik  metanet,

Biz yalnız vezirleri teşcia  çalışırız,

Metanet  derslerini Sultan’dan  alışırız..

Alp Arslan- Bekar  sizi de gördüm olmuşdunuz hep arslan,

Düşmanları itdiniz  bir hamle de perişan!...

Menkuç Bey-Sizde ne gördükse biz aynıyla  onı yapdık,

Demirden çelikliği  Sultanım sizden kapdık.

Alp Arslan “ Kaysr gösterecek”

-         Çavuşlar, getiriniz, zincirdeki Kaysrı!

              “Kayst getirilir”

“Kaysr- Zaferin  pek şanlıdır ey serdarlar serdarı!

Alp Arslan- Ey Kaysr! Seni bana galib itseydi Huda!

Ne gibi muamele  yapacakdın  hakımada

Kaysr-Bir şey değil: Her sabah kamçılatırdım seni!

Alp Arslan – Ya şimdi ne yapacak sanırsın sana beni?

Kaysr- Ya beni öldürürsün işkenceler içinde,

Yahud dolaşdırırsın  köle diye  Hind’de, Çin’de!

Alp Arslan- Bu zanlara düşüsün Türk’ü bilmediğinde:

Hiç mağluba  işkence  yapar mıyım Türküm ben?

“Çavuşlara  emri der, gerek Kaysr’ın, gerek

Ma‘pitenin  zincirlerini  sökerler”

Alp Arslan-şüphesiz  canları  vururuz  bu demire,

Fakat , reva değildir  halimiz  bir emire,

Buyrunuz, yeriniz şimdi benim postumdur,

üşman geçince artık benim dostumdur.

“Kaysr’ı tahtına alarak yanına oturtur, ma‘tide sandalyelerde otururlar”

Alp Arslan- Ey Kaysr şimdi hem siz, hem de bütün sürünüz

Nefer , zabit, jurnal başdan başa  hürsünüz

Birer ha‘lat giyiniz  yaldızlı  kafdanınızdan,

Yürüdüğünüze  yol açık gitmeğe vatanımızdan..

“Kaysr ve ma‘tene  kaftanlar  giydirilir”

Harçlığının kalmamış , on bin dinar hediye.

Kabul iderler alıp dostundan armağan diye!

“Kaysr’ın  hazinedarına on bin binarlık keseler virir.”

Nefer, zabit, jurna; her birine  bir kese

Altın virin kalmasın yarası yok bir kimse!”

“keseler  dağılır”

yolda size, düşmandan , hırsızdan, hafız lâzım

bunun içün  geldiler işte  muhafızlarım…

“Muhafızlar gelir, göç gitmeğe  hazırlanır.

Kaysr tahtdan inerek ayakda  durur, Alp Arslan’a  teşni içün  tahtdan iner:”

Ey adalet Sultan’ı! Size şükran  vazife!

Hangi  semtde oturur  sizden büyük  haklife? Alp Arslan- “ Bağdad  tarafına doğru, Hun cihani  gösterir” Benden büyük halife oturur bu cihanda, Ben aysam, o güneşdir şefkatle, adaletde  Kaysr- O tarafa  doğru secde ider.”

Kaysr-Ey idelik büyük  Rabbi, ey Allah’ın her oğlu!

Alp Arslan – Bizde caiz  değildir Rab tanımak bir kulu, Allah’ın  oğlu değil, ona idilmez secde…

Kaysr- Ah, nasıl  gelmeyeyim, ben söze karşı vücuda Anladım ki dininiz  esaslı  bir dindir:

Müslümanım hak bir dine  memnundur,

Alp Arslan- Dinimizin temeli hayret.

Muhid olanları  hep görür  bir  emet

“Kaysr  veda  içün  mesafece  iderken  hüngür hüngür ağlamaya  başlar.”

Kaysr- Ben böyle  bir hayali  göremezden rüyâda,

            Siz  bana  gösterdiniz, gözüm açık dünyada!

            İnsanlarda bu şefkat  hiç olmaz, Sultanım,

Ah, bu lütfun kadrin  anlasaydı  vatanım!

“Kaysr’la  ma‘ti  çıkarken, perde iner.”

 

 

Free Web Hosting